| Konu: | Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin UNIFIL'in görev süresinin uzatılması yönündeki 2591 (2021) sayılı Kararı çerçevesinde, hudut, şümul ve miktarı Cumhurbaşkanınca belirlenecek Türk Silahlı Kuvvetleri unsurlarının; 1701 (2006) sayılı Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi Kararı ve 880 sayılı Türkiye Büyük Millet Meclisi Kararı'yla tespit edilen ilkeler kapsamında; Birleşmiş Milletler Geçici Görev Gücü bünyesinde UNIFIL'e, 31/10/2021 tarihinden itibaren bir yıl daha iştirak etmesi ve bununla ilgili gerekli düzenlemelerin Cumhurbaşkanınca yapılması için Anayasa'nın 92'nci maddesi uyarınca izin verilmesine ilişkin Cumhurbaşkanlığı tezkeresi (3/1705) münasebetiyle |
| Yasama Yılı: | 5 |
| Birleşim: | 11 |
| Tarih: | 26.10.2021 |
MHP GRUBU ADINA İSMAİL ÖZDEMİR (Kayseri) - Sayın Başkan, saygıdeğer milletvekilleri; Türk Silahlı Kuvvetlerinin 1701 (2006) sayılı Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi Kararı ve 880 Sayılı Türkiye Büyük Millet Meclisi Kararı'yla tespit edilen ilkeler kapsamında; 31 Ekim 2021 tarihinden itibaren bir yıl daha Lübnan Geçici Görev Gücüne iştirak etmesi kapsamında Meclis gündemimizde bulunan Cumhurbaşkanlığı tezkeresi hakkında Milliyetçi Hareket Partisi Grubu adına söz almış bulunmaktayım. Gazi Meclisimizi sevgi ve saygılarımla selamlıyorum.
Değerli milletvekilleri, Orta Doğu'nun en kırılgan ve hassas ülkelerinin başında gelen Lübnan, 4 Ağustos 2020 tarihinde başkent Beyrut'taki limanda gerçekleşen büyük bir patlama sonrasında siyasi ve ekonomik krize sürüklenmiştir. İyi koşullarda saklanmadığı için 7.750 ton amonyum nitratın patlaması tarihteki nükleer olmayan en büyük patlama olarak kabul edilirken, yaşanan bu olay sonrası 200'e yakın insan hayatını kaybetmiş, yaralıların sayısı ise 6 bini aşmıştır. Bu elim hadise, iç savaş tecrübesi yaşamış, istikrarsız iktidarlarla uzun yıllar ayakta kalma mücadelesi vermiş, bölgesel ve küresel güç savaşlarının konumlandığı Orta Doğu ve Doğu Akdeniz ülkesi olan Lübnan'da toplumsal fay hatlarını daha da aktif hâle getirmiştir. Nitekim, Beyrut Limanı'ndaki patlamayı takip eden günlerde Hükûmet istifa kararı almış, toplumsal gösteriler Covid-19 salgınına rağmen devam etmiştir.
Ancak yaşanan sıkıntılar bununla da sınırlı kalmamış, bu kez zaten zor durumda olan Lübnan ekonomisi daha kötü bir hâl almaya başlamıştır. Ülkede süregelen hayat pahalılığı giderek artarken, devletin özel teşebbüslere ödeme imkânı da yine ortadan kaybolmaya başlamıştır. Bu durumun faturası, öncelikli olarak enerji sektörüne kesilmiş, Lübnan'da faaliyet gösteren enerji şirketleri çalışmalarını durdurmak mecburiyetinde kalmıştır. Böylece siyasi istikrarsızlık, terör, toplumsal huzurun kaybolması, Covid-19 salgını ve ekonomik krize ilave olarak bir de enerji krizi vasat bulmuştur. Yaşanan enerji krizi sonrasında Lübnan tabiri caizse karanlığa gömülmüş, ülkenin pek çok bölgesinde gün içerisinde sadece birkaç saat elektrik sağlanabilmiştir. Enerji santrallerinin durması, zor koşullarda olan üretimi vurması bir yana, daha çok sağlık alanını etkilemiştir. Hastaneler bu alanda en ciddi sorunların yaşandığı yerler olarak öne çıkarken çoğu eczane pek çok hayati ilaç tedarikinde sıkıntı yaşamaya koyulmuştur. Böylelikle sorunlar yumağı daha da büyümüştür. Lübnan'da güncel olarak öne çıkan enerji krizi öyle bir boyut almıştır ki ülkenin millî borcunun yaklaşık yarısının elektrik sektöründen kaynaklandığı ifade edilmektedir.
Yaşanan vahamet, bir başka hâliyle devalüasyonda da kendisini göstermektedir. Ülkenin para birimi, son iki yılda yüzde 90'dan fazla değer kaybetmiştir. Bu oran, 1975 ile 1990 yılları arasında yaşanan iç savaştan beri Lübnan tarihinin en ciddi krizi olarak göze çarpmaktadır. Her ne kadar ülkedeki hükûmet krizi eylül ayında çözüme ulaşmış gözükse de yaşamı zorlaştıran ve iç çatışma koşullarını aradan geçen her gün biraz daha alevlendiren gelişmeler hâlen sürmektedir. Bugün giderek vahim bir durum alan ekonomik koşullarda Lübnan Silahlı Kuvvetleri ile İç Güvenlik Kuvvetleri mensuplarının gelir düzeyindeki azalma devletin asayiş alanındaki kabiliyetlerini de etkilemekte ve ne yazık ki kısıtlamaktadır. Üstelik bütün bu yaşananlar Orta Doğu'nun genelinde var olan sorunlardan bağımsız değil, tam tersine neredeyse hepsiyle ilintili olarak seyrine devam etmektedir. Lübnan'da yeni hükûmet henüz göreve başlamışken sorunlara çözüm getirme uğraşıyla birlikte yeni krizleri de kucağında bulmuştur. Elektrik kesintisi sebebiyle sorun yaşanan ülkede, çoğu insanın ihtiyacını karşılayabilmek için jeneratör kullanmaya başlaması, bu kez de akaryakıt sorununu doğurmuştur. Tam da böylesi bir süreçte İran, Lübnan'a Hizbullah'ın kontrol ve koordinesinde dağıtılmak üzere 4 milyon litre yakıt götüren 80 tankerlik bir konvoyu Suriye üzerinden ülkeye sokmuştur. Bu durum Hizbullah'ın konumunu güçlendirirken, diğer taraftan İran'ın Orta Doğu'da ulaştığı imkân ve kabiliyeti de gözler önüne sermiştir. Suriye iç savaşının başladığı dönemleri takip eden zamanlamayla, fiilî olarak bu krize dâhil olan İran'ın kendi topraklarından başlayarak Lübnan'a uzanacak bir hat kurma istediği, üzerinde sıklıkla konuşulan bir senaryoydu. Bir başka deyişle, Basra Körfezi ve Doğu Akdeniz hattının aynı kapsamda birleştirilmesiyle alakalı bazı gündemlerin olabileceği, bunun da Orta Doğu'nun barış ve istikrarını etkileyebileceği değerlendirmeleri yapılmaktaydı. Bu senaryoya öncelikli olarak karşı çıkanlarsa Amerika Birleşik Devletleri ve İsrail başta olmak üzere Orta Doğu'da İran'ın faaliyetlerinden rahatsız olan diğer ülkelerdir. Gelinen aşamada İran'ın Lübnan'daki Hizbullah'a 80 tankerlik uzun bir akaryakıt konvoyu göndermiş olması bahse konu olan ülkelerin de dikkatini çekmiştir. Bunun sonucu olarak bölgede yakın zaman içerisinde yeni çatışma koşulları ve alanlarının gerçekleşmesi neredeyse kesin bir hâl almaktadır. Ancak bunlardan daha önemlisi, Lübnan'ın da aynı çatışmalardan nasibini alma riskiyle karşı karşıya kalmış olmasıdır; kaldı ki, Hizbullah üzerinden, İran'ın Lübnan'a insani gerekçelerle erişim gösterdiği böylesi bir olay sonrası Lübnan Hükûmeti derhâl olayın kendilerinin bilgisi dışında ve izinlerinin alınmadan gerçekleştiğini duyurmaları olmuştur. İran karşıtı ülkeler ise uzun yıllardan bu yana Lübnan ordusuna sağlanan milyarlarca dolarlık yardımı sorgulamaya koyulmuşlardır. Bölgesel bazda gerginlik yaratan bu durum, kısa sürede kendini Beyrut sokaklarında göstermiştir. Liman patlaması soruşturmasıyla ilgili düzenlenen gösterilerde, geride bıraktığımız haftalarda ne yazık ki kan akmıştır; göstericilerin üzerine ateş açılması sonucu 6 kişi hayatını kaybedip 32 kişinin yaralandığı olay neticesinde ellerinde otomatik silahlar olan sivil kıyafetli kişiler sokaklarda boy göstermiştir.
Dolayısıyla, Lübnan yeniden, eski karanlık zamanlarında olduğu gibi, yeni bir iç savaşın içerisine sokulmak istenmektedir. Yapılan sağduyu ve itidal çağrılarının ne derecede karşılık bulacağı ise henüz kesinlik kazanmış değildir. Zira ülkede her anlamda kaybolmaya yüz tutan, sadece istikrar değil, aynı zamanda taraf ve grupların birbirine olan tahammüllerinin de olduğu anlaşılmaktadır.
Dolayısıyla, Lübnan'da yaşanan gelişmeler Türkiye açısından bütünün bir parçası olarak görülüp kabul edilmeli, tarihî ve kültürel bağlarımız olan bu ülkede yaşanan her gelişmenin millî güvenliğimizi doğrudan etkileyebilecek potansiyele sahip olduğu, akıllardan çıkarılmamalıdır. Suriye ve Irak'ta yaşanan istikrarsızlıklar, terör meseleleri ve hatta iç savaşın taşıdığı hesaplaşmanın diğer bir parçasının Lübnan'da olduğu her yönüyle aşikârdır. İşte bu yüzden sorunları sadece Lübnan özelinde okumak ve yorumlamak, bizler açısından eksik bir değerlendirme olabilecektir. Gerek uzak gerekse yakın dönem gelişmeleriyle beraber Lübnan'da yaşananlar düşünüldüğünde başta güvenlik olmak üzere hemen her mesele mutlaka ülkemizi doğrudan ilgilendiren neticeler doğurabilmektedir. Terör sorunundan tutun bölgesel girişim ve çabaların tamamında Lübnan, hedefte olan ülkelerden bir tanesidir. Lübnan merkezli yaşanan her gelişmenin bekamıza yönelen tehditleri beslediğini ise tecrübeyle yaşamış, görmüş bir ülkeyiz. Bu sebeple, Lübnan'ın iç barış ve huzurunun korunması, istikrarın tesis edilmesi, sadece ülkelerarası ilişkilerle, küresel prestij ve ağırlığımızla yahut tarihî ve kültürel bağlara sahip olduğumuz bir ülkeyle olan münasebetler çerçevesinden değil, millî güvenliğimiz açısından da önem arz etmektedir. Diğer yandan, Doğu Akdeniz'deki millî egemenlik haklarımızın müdafaası hususunda da Lübnan'ın sahip olduğu jeopolitik ve jeostratejik konumu gereği önemli bir etki barındırdığı dikkat edilmesi gereken bir başka husustur.
Değerli milletvekilleri, Lübnan'ın yaşadığı bunca sorunlara karşılık meseleye insani ölçülerle yaklaşan ülke sayısı ne yazık ki yok denecek kadar azdır. Fransa hâlâ bu ülkeye eski sömürgesi gözüyle bakmaktadır. Öne sürdüğü her konu başlığında hatta bu ülkeye yaptıkları resmî ziyaretlerde dahi bu çarpık anlayışı sürdürdükleri açıkça müşahede edilmektedir. Orta Doğu'da yaşanan çatışma ve krizlerin tarafı olan güçler de yine vekâlet savaşlarının bir başka cephesi olarak Lübnan'ı ele almaktadır. Dikkat edilirse insani yardımdan ve Lübnan'da hayatın normalleşmesinden ziyade, daha çok güvenlik eksenli politikalara ağırlık verdikleri açık biçimde görülmektedir. Bütün bunlara karşılık, ülkemizin insani ölçüleri, tarihî bağlar ve bakiyemiz olan diyarlara yönelik sahip olduğumuz engin kültür çerçevesinde Lübnan'a bakış açısı farkımızı ortaya koyduğu gibi, doğru ölçünün ne olması gerektiğinin gösterilmesi açısından da kıymetlidir.
Gelinen aşamada TİKA'nın Lübnan'a 2010 yılından bu yana toplam bütçesi 33 milyon doları aşan 130 projeyi tamamlayarak Lübnanlı kardeşlerimizin istifadesine sunduğu ifade edilmektedir. Yine, çok sayıdaki resmî ve sivil toplum kuruluşumuz Lübnan'da hem bu ülkenin vatandaşlarına hem de ülkelerinden ayrılmak durumunda kalan ve Lübnan'a göç eden Suriyeli ve Filistinli mültecilere yönelik yardım faaliyetlerini sürdürmektedir. Lübnan ekonomisinin canlanması için Türkiye üzerine düşeni yerine getirmektedir. Bu kapsamda, karşılıklı olarak 2010 yılında vize muafiyeti uygulamasının hayata geçirilmesi turistik ve iş amaçlı temasların yoğunlaşmasına katkı sunmuştur. 2006 yılında İsrail'le yaşanan savaş sonrasında ülkemiz, yardım elini uzatan ilk ülkeler arasında yerini almıştır. O dönemde 20 milyon dolar olan insani yardım sağlanmış, savaşın ardından toplanan Stockholm Konferansı ile Paris Donörler Konferansı'nda da ülkemiz toplamda 30 milyon dolar yardımda bulunmayı taahhüt etmiştir. Nitekim, yeniden imar faaliyetleri kapsamında ülkemiz Lübnan'da 37 prefabrik okul inşa edilmiştir. Müteakip zamanlarda AFAD tarafından yapılan 20 okulla birlikte Türkiye'nin bağışladığı toplam okul sayısı 57'ye ulaşmıştır.
Yine, Beyrut Limanı'nda yaşanan patlama sonrasında Türkiye, çok sayıdaki arama kurtarma uzmanları, sağlık personeli ve insani yardım ekibini buraya göndermiştir. Türk Kızılayı bölgede aynı kapsamda ve aynı amaca hizmet etmek için başarılı çalışmalara imza atmıştır.
Saygıdeğer milletvekilleri, Lübnan'la münasebetlerimizi önemli kılan bir başka konu da bu ülkede var olan ve sayılarının 20 binin üzerinde olduğu resmî kaynaklarca ifade edilen Türk nüfusudur. Orta Doğu'daki mevcudiyetimizin yanında, Beyrut gibi tarihî ve stratejik önemi haiz bir şehirle, aynı güzergâhla Kudüs-i Şerif'e uzanan sahada var olan Türk nüfus ve mevcudiyeti, bölgenin barış ve istikrarı açısından oldukça büyük öneme sahiptir. Yıllardan bu yana bu gerçek ne yazık ki bazı çevrelerce görmezden gelinmiştir. Oysa Türklük, bu alandaki yüzlerce yıllık mevcudiyetiyle bölgeye mührünü vuran asli bir unsurdur. Orta Doğu ülkeleriyle olan münasebetlerimizde uluslararası hukukun gerekliliği, karşılıklı çıkar ve menfaatler kadar, bölgede yaşayan Türklerin hak ve menfaatlerinin korunması da son derece hayatidir. Beyrut Limanı'nda yaşanan patlama sonrası Sayın Cumhurbaşkanı Yardımcımız ile Sayın Dışişleri Bakanımızın bölgeye kısa sürede intikal etmeleri ve Lübnan'ın yanında olup yaralarının sarılması konusunda ülkemizin dost elinin uzatılacağının belirtilmesi kadar, yine, Lübnan'da yaşayan ve "Ben Türkmen'im." diyen soydaşlarımıza Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığının verileceğinin ilan edilmesi son derece müspet bir gelişme olmuştur. Küresel emperyalizmin sömürgeci ve istilacı anlayışıyla etnik ve mezhep temelli ayrışma ve kışkırtmaları kaşıdığı bir dönemde, bilhassa Orta Doğu ve Kuzey Afrika'da yaşayan Türklerin Türkiye Cumhuriyeti'nin kudretini her anlamda yanlarında hissetmeleri, millî kültürlerini ve bundan sonra yaşadıkları yerlerdeki mevcudiyetlerini koruyarak güç kazanmaları anlamında oldukça değerlidir. Bu kapsamda, Hükûmetimizin sürdürdüğü çabaları da memnuniyetle karşıladığımızı yeri gelmişken ifade etmek isterim. Kaldı ki bu gayretlerin tamamı ülkemizin millî hedeflerine erişebilmesi için gücümüze güç katacak çarpan etkiler doğurabilecektir.
Bu sebeplerden dolayı, Milliyetçi Hareket Partisi olarak gündemimizde bulunan tezkereye olumlu yönde oy vereceğimizi belirtiyor, bölgede ve dünyanın pek çok yerinde üstün vazife şuuruyla mücadele eden tüm kahraman askerlerimize Cenab-ı Allah'tan üstün muvaffakiyetler diliyor, Gazi Meclisimizi sevgi ve saygılarımla selamlıyorum. (MHP ve AK PARTİ sıralarından alkışlar)