| Konu: | Cumhurbaşkanlığının, Birleşmiş Milletlerin Mali ve Orta Afrika Cumhuriyeti'nde icra ettiği harekât ve misyonlar kapsamında hudut, şümul, miktar ve zamanı Cumhurbaşkanınca takdir ve tespit edilmek üzere, Türk Silahlı Kuvvetlerinin yurt dışına gönderilmesi ve Cumhurbaşkanınca verilecek izin ve belirlenecek esaslar çerçevesinde bu kuvvetlerin kullanılması için Türkiye Büyük Millet Meclisinin son olarak 6/10/2020 tarihli ve 1263 sayılı Kararı'yla uzatılan izin süresinin Anayasa'nın 92'nci maddesi uyarınca 31/10/2021 tarihinden itibaren bir yıl uzatılmasına ilişkin tezkeresi (3/1696) münasebetiyle |
| Yasama Yılı: | 5 |
| Birleşim: | 8 |
| Tarih: | 19.10.2021 |
MHP GRUBU ADINA KAMİL AYDIN (Erzurum) - Sayın Başkan, çok muhterem milletvekilleri; Mali ve Orta Afrika'ya asker gönderilmesinin bir yıl daha uzatılmasına dair cumhurbaşkanlığı tezkeresi hakkında Milliyetçi Hareket Partisi Grubu adına düşüncelerimizi ifade etmek üzere söz almış bulunmaktayım; yüce heyetinizi saygıyla selamlarım.
Sözlerime başlamadan önce, benden önce birçok konuşmacının ifade ettiği gibi, ben de aynı duygu ve düşüncelere katılarak rahmete mazhar iki güzel insanı anarak bir şeyler söylemek istiyorum. Birincisi, Özdemir Bey, gerçekten savunma sanayisinde yüksek ideallerimizi gerçekleştiren abide bir şahsiyetti; Allah rahmet eylesin.
İkincisi, yine, dünyanın aslında içini boşaltıp sadece kavramsal bir tanımlama olarak dillerine pelesenk ettikleri insan hakları, demokrasi ve hukukun üstünlüğü noktasında Haçlı Seferlerinin postmodern bir sürecinde yaşadığı her türlü çileye, işkenceye, soykırıma rağmen çok açık ve net bir şekilde abide bir örnek olmuştur; insanlığı ve insan olmanın yüksek bir değer olduğunu bütün dünyaya haykıran büyük bilim insanı, mütefekkir ve dava adamı Aliya İzzetbegoviç'i rahmetle anıyoruz. Çünkü o, özellikle 20'nci yüzyılın son çeyreğinde postmodern bir Haçlı seferine dönüştürülen zulmete şöyle seslenmişti, kıymetli konuşmacılar farklı alıntılar yaptılar, beni de etkileyen sözleri şuydu: "Evet, onlar çok yüksek yerlere kiliselerini inşa edebilirler, çok yüksek yerlere haçlarını asabilirler ama başlarını her göğe kaldırdıklarında mutlaka hilali göreceklerdir." (MHP ve AK PARTİ sıralarından alkışlar) Allah'a şükür, bu, Aliya'nın gerçekten ne kadar dönemler ötesi bir bilgi, birikim sahibi olduğunu, düşünceleriyle müsemma bir yaşam tarzına sahip olduğunu ifade etmenin çok açık, net bir göstergesidir.
Tabii, paylaşmak istediğim üçüncü mesele de şu: Dün 30'uncu yılını coşkuyla idrak ettik, heyetleri de buradaydı, birlikte kutladık, can Azerbaycan'ımızın 30'uncu Bağımsızlık Günü'ydü; Allah'a şükür, bunu bir de geçtiğimiz aylarda Karabağ'ın özgürleşmesiyle taçlandırdık. Buradan bütün Azerbaycan'a seslenerek söylüyorum: Bağımsızlığınız, toyunuz kutlu olsun.
Saygıdeğer milletvekilleri, ulusların kaderlerini belirleyen çok faktör vardır. Bu faktörleri kendi içerisinde mukayese etmeye çalıştığımızda çok öne çıkan, çok belirginliği olan bir tanesi coğrafyanın o ulusa yüklediği sorumluluklardır. Dolayısıyla, dünya coğrafyasına baktığımızda bazılarının çok talihli, bazılarının maalesef çok talihsiz olduklarına tanıklık etmekteyiz ama bunu değiştirme imkânı olmadığı gibi sadece teyakkuz hâlinde olma, tedbir alma, güvenlikli olma stratejileri geliştirmekten başka yapacak fazla bir şey yok. Dolayısıyla, uluslararası ilişkilerde stratejileri belirleyen coğrafi konum ve ehemmiyeti de dikkate aldığımızda, özellikle Asya ve Afrika'nın dün olduğu gibi, bugün de uluslararası emperyalist güçlerin mücadele alanı olmaya devam ettiğine tanıklık etmekteyiz. Şimdi, bugünü aslında iyi anlamak için geçmişe bir projeksiyon sunmak lazım, bir ayna tutmak lazım. Müsaadeniz olursa öyle bir ayna tutmaya çalışacağım çünkü dünsüz bugün, bugünsüz yarın kopuktur, bir şey ifade etmez.
19'uncu yüzyılda, güçlü ve egemen yapıdaki Avrupa devletlerinin rekabetlerinin sınırlarını bir bakıma -özellikle bilimde, sanatta, teknolojideki gelişmelerde ve bunun teknolojiye yansıması doğrultusunda- bulundukları coğrafyanın dışarısına -mücadele alanlarının- taşıdıklarına tanıklık ettik. İşte, o dönemde maalesef, o kaderin yüklediği ağır sorumluluk kime denk geldi, kime çattı? Özellikle ham madde, insan kaynağı ve pazar noktasında bakir, çok rahat erişilebilir, biraz da masum olan Asya ve Afrika Kıtalarına denk geldi. Şimdi bunu birazcık açmak gerekirse, aslında, Batı'da, işte, insan hakları noktasında bugün hâlâ büyük bir sorun teşkil eden siyahi insan varlığının nedenleri de ta o dönemlere gitmektedir. Çok kısa dönemde büyük başarıların elde edildiği, büyük yapısal reformların gerçekleştiği büyük Avrupa başkentlerine baktığımızda bunun kanlı, çok açık mazisini görmekteyiz. İşte, bu insan gücü kaynağının devşirilmesi, burada köle gibi çalıştırılmaları sonucu elde edilen -sözüm ona- başarılardı. Ham madde de öyleydi; taşınabildiği kadar taşındı ve pazar noktasında da yapılanlar, üretilenler bir şekilde oralara tekrar geri satıldı, gönderildi.
Şimdi, tabii, bu Sanayi Devrimi'nin olumsuz etkilerinin çok açık ve net bir şekilde işgalleri beraberinde getirdiğine tanıklık ettik ama tabii, bunlar söylemde çok açık, net ifade edilmedi çünkü söylemde bunu doğrudan ifade etmek çok kabullenilebilir bir şey değil. Ne oldu söylemin adı? Mutlaka kanuni, mutlaka bilimsel, mutlaka kabul edilebilir bir mazerete dönüştürülme düşüncesi vardı; işte, o da neydi? 18'inci yüzyıl ile ta 1950'lere kadar yüz elli yıllık süreçte Batı, Doğu'yu istediği gibi ifade etme, tanımlama, yönlendirme cihetine gitti. Bunun adına da işte bizim dilimize "Şarkiyatçılık" diye çevirdiğimiz oryantalist bir bilimsel tavır konuldu yani önce tanımladılar, önce ifade ettiler, eksikleri saptadılar, daha sonra, eğitimden sanata, sanattan bilime, bilimden inanca, kültüre her türlü takviyeleri, yardımları götürme düşüncelerini ifade ettiler. Hâlbuki söylem ile eylem arasında çok büyük bir çelişki vardı. Neydi bu çelişki? Aynen işte 20'nci yüzyılda, 1990'larda, 2000'lerin başında Irak için yaşadığımız, aynı söylemler vardı. Büyülü kelimeler, gerçekten makul, mantıklı, kabul edilebilir ifadeler ama içinde ne vardı? İçinde, baldıran zehrini andıran, o coğrafyaya gerçekten zulmü götürecek birtakım projeler vardı yani söz "barış"tı, "kardeşlik"ti, "insan haklarıydı", "demokrasiydi", "hukukun üstünlüğüydü", "Irak özgürleştirilecek"ti gibi... 19'uncu yüzyılda da Afrika ve Asya ulusları, halkları özgürleştirilecekti; söylem buydu ama aslında sömürülmenin diğer bir ifadesiydi.
Şimdi, bunu ben söylemiyorum, aslında buna benzer dersler yaparken -çok böyle, bir nostalji yaşadım- "sömürgecilik ve sömürgecilik sonrası"yla ilgili derslerde, hiç unutmuyorum -bir İtalyan tarihçi- Raimondo Luraghi diye bir yazarın Sömürgecilik Tarihi kitabının kapağında çok veciz bir hatıra vardı, ifade vardı; daha sonra bütün Türkiye kamuoyunun diline pelesenk oldu ama ilk çıkış noktası, o kitabın kapağında neşredilmesiydi. Orada, çok ilginçtir, hepinizce malum, Kenya'nın kurucu Devlet Başkanı Kenyatta şöyle söylüyor, bu benim ifade etmeye çalıştıklarımı çok veciz bir şekilde şöyle söylüyor, diyor ki: "Batı'lılar geldiklerinde ellerinde İncil, bizim ise topraklarımız vardı. Gözlerimizi kapatıp bizim dua etmemiz gerektiğini söylediler. Yaptık fakat gözümüzü açtığımızda bizim elimizde İncil, onların ellerinde ise bizim topraklarımız vardı." Şimdi, tabii, Kenyatta'nın söylediği bu şey, işte bugün tezkerede konuştuğumuz mevzuların ta çıkış noktalarını, nedenlerini göstermektedir.
Bugün de buna benzer çok örnekler yaşadık. İlginçtir, bugün yine önemli bir şahsiyetin ölümüne tanıklık ettik, efendim, Bush Kabinesinin Dışişleri Bakanlığını yapan -siyahi- asker kökenli Colin Powell ölmüş. Ama bu Colin Powell bize neyi hatırlattı? Irak olaylarını hatırlıyorsak, bilimsel çalışmalar ışığında, özellikle Dünya Atom Enerjisi Kurumunun başını da büyük bir zapturapt altına alarak -Baradey'i unutmuyoruz- olmayan bir şeyi ısrarla "var" diye söylettiler. O da neydi? Nükleer silahlar. "Binlerce nükleer silah var Irak'ta." Dolayısıyla bizim oraya gitmemizi legalleştirecek mutlaka bir ön çalışma, bir oryantalist hazırlanma, pişirilme söz konusu olmalıydı, Colin Powell da bunu çok net bir şekilde yaptı ama aynı Colin Powell çok yıllar sonra pişmanlığını ifade etti, yanlış olduğunu, nedamet getirdiğini söyledi; bilmiyoruz tabii ne derece kabul edilecek.
Saygıdeğer milletvekilleri, işte böyle bir coğrafyadan bahsediyoruz. "Mali" ve "Orta Afrika Cumhuriyeti" dediğimizde, günümüzde bu kadim coğrafyalar gerçekten egemen güçlerin mücadele alanı olmaya devam etmektedir. Bunun en somut ve trajik örneklerini hâlihazırda Afganistan'da, Libya'da ve Suriye'de görmekteyiz. İşte, böylesine eylem ve söylem arasındaki korkunç uçurum ironisinin ışığında bugüne kadar Orta Afrika Cumhuriyeti ve Mali'de sözüm ona istenen, arzulanan, hedeflenen ne barış ne huzur ne de ekonomik kalkınma ve gelişme gerçekleşmiştir. Aksine, kaos, kargaşa ve beraberinde getirdiği insanlık trajedileri hâlâ devam etmektedir çünkü doğrudan müdahaleler bugün artık biçim değiştirmiştir ve vekâlet güçler ve gruplar üzerinden yürütülmektedir. Afrika'nın birçok yerinde olduğu gibi, Fransızların yarattığı memnuniyetsizlik ve buna mukabil Rusya'nın Wagner gibi dolaylı güçleriyle bölgeye nüfuz etmesi bölgedeki sorunları daha da derinleştirmiştir. Bunlardan biri de, bu coğrafyalardan biri de Mali ve Orta Afrika Cumhuriyeti'dir.
Geçmişten günümüze devam eden bu acı gerçekler ışığında yine de başta Birleşmiş Milletler gibi uluslararası örgüt ve yapıların önlem alıcı ve çözüm üretici girişimleri görülmektedir. Bu bağlamda her 2 Afrika ülkesinde yaşanan her türlü sorunun uluslararası bir sorumluluk anlayışıyla çözümüne yönelik alınan kararların kısaltılmış karşılıkları olan MINUSMA ve MINUSCA'nın görev süreleri Birleşmiş Milletlerin Güvenlik Konseyi tarafından belirli sürelerle uzatılmaktadır. Bu kapsamda MINUSMA'nın görev süresi Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin 2584 sayılı Kararı'yla 30/6/2022 tarihine kadar, MINUSCA'nın görev süresi ise Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin 2552 sayılı Kararı'yla 15/11/2021 tarihine kadar uzatılmıştır. Birleşmiş Milletler tarafından ülkelere, söz konusu misyonlara katılım davetinde bulunulmuştur. Ayrıca, Birleşmiş Milletlerin 70'inci Genel Kurulu görüşmeleri sırasında düzenlenen Barışı Koruma Zirvesi'nde bahse konu Birleşmiş Milletler misyonları için ülkemizden katkı sağlaması talebinde bulunulmuştur.
Afrika'da bölgesel istikrar ve barış için tehdit oluşturan insani ve siyasi krizlerin çözümüne ülkemizce askerî katkıda bulunulmasının bölgede ve genel olarak Afrika Kıtası'nda izlemekte olduğumuz faal dış politikamızın doğal bir uzantısını oluşturacağı değerlendirilmiş ve 2/8/2016 tarihinden itibaren bu katkımızın sağlanması için Anayasa'nın 92'nci maddesi uyarınca Türkiye Büyük Millet Meclisi kararıyla gerekli izinler hâlihazırda verilmiştir. Bu yaklaşımdan hareketle, Türk Silahlı Kuvvetlerinin Birleşmiş Milletlerin Mali ve Orta Afrika Cumhuriyeti'nde icra ettiği harekât ve misyonlar kapsamında yurt dışına gönderilmesi ve Cumhurbaşkanınca verilecek izin ve belirlenecek esaslar çerçevesinde bu kuvvetlerin kullanılması için Türkiye Büyük Millet Meclisinin son olarak 6/10/2020 tarihli ve 1263 sayılı Kararı'yla uzatılan iznin süresinin 31/10/2021 tarihinden itibaren bir yıl daha uzatılması hususunda Milliyetçi Hareket Partisi olarak gerekli desteği sağlayacağımızı açıkça ifade etmekteyiz.
Tabii, bu düşüncelerimizi, bu destek ifadelerimizi söylerken iki önemli ana aks üzerine oturtarak belirtmek istiyoruz. Birincisi, dünyanın bir parçası olma yükümlülüğü ve sorumluluğumuz vardır. Yani uluslararası örgütler içerisinde -özellikle görev aldığımız, sorumluluk paylaştığımız yapılar içerisinde- bizim de rolümüz gereği, sorumluluğumuz gereği yapmamız gereken bir katkıdır çünkü insanlık adına -çok detaylı gerekçede yazılı- bölgedeki birtakım sıkıntıların gerçekten deruhte edilmesi, yok edilmesi adına istenen bir şeydir ama bizim asıl, ikinci nedenimiz, biz o coğrafyaya çok yabancı değiliz. Bizim o coğrafyayla geçmişten bugüne çok farklı bağlamlarda ilişkilerimiz olmuştur; adına gönül coğrafyası diyelim, adına mazlum, mağdur ve istenilen bir coğrafya diyelim, ne dersek diyelim, bizim oradaki dört yüz yılı aşkın tarihî geçmişimiz bize ayrı bir sorumluluk daha vermektedir. Bu, birinciden daha önemlidir bizim için çünkü gerçekten, orada -biraz önce ifade ettiğim gibi- 19'uncu yüzyıldan bugüne kadar egemen güçlerin iktisadi ve siyasi varlıklarının idamesi adına hiçbir insani değer tanımaksızın yaptıkları bizimle hiçbir zaman bağdaşmayacak niteliklerdir ve nitekim, bugün işte bunları yapanların o coğrafyada kabulü söz konusu değil, gönderilmesi söz konusu ama buna mukabil "Ey vefalı Türk, ey özlenen Türk, ey aman dinlediğimizde tarihî misyonuyla bize her zaman el uzatan Türk; neredesin, buyur gel, kucağını aç, hep birlikte huzur içinde yaşayalım." diyen yüksek misyonun adıdır. Onun için -Cezayir'de dışlanan bir Macron ama istenen, özlenen bir Türkiye- Afrika'nın birçok yerinde, yine aynı şekilde Asya'nın birçok yerinde -işte en tipiğini Afganistan örneğinde yaşıyoruz- bu sorumluluğumuz, bu tarihî misyonumuz gereği, efendim, kabul edip giderek orada Mehmetçik'in barışın, huzurun bir güvencesi, teminatı olduğunu bir kez daha tarih önünde, milletler mücadelesinde ispatlamanın yoludur. Dolayısıyla, bugün görüştüğümüz bu tezkerenin kabulü noktasında duruşumuz nettir. İnşallah, kabulü sonrası, yüce Meclisimiz tarafından onayı sonrası hayırlara vesile olur, hem ülkemize hem milletimize hem de gerçekten huzur, barış arayan Afrika'daki insanlığa fayda ve iyilik getirir diye düşünüyorum.
Bu sözlerle yüce Meclisinizi saygıyla selamlıyorum, Allah'a emanet ediyorum. (MHP ve AK PARTİ sıralarından alkışlar)