| Konu: | Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin UNIFIL'in görev süresinin uzatılması yönündeki 2591 (2021) sayılı Kararı çerçevesinde, hudut, şümul ve miktarı Cumhurbaşkanınca belirlenecek Türk Silahlı Kuvvetleri unsurlarının; 1701 (2006) sayılı Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi Kararı ve 880 sayılı Türkiye Büyük Millet Meclisi Kararı'yla tespit edilen ilkeler kapsamında; Birleşmiş Milletler Geçici Görev Gücü bünyesinde UNIFIL'e, 31/10/2021 tarihinden itibaren bir yıl daha iştirak etmesi ve bununla ilgili gerekli düzenlemelerin Cumhurbaşkanınca yapılması için Anayasa'nın 92'nci maddesi uyarınca izin verilmesine ilişkin Cumhurbaşkanlığı tezkeresi (3/1705) münasebetiyle |
| Yasama Yılı: | 5 |
| Birleşim: | 11 |
| Tarih: | 26.10.2021 |
CHP GRUBU ADINA UTKU ÇAKIRÖZER (Eskişehir) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; yüce Meclisimizi saygıyla selamlıyorum.
Kuzey Irak'ta yürütülen operasyonda şehit düşen Piyade Uzman Çavuş Yunus Emre Yalman'a Allah'tan rahmet, ailesine ve ulusumuza başsağlığı diliyorum. Bir başka şehidimiz genç Asistan Doktor Rümeysa Berin Şen; otuz altı saatlik nöbet sonrası evine dönerken geçirdiği trafik kazasında yaşamını yitirdi. Ailesi ve sağlık camiamıza başsağlığı, sabır dilerken yoğun iş yükü ve uykusuz nöbetlerin asistan doktorları, sağlık emekçilerimizi nasıl riske attığını bir kez daha görmeliyiz diyorum. Sağlık emekçilerimizin insani koşullarda çalışmaları için gerekli düzenlemelerin bir an önce hayata geçirilmesinde Meclisimiz sorumluluk üstlenmeli diyorum.
Değerli milletvekilleri, bugün, Lübnan'da konuşlu Birleşmiş Milletler Geçici Görev Gücü'nde (UNIFIL) görevli Türk Silahlı Kuvvetleri unsurlarımızın görev süresinin bir yıl uzatılması tezkeresi için grubumuz adına söz almış bulunmaktayım. Bu vesileyle gerek vatanımızın savunmasında gerekse bu tezkerede olduğu gibi Lübnan'da ve dünyanın dört bir yanında Birleşmiş Milletlerin barış misyonlarında başarıyla görev yapan kahraman Türk Silahlı Kuvvetleri mensuplarımızı, jandarmamızı, polisimizi ve sivil kurumlarımızın temsilcilerini selamlıyorum. Bu onurlu görevlilerini başarıyla tamamlayarak ailelerine ve vatanımıza kazasız belasız, sağlıklı biçimde geri dönmelerini diliyorum. Buradan Lübnan halkıyla, milyonlarca mazlum Filistinlilerle dayanışmamızı da kayda geçirmek isterim. Bu kapsamda, 2006'dan beri 14 kez uzatılan bu tezkereye "evet" diyeceğimizi buradan ifade ediyorum.
Sayın milletvekilleri, tabii ki Orta Doğu'da barışa katkı için Türkiye, on beş yıldır askerini Lübnan'da BM kapsamında bulunduruyor. Ama ifade etmek isterim ki AKP iktidarının dış politikadaki saplantılı ideolojik tercihleri nedeniyle, maalesef, Orta Doğu'da öteden beri birlikte hareket ettiğimiz ülkeler artık karşımıza geçmiş durumda. İktidara nasıl gelmiştiniz? "Komşularla, bölgeyle sıfır sorun." diyerek. Şimdi bir tane dahi komşumuz ya da bölge ülkesi yok ki aramızda sıkıntı yaşanmasın. Kimden bahsediyorum? Mısır'dan. Bakın, Yunanistan ve Rum kesimiyle yan yana anlaşma imzalayıp askerî tatbikat yapma noktasına geldiler. Kimden bahsediyorum? Bir dönem Ankara'yı Arap dünyasıyla arasını bulacak bir güç olarak gören İsrail'den bahsediyorum. Kendi izlediğimiz yanlış politikalar sonucu bölge barışı için mükemmel bir ara bulucu olma imkânını kendi kendimize tükettik. Kimden bahsediyorum? Yine, bu Doğu Akdeniz Gaz Forumu'nda Rumlar ve Yunanistan'la bir arada olan Filistinli kardeşlerimizden bahsediyorum. Bu kürsüde geçen yıl konuşan parti sözcümüz Sayın Ünal Çeviköz gibi, bir kez daha, Türkiye'nin Mısır'la olan ilişkilerinin mutlaka düzeltilmesi çağrısında bulunuyorum.
Doğu Akdeniz'de hidrokarbon kaynaklarının değerlendirilmesi ve deniz yetki alanlarıyla ilgili hukuk zemininde gerekli adımların atılması için Mısır önemli bir aktördür. Bizlerin çağrılarına sekiz yıl kulak tıkayan AKP iktidarı, Doğu Akdeniz'de yapayalnız kalınca çareyi Mısır'a zeytin dalı uzatmakta buldu. Keşke sözlerimizi işler bu noktaya gelmeden, Yunanistan ve Rum kesimi bölgede bu kadar destek toplamadan dinlemiş olsalardı. Yine de hatanın neresinden dönülürse kârdır diyerek Mısır'la normalleşmenin hızlandırılmasını ve bir an önce Kahire'ye büyükelçi gönderilmesini buradan dile getirmek isterim. Benzer şekilde, Şam'a ve Tel Aviv'e de bir an önce büyükelçi gönderilmesi Türkiye'nin ulusal çıkarlarının gereğidir.
Orta Doğu'yla ilgili son söyleyeceğim husus ise, Genel Başkanımız Sayın Kemal Kılıçdaroğlu'nun İkinci Yüzyıla Çağrı Beyannamesi'nde de dile getirdiği Orta Doğu barış ve iş birliği teşkilatının bir an önce kurulması gerekliliğidir. Türkiye, Suriye, İran ve Irak bu bölgenin meselelerini kendi aramızda çözmeli, başka ülkelerin bu bölgeye müdahalesine izin vermemeliyiz. Türkiye, dünyanın en fazla göçmen bulunduran ülkesi konumunda. Gerek Suriye gerek Afganistan ve gerekse başka ülkelerden Türkiye'ye yönelik göç unsuru birlikte değerlendirildiğinde transit ülkeler konumundaki Irak ve İran ile sorunun kaynağı olan Suriye'nin oluşturacağı böyle bir iş birliği zeminine nasıl hayati ihtiyaç olduğu görülecektir.
Değerli milletvekilleri, "Kahire'ye, Şam'a büyükelçi gönderelim." dediğimiz bir dönemde Türkiye, ülkesindeki 10 yabancı ülkenin büyükelçisini istenmeyen adam ilan etme noktasına geldi. 10 büyükelçinin yaptıkları açıklama ve sonrasında istenmeyen adam ilan edilmeleri yönündeki açıklamalarla tırmanan gerginliğin dün akşam itibarıyla sönmüş olması sevindiricidir. Şimdi, deniyor ki: Büyükelçilerin dün yaptığı yeni açıklama bir diplomatik zafermiş, geri adım atmışlar. Hayır değerli arkadaşlarım, ortada diplomatik zafer falan yok, geri adım da yok, hatta ısrar var. İşte, ABD Dışişleri Bakanlığı sözcüsü dün akşam açıklama yaptı, ne diyor? "18 Ekimde ne diyorsak oradayız." diyor. O günkü açıklamamız Viyana Sözleşmesi'nin 41'inci maddesine uygundur." diyor. "Yani Osman Kavala hakkındaki AİHM kararına uyulması çağrımız iç işlerine müdahale değildir." diyorlar.
AK PARTİ Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Erdoğan, bir kez daha iç politikada kendisine yarar sağlayacağı umuduyla gerginliği tırmandırmış ama bunun yaratabileceği büyük fatura anlaşıldığında ise geri adım arayışına girilmiştir. Sonunda da sarayın, Dışişlerinin çabaları ve Türkiye'nin Batı'yla kopmasından, Türkiye'nin ittifak üyesi olduğu NATO'da büyük bir çatlaktan endişe duyan ülkelerin de girişimleriyle geri adım sayılamayacak bir satırlık açıklama halkımıza diplomatik zafer gibi sunulmak istenmektedir.
Değerli milletvekilleri, bu kriz şimdilik dindiğine göre yaşananlara soğukkanlı bir şekilde bakabiliriz. Birincisi, bu büyükelçiler böyle bir açıklamayla Türkiye'ye baskı yapmanın sonuç getireceği kanısına acaba nasıl kapıldı? Çünkü daha önce ABD Başkanı Trump istediği için Rahip Brunson apar topar karar çıkartılarak bırakılmıştı. Gizli saklı bilgi değil, Trump -kendisi- böbürlenerek açıkladı Erdoğan üzerinde nasıl baskı kurduğunu. Yine, Alman gazeteci Deniz Yücel, Almanya Başbakanının ister rica deyin, ister baskı, ister telkiniyle bırakılmadı mı? Yani bugün "Yargıya baskı kuruluyor." diyenler, yargının bağımsızlığını gölgeleyen bu pazarlıkların yolunu asıl açanlardır. AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Erdoğan'a hukuka, demokrasiye, insan haklarına uygun davranmasının ancak dışarıdan baskılarla empoze edildiği gibi bir algının dünyada yerleşmesi ülkemiz açısından son derece vahimdir. Bu 10 büyükelçi de muhtemelen Erdoğan'la pazarlığın Türkiye'de yargıda önemli kararları aldırmanın kilidi olduğunu görerek diplomatik teamüle uymayan o açıklamayı yapmışlardı.
Meselenin ikinci yönüne gelince: Türkiye, Avrupa Konseyinin kurucusudur, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin tarafıdır. Bu Parlamentoda on yedi yıl önce tarihî bir kararla, yine AK PARTİ'nin iktidarında ama biz muhalefetin de tam desteğiyle birlikte adım atmıştık. Neydi o adım? Türkiye'nin tarafı olduğu uluslararası anlaşmaların Anayasa'mızın üstünde olacağı kararıydı. Avrupa Konseyinin kurucu sözleşmesi Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve ona riayet edilmesi için kurulan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararları artık bizim mevzuatımızın en yüksek ve ayrılmaz parçası olmuştu. Yine aynı AK PARTİ iktidarı döneminde AİHM kararlarının mahkemeler tarafından yerine getirilmesi, yargılamaların tekrarlanması yönünde adımlar atılmadı mı? Her yıl, hem de Avrupa Birliği fonlarıyla bir yenisini açıkladığınız ama gereğini hiç yapmadığınız bu yargı reformlarında, insan hakları eylem planlarında hep uluslararası sözleşmelerden, onlara uyumdan, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinden bahsediyorsunuz. Bakın, son İnsan Hakları Eylem Planı'nın daha ilk girişinde, dibacesinde ne yazdığını size okuyayım, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve AİHM kararları için deniliyor ki: "İnsan hakları hukukuna ilişkin standartları sürekli yükselten uluslararası enstrüman." Belgenin tümünde 17 kez "AİHM" vurgusu var ama bir de ortada gerçekler var değerli arkadaşlarım, dört yıldır süren bir adaletsizlik var ortada. Kendi mahkemelerimizin 1 beraat, 2 tahliye kararı verdiği, AİHM'in de "hukuk ihlali" dediği bir tutukluluk var. AİHM kararı ne diyor: "Kavala siyasi gerekçelerle tutuklu. Yargılamasında hak ihlali var. Ortada tutukluğa temel olacak delil yok." Türkiye ise bu karara uymak yerine Kavala'yı cezaevinde tutmaya devam etti. İki yıldır yerine getirilmeyen bir AİHM kararı var ortada. O hâle gelmişiz ki kurucusu olduğumuz, Avrupa'nın vicdanı dediğimiz Avrupa Konseyinde yaptırım uygulanması riskiyle karşı karşıyayız. Yani kendi iktidarınızda yaptığınız Anayasa ve yasa değişikliklerine göre şu anda AİHM'in Kavala ve Demirtaş davalarıyla ilgili kararlarına uymamak, aslında, Anayasa ve kanunların ihlalidir değerli arkadaşlarım. Yani meseleyi "Büyükelçiler şöyle diyor, böyle diyor." diye değil "Kendi hukukumuza, kendi demokrasimize ne uygundur; biz Anayasa'mızda ne söz verdik, dünyaya ne söz verdik?" diye bakarak çözmeliyiz değerli arkadaşlarım.
Meselenin üçüncü ve bence en önemli boyutuna gelince: Yedi gün boyunca tırmandırılan bu krizin faturasını kim ödüyor? Ne büyükelçiler ödüyor ne de saray yönetimi; bu krizin kaybedeni dakika dakika artan dolar kuruna, onun kendi cebine etkisine, neredeyse günde iki kez artan benzin fiyatlarına, motorin fiyatlarına kaygılanarak bakmak zorunda bırakılan yoksul halkımız ödüyor değerli arkadaşlarım.
Değerli milletvekilleri, Türkiye'nin son dönemde uluslararası itibarına ve dolayısıyla ekonomimize zarar veren bir başka mesele de OECD Mali Eylem Görev Gücü tarafından gri listeye alınmamız olmuştur. Yani kara parayla mücadelede yükümlülüklerini tam olarak yerine getirmediğimizin tescil edilmesidir. Türkiye'nin dünyadan uygun koşulda borç bulmasını daha da güçleştirecek bir kararla karşı karşıyayız. Bu ayıbın sorumlusu dünyaya verdiği şeffaflık sözünü yerine getirmeyen ama "Yerine getiriyoruz." diyerek hem milleti hem de Meclisimizi kandıran tek adam yönetimidir. Nasıl mı? Anlatayım: Daha on ay önce bu Meclisten bir kanun geçirdiniz: Kitle İmha Silahlarının Yayılmasının Finansmanının Önlenmesine İlişkin Kanun. Komisyonda ve Genel Kurulda apar topar çıkarılan kanunun görüşmeleri sırasında iktidar partisi sözcüleri dedi ki: "Bu kanunu çıkarmazsak kara parayla mücadelede alt kümeye düşeriz, gri listeye alınırız. Aman, hemen çıkaralım." "Kara parayla, terörle mücadele edeceğiz." diyerek getirdiğiniz o kanunda sivil toplumun sesini kısacak, sivil toplumu yok edecek düzenlemeler vardı. Daha o zaman birçok milletvekilimiz gibi bu kürsüden uyarmıştık. Bizzat ben, mesela, ne demiştim, hatırlatayım değerli arkadaşlarım: "Önümüze gelen bu metinde yolsuzlukla mücadele, şeffaflık anlamında atmamız gereken diğer önerilerin hiçbiri yok. 43 maddenin sadece 6'sı terörün finansmanını önlemeye yönelik; gerisi derneklerin faaliyetlerini kısmak, sivil toplumu susturmak için getirilen maddeler. Yani hedefiniz aslında kitle imha silahları ya da kara para değil, hepimizin insan haklarını savunmak için çalışan dernekler ve sivil toplum örgütleri. Bu gidişle gri listenin dibine, kara listenin ortasına düşeriz." Dinlemediniz, on ay sonra işte karar açıklandı; Arnavutluk, Fas, Suriye, Güney Sudan ve Yemen gibi ülkelerin içinde olduğu gri listeye alındık. Hem OECD'ye verdiğiniz sözleri tutmadınız hem de "Tutuyoruz." diye bu Meclisi, bu milleti kandırdınız. Şimdi foyanız ortaya çıktı. Şimdi şu soruyu sormak bizim hakkımız değil mi; bu ayıbın hesabını kim verecek bu millete? 10 büyükelçi için yeri göğü inletenler bu gri listeye neden ve nasıl girdiğimizin hesabını vermeyecek mi bu millete?
Sadece kara parayla mücadelede küme düşmüyoruz ki; dünyada hukukun üstünlüğü sıralamasında 139 ülke arasında 117'nci sıradayız, Basın Özgürlüğü Endeksi'nde 153'üncü sıradayız. İnternete en fazla yasak, sansür uygulayan ülke biziz. Son yedi yılda pasaportumuzun bile gücü daha da azalmış, 20 sıra aşağıya düşmüş.
Değerli milletvekilleri, Türkiye demokrasiden, hukuktan uzaklaştıkça Batı kurumlarıyla ilişkilerimiz her geçen gün daha da geri gidiyor. Kazanılmış haklarımızı bile savunmaktan aciz bir iktidar var. Türkiye, Avrupa Birliğine tam üye adayı olan bir ülke, nitekim bugüne kadar Avrupa Birliği içinde her zaman "genişleme" başlığı altında yer almaktaydık ama geçen ay Avrupa Birliği komisyonu Türkiye'yi adaylar arasından alıp "Orta Doğu ve Kuzey Afrika birimine kaydırdı. Bugün 10 büyükelçinin açıklaması için yeri göğü inletenlerin Türkiye'nin kazanılmış adaylık statüsünün yok sayılmasına tek bir kelime ettiğini gördünüz mü? Göremezsiniz değerli arkadaşlarım.
Üzülerek hatırlatmak isterim ki artık ülkemiz uluslararası arenada sözünü de dinletemez hâle geldi. Bunu niye söylüyorum? Geçtiğimiz hafta uluslararası anlaşmaları oylayarak Genel Kurulumuzu kapatmıştık. O anlaşmalardan biri de INTERPOL'le ilgiliydi. Anlaşmanın komisyon görüşmelerinde açıklandı, INTERPOL'ün Genel Kurulu önümüzdeki günlerde İstanbul'da yapılacak. Atatürk'ün imzasıyla üyesi olduğumuz INTERPOL bile Türkiye'nin yüzlerce kırmızı bülten ve iade taleplerini reddetmekte. Komisyonda Dışişleri Bakan Yardımcısı ve Emniyet Müdürlüğünden gelen yetkililer açıkladılar; FETÖ'yle alakalı 773 kırmızı bülten, diğer terör örgütleriyle ilgili silahlı eylemlere de karışan 240 şahsın iade talebi, kırmızı bülten talebi INTERPOL tarafından yani üyesi olduğumuz uluslararası bir kuruluş tarafından reddedilmiş durumda. Niye, neden, niçin? Değerli arkadaşlarım, çünkü Türkiye dış politikada yalnızlaşmıştır, bu yalnızlığın faturası ağır ekonomik sıkıntılar ve ülke saygınlığının önemli oranda erozyona uğramasıyla ortaya çıkmaktadır. Dış politikamız, iç politika saikleri ve dinî, mezhepsel yaklaşımlarla günlük olarak idare edilmeye çalışılmaktadır. Suriye, Irak, Mısır başta olmak üzere bölge ülkeleriyle ilişkilerimiz ideolojik saplantılara kurban edilmiştir. Bu anlayışın ortaya çıkarttığı sorunlarla iktidar başa çıkamamaktadır. Bugün, topraklarımızda sayıları 5 milyona ulaşan göçmen problemi, bu irrasyonel anlayışın sonucudur. PKK/PYD'nin sınırdaş ülkelerde güçlenmesi de yine bu yanlış, irrasyonel dış politikanın sonuçlarıdır. Anımsatmak isterim ki Suriye'de rejimi değiştirme çabasına girmeden önce sınırımızda ne PKK vardı ne IŞİD ne Nusra ne de yüzlerce eli kanlı terör örgütü... Şu anda da dış politikada büyük güçler arasında ikili bir tavır sergileyerek buradan kârlı çıkmayı beklemek şeklinde gerçek dışı olduğu kadar tehlikeli bir yol izlenmektedir. Saray yönetimi bu yöntemi bir denge politikası zannetmektedir. Buradan hatırlatmak isterim ki bu topraklarda aynı kafayla oynanan son denge oyunu Osmanlı İmparatorluğu'nun sonunu getirmiştir. Rusları Amerikalılara, Amerikalıları Ruslara karşı kullanmaya çalışmak gibi son derece tehlikeli bir politika izleniyor, S-400 ve F-35 meselesinin özeti budur.
İkili ilişkilerde olduğu kadar çok taraflı ilişkilerde de Türkiye kan kaybetmektedir. Demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü gibi temel çağdaş normlarda geriye giden Türkiye, AB'yle ilişkilerinde, başta Avrupa Konseyi olmak üzere, uluslararası kuruluşlarla ilişkilerinde ciddi sıkıntılar yaşamaktadır. Türkiye, bugün, maalesef dışarıda otoriter ve demokrasi dışı bir anlayışla yönetilen ülkelerle aynı kategoride görülmektedir. İktidar bu gerçeği "güçlenen Türkiye'nin düşmanlarının ülkeyi zayıflatma çabaları" şeklinde lanse etmeye çalışsa da iç kamuoyunu bu yönde aldatma gayreti içinde olsa da ekonomik gerçekler ve dış politikadaki çöküş, acı gerçeği her gün hepimizin gözüne sokmaktadır. Dış politikanın temel kurumu olan Dışişleri Bakanlığı karar alma ve uygulama sürecinden büyük ölçüde çıkartılmıştır. Profesyonel kadrolarca ve devlet anlayışıyla yürütülmesi gereken dış politika, ehliyetsiz kadroların elinde, parti ve şahıs çıkarları doğrultusunda günü kurtarmaya yönelik bir anlayışla idare edilmeye çalışılmaktadır. Dışişleri Bakanlığı, ne yazık ki getirildiği noktada, dünyayı okuyabilme yeteneğini kaybetmiştir. Dünyada otoriter, otokratik sistemler uluslararası sistem dışına itilmektedir. Türkiye, maalesef, mevcut iktidar yönetiminde demokrasi, adalet, insan hakları, kadın hakları, güçler ayrılığı gibi çağdaş dünyanın değerlerinin hepsinden uzaklaşmış durumdadır. Bu durum, sadece sosyal ve ekonomik bozulmaya neden olmamakta, Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşundan bu yana oluşan uluslararası saygınlığını da hızla eritmektedir. Kurucuları arasında yer aldığımız uluslararası kuruluşların özellikle insan hakları konusundaki uyarılarının "yok saymak" gibi gülünç bir söylemle uygulanmaması bozulan ekonomimizi daha da içinden çıkılmaz hâle getirmektedir; sonunda, bedeli halkımız ödemektedir. İktidar yaptığı kimi bilinçli kimi bilinçsiz dış politika hataları nedeniyle hayali dış düşmanlar yaratıp Don Kişot gibi yel değirmenlerine saldırmayı bırakmalıdır; bunun yerine, yirmi yılda tahrip ettikleri, insan haklarına saygılı, laik, demokratik, güçler ayrılığına dayalı parlamenter sisteme yeniden dönüşün yolunu açması, bugün, Türkiye'ye yapacağı en büyük iyilik olacaktır.
Değerli milletvekilleri, hem kendi ülkemizin hem de Birleşmiş Milletlerin teröre destek verdiği için yaptırım uyguladığı şahısların Türkiye'de kırmızı halıyla, bakan protokolüyle karşılanması doğru değildir. Afganistan'da insanları asarak meydanlarda sergileyen, kadınlara, gazetecilere, etnik gruplara yeniden baskı uygulayan, kız çocuklarının eğitime erişimini, kadınların toplumsal hayata erişimini engelleyen, terörle, uyuşturucuyla ve yasa dışı göçle mücadele için hiçbir somut adım atmayan Taliban yönetiminin Ankara'da el üstünde tutulması bu anlayışı meşrulaştırmaktan başka bir amaca hizmet etmez. Bu düşünceler sadece benim düşüncelerim değil, inanıyorum ki dünyanın dört bir yanında ama özellikle Afganistan'dan milyonlarca kadının, kız çocuğunun, baskı altındaki aydınların talebidir.
Bu arada hatırlatmak isterim: Ankara'da Taliban için kırmızı halı serilirken 2001 yılından beri Afganistan'da görev yapan Silahlı Kuvvetler birliklerimizle birlikte çalışan yaklaşık 150 yerel tercüman sahipsiz bırakılmış durumdadır; bu, kabul edilemez. Bakın, bize olduğu gibi diğer partilere de ulaşmış durumdalar, yardım çağrılarına karşılık bile verilmediğini söylüyorlar. Büyükelçiliğimize yardım istemek için koşan Afgan tercümanlara hakaret edildiği iddiaları hepimizi üzmekte. Ne olursa olsun orada bizim askerlerimizin iyiliği, huzuru, güveni için görev yapan bu insanların yaşadığı korku ve büyük kaygılar karşısında Ankara'nın sessizliği insani de değildir, vicdani de değildir. Meclis kürsüsünden, bu konuda iktidara bir an önce adım atması gerektiğini ve tüm ülkeler kendilerine Afganistan'da yardım eden tercümanlarını ve diğer Afganları Afganistan'dan kurtarmaya çalışırken Türkiye'nin hiçbir şey yapmadan beklemesinin doğru olmadığını, bir an önce bu insanları Taliban'ın zulmünden kurtarmamız gerektiğini açıklayarak sözlerime son vermek isterim.
Hepinizi saygıyla selamlıyorum. (CHP sıralarından alkışlar)