| Konu: | Cumhurbaşkanlığının, Türkiye Cumhuriyeti ile Azerbaycan Cumhuriyeti Arasında Stratejik Ortaklık ve Karşılıklı Yardım Anlaşması hükümlerinden kaynaklanan taahhütlerimizi yerine getirmek, ateşkesin gözlenmesi, ihlallerin önlenmesi, bölgede barış ve istikrarın sağlanması amacıyla, Türkiye'nin yüksek menfaatlerini etkili şekilde korumak ve kollamak üzere, hudut, şümul, miktar ve zamanı Cumhurbaşkanınca takdir ve tayin olunacak şekilde, Türk Silahlı Kuvvetlerinin Ortak Merkez'in görevlerinin ifası yönünde hareket etmek üzere yabancı ülkelere gönderilmesi, bu kuvvetlerin Cumhurbaşkanının belirleyeceği esaslara göre kullanılması ile risk ve tehditlerin giderilmesi için her türlü tedbirin alınması ve bunlara imkân sağlayacak düzenlemelerin Cumhurbaşkanı tarafından belirlenecek esaslara göre yapılması için 17/11/2020 tarihli ve 1272 sayılı Türkiye Büyük Millet Meclisi Kararı'yla verilen izin süresinin Anayasa'nın 92'nci maddesi uyarınca 17/11/2021 tarihinden itibaren bir yıl uzatılmasına ilişk |
| Yasama Yılı: | 5 |
| Birleşim: | 17 |
| Tarih: | 10.11.2021 |
HDP GRUBU ADINA RIDVAN TURAN (Mersin) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; hepinizi saygıyla selamlıyorum.
Elimde tezkere var, tezkere 2 şeyin vurgusunu yapmış özellikle: Bunlardan bir tanesi, Ortak Merkeze vurgu yapmış. Ortak Merkeze yapılan vurgu esasen operasyonel olmayan bir içerik taşıyor çünkü bilindiği üzere, Rusya ile TSK arasında akdedilmiş olan Ortak Merkez, operasyonel olmaktan ziyade bir gözlem niteliğine sahip. Diğer taraftan da 2010'daki anlaşmaya vurgu yaparak operasyonel bir içeriği taşıyor. Yani aslında tezkere Cumhurbaşkanlığının takdir yetkisine bir savaş ve çatışmayı da terk etmiş durumda.
Şimdi, tabii, burada "ulusal çıkarımız gereğince" diye bahsedilmiş. Birazdan "ulusal çıkarımız gereğince"den kasıt nedir, nasıl bakmak gerekir, onlardan bahsedeceğim fakat oraya gelmeden önce Türk hariciyesinin en azından 2010 yılından sonra -bu zamana kadar- Orta Doğu'da gayet yüksek maliyetli faturalar çıkardığını ve bunun Orta Doğu'da yaşayan bütün halklar açısından da son derece olumsuz siyasi sonuçlar çıkardığını ifade etmek istiyorum. Az ya da çok, Türkiye'nin geçmişte bir -nasıl söyleyelim- güçlü bölge, güçlü ülke imajı var idi ama son dönemlerde agresif ve sürekli askerî tedbirlere vurgu yapan, askerî çözümleri çağrıştıran yol ve yöntemleri sayesinde ne yazık ki bu saygınlıktan kaynaklı çözüm politikası berhava olmuş durumda. Hatta giderek din ve mezhep ağırlıklı sorun çözme yöntemleri, bu tür hamleler Türkiye'ye dair bölgede örnek ülke düşüncesini, örnek model düşüncesini iyice yerle yeksan etti. Hele bir adım daha ileriye gidildiğinde radikal İslami fundamentalist örgütlere verilen destekle birlikte Türkiye ne yazık ki dünyada bu örgütlerin, bu cihadist terörist yapılanmaların hamisi olarak algılanmaya başlandı.
Şimdi, kıymetli milletvekilleri, bir sorunu çözecekseniz sorun yaşayanlarla aynılaşarak sorunu çözemezsiniz. Sorunu çözmenin yöntemi, diyaloğu ve diplomasiyi esas alacak bir biçimde soruna yaklaşmaktır. Eğer siz onlarla aynılaşırsanız, iktidarın dış politikasında olduğu gibi onlarla aynılaşırsanız, herhangi bir Körfez ülkesi derekesine düşerseniz bu sorunları çözemez, tam tersine bu bataklık içerisinde hem kendi ülkemizi hem de bu coğrafyada yaşayan insanların kahir ekseriyetinin huzurunu riske atmış olursunuz. Ne yazık ki 2010'dan sonra böylesine bir siyaset uygulanageldi.
Bir de ayrıyeten şöyle bir problem var: Ya, diplomasiyle çözülebilecek meseleler bir türlü diplomasiyle çözülmediği gibi aynı zamanda alanda da ağırlıklı olarak tek bir aktör ya da grup temel alınmak suretiyle bu sorunların çözümüne yöneliniyor. Bunun sonucunda ne oldu? Hani az önce söyledim ya, neydi "Ulusal çıkarımız gereği." deniliyor. Mesela Mısır siyasetindeki hangi ulusal çıkar bizim açımızdan çok çok önemli ya da bir ulusal çıkar var mı? Libya açısından ne söylenebilir? Değerli arkadaşlar, şimdi burada sadece Mısır, Libya, Suriye meselesi değil, aynı zamanda kavgalı olmadığımız hiçbir bölge ülkesi ne yazık ki yok. Sadece bölge ülkesi değil, küreiarzın bütün ülkeleriyle bir düzeyde çelişki yaşayan bir hariciye zihniyetine sahibiz. Evet, yani geçmişi de, hani geçmişteki hariciye tecrübelerini de çok beğendiğim için söylemiyorum bunu ama bu dönemde gerçekten son derece olumsuz bir gidişatla karşı karşıya kalmış durumdayız. ABD'sinden Rusya'sına, Çin'ine kadar herkesle bir biçimiyle problem yaşıyoruz.
Şimdi, bu politikaların tümü "millî çıkar" adı altında yürürlüğe konuldu. Millî çıkar nerede başlar, kişisel çıkar nerede biter, bir bunu konuşmak gerekiyor herhâlde. Örnek vereyim, biraz uzaktan başlayalım örneğe: Örneğin Nazi Almanyasını düşünün. Nazi Almanyası, Versay Anlaşması'nın küllerinden doğdu. Versay Anlaşması, Alman ulusunu aşağılamıştı, öyle düşünülüyordu. Dolayısıyla aşağılanmış olan Alman ulusunun tekrar ayakları üzerine dikilmesi için bir ulusal seferberliğe ihtiyaç vardı. Bu ulusal seferberlik, Nazi iktidarını sosyal demokratlardan sonra iktidara taşıdı ve nihayetinde bildiğimiz şey ortaya çıktı. Şimdi, örneğin bu tecrübe içerisinde Alman ulusunun çıkarına ne vardı? Ama çıkarlar vardı; Thyssen gibi, Krupp gibi uluslararası savaş tekellerinin, silah üreten bu tekellerin olağanüstü çıkarları vardı ve sonuçta 5 milyondan fazla kayıp veren bir halk geriye baktığında "ulusal çıkar" diye kendine pazarlanan şeyin yokluk, savaş, açlık ve ölümden başka bir şey olmadığını gördü. Hadi bir adım daha beriye gelelim: Birinci Dünya Savaşı'nda Almanların safında savaşa girmenin Türkiye halkı, halkları -ne derseniz artık- açısından faydası neydi? Sarıkamış'ta o kadar askerin hayatını kaybetmesi gerçekten ulusal çıkar lehinde kaydedilecek bir şey miydi kıymetli arkadaşlar? Ama Alman emperyalizminin ve onunla iş tutan İttihat ve Terakki paşalarının, Enver'in, Cemal'in ve Talat'ın elbette burada birtakım çıkarları vardı.
Şimdi, bu "ulusal çıkar" deyince, o sebeple her iktidarın "ulusal çıkarımız" dediği şeye, hiç kimse kusura bakmasın, biz, gerçekten "Ulusal çıkarımız buradaymış." diye kaldırılan bayrağın arkasına dizilecek durumda falan değiliz.
Bakın, Libya'yı konuşalım ya, Libya'yı konuşalım. Şimdi, hep Libya politikası konuşuluyor ya, esası nedir arkadaşlar? "Ulusal çıkar" diye Libya'yı bize pazarladınız. Aslında, Mısır'da Müslüman Kardeşler iktidar olamamıştı, iktidar partisi Mısır'da olamadığı için onları mümkünse Libya'da iktidar yapmak amacıyla bu dış politikanın mimarlığına savundu ve bu biçimsiz siyaset kıymetli arkadaşlar, ne yazık ki mavi vatan tasavvuruyla bir ulusal meseleye dönüştürüldü. Aslında, mesele İhvan meselesiydi, bunu herkes biliyor, bu siyaseti kuranlar da bunu çok iyi biliyor. Hani bir laf var ya: "Sahada olmazsak masada olamayız." Bu, nasıl oluyor anlayabilmiş durumda değilim.
Şimdi, Libya sahasında kim yoktu? Suriye'den devşirilen savaşçılar var mıydı? Başka savaşçı gruplar var mıydı? MİT var mıydı? TSK var mıydı? SADAT var mıydı? Bu kadar alandayken hangi masada oldu bu dış politika? Şimdi, bu hariciyenin hesabı niye verilmiyor? Bu hariciye dehasının hesabı niye verilmiyor? Mesela, Türk dış politikası Libya'dan hangi siyasi sonuçları elde etti? Masa kuruldu, masaya oturabildi mi?
Hadi, Azerbaycan'ı konuşuyoruz, gelin, Azerbaycan'dan bahsedelim. Azerbaycan'da masada Türkiye mi vardı? 3 tane ülke vardı ve esas mesele şudur değerli arkadaşlar: Bakın, Rusya orada tarihsel ve siyasal otoritesini kanıtladı; bu yanlış politika sebebiyle kanıtladı. Oysa Türkiye müzakereye dayalı, karşılıklı diplomasiye dayalı bir siyaseti hem Azerbaycan'da üretebilirdi hem Mısır'da üretebilirdi, Libya'da üretebilirdi, Suriye'de üretebilirdi, hatta Kürtlerle üretebilirdi. Deniyor ya şimdi "Dibimize Amerika nereden geliyor, bilmem kimler nereden geliyor bizim sınırımızın dibine?" diye. Konuş kardeşim dibindekiyle, konuş, diyalog kanallarını aç, müzakereyi aç, diplomatik dil kullan her şeyden öte. Ama dediğim gibi, yani bu fasit daire bir türlü kırılamadı ve hâlâ buradan, böyle tuhaf bir biçimde devam ediliyor.
Benim kişisel kanım ne, biliyor musunuz? Erdoğan'ın içinde bir yerlerde bir Enver Paşa var, dönem dönem ortaya çıkıyor. Oysa Enver Paşa'nın Savaş Bakanı olarak sürdürdüğü süreçte, 7 milyon kilometrekareyle başlayan Birinci Dünya Savaşı, 700 küsur bin kilometrekareye kadar daraldı. 1 milyona yakın asker bu süreçte hayatını kaybetti ve Tacikistan'da, biliyorsunuz, Bolşevik makineli tüfeklerine karşı, silahsız ve kılıcıyla savaşmaya çalıştı. Şimdi, bu, değerli yalnızlık mı yani "değerli yalnızlık" derken iktidarın tahayyülünde böyle bir şey mi var? Bu, değerli yalnızlık falan değil; bu, diplomasiye, siyasete ve uzlaşmaya uygun olmayan bir hariciyenin yaratmış olduğu doğal ve siyasi sonuçlar ne yazık ki.
Şimdi, bizim hariciyemizin bir de şöyle bir özelliği var yani "denkleme gireceğiz" diye çatışmalarda taraf olmayı maharet sayan bir anlayışımız var. Ya, oysaki bakın, Orta Doğu açısından bunu söylüyorum özellikle, Orta Doğu siyaseti eğer az sonra söyleyeceğim öncüller temeline dayanmamış olsaydı yani tarafsız bir dış politika çerçevesinde çözüm sağlayan bir ülke olabilseydik, iktidar böyle bir dış politikayı sağlayabilmiş olsaydı gerçekten, Türkiye'nin özgül ağırlığı savaşla sağlamaya çalıştığı özgül ağırlıktan çok daha fazla olacaktı. Bunun dünyada pek çok örneği var, herkes biliyor.
Dedim ya, o öncüller diye, o öncüller şunlar arkadaşlar: İktidar 2010 yılından sonra sistematik bir biçimde Orta Doğu siyasetinde Müslüman Kardeşler'i temel aldı, onların siyasetini güttü. Birinci dayandığı nokta temel olarak buydu. Bir başka dayandığı şey, Kürt sorununun çözümsüzlüğü temelinde Kürt düşmanı bir politika izledi ve bunlarla yedeklenmiş biçimde belki de bunlardan çok daha önemli olan bir şey yaptı; o yaptığı şey de dış politikayı iç politik bir manivela olarak kullandı.
Bakın, dış politik hamleler iç politikada kullanılmaz değildir, elbette kullanılabilir ama dış politik hamlelerin tümü, ulusal beka için, ulusal çıkarlar için olduğu söylenen politik hamleler eğer bir kişinin bekasını ve bir kişinin gönencini, ayakta kalmasını, bir iktidarın varlığı sürdürmesini sağlıyorsa orada çok kuvvetli bir problem var. Türk dış politikası ne yazık ki uzunca bir zamandan beri direkt iç politikaya tahvil edilebilecek, iç politikada tribünleri coşturacak bir biçimde şekillendirilmeye çalışılıyor. Allah aşkına, şimdi, bunun, bu ekonomik krize, bu yoksulluğa, bu genel gidişata, halkımızın içinde olduğu bu problemlere zerreyimiskal kadar bir faydası var mı, çözücü bir tarafı var mı? Ne yazık ki yok, ne yazık ki yok.
Bizim bu dış politikanın, tuhaf dış politikanın bir özelliği de aynı zamanda iç politikayı dışa tahvil etmesi. Bakın, bu da ilginç bir şey, bu da kendi açmazını, kendi iç politik çözümsüzlüğünü dışarıya yansıtmak suretiyle, aynı zamanda oradaki mazlumların üzerine ihale etmek suretiyle bir dış politika yürütülmesidir. Bunlar doğru değil kıymetli arkadaşlar. Bu dış politika, sürdürülebilir bir dış politika değildir. Bu dış politika, diplomasiyi ve uzlaşmayı temel almayan dış politika, Türkiye'nin bölgedeki çıkarlarını zannedildiğinin aksine olumsuz etkileyen bir politikadır ama belli ki şimdi, bu böyle gidecek. Bir laf var hani, elinde çekiç tutuyorsan bütün sorunları çivi gibi görürsün. Türkiye de elinde İHA'ları, SİHA'ları, iktidarın çok övündüğü bu savaş makinelerini tuttuğu için diplomasiyi bir kenara koymuş durumda; bütün meseleleri çekiç ile çivi diyalektiğinde olduğu gibi çözeceğini varsayıyor, bu sebeple de son derece büyük hata yapıyor. Bizim dış siyasetimizin ne kadar militarize olduğunun farkında mısınız ya? Dış politikada İHA'dan, SİHA'dan, zırhlı araçtan başka konuşabildiğimiz bir şey var mı? Bir gariban Afrika ülkesinin kapısını çaldığımızda onlara ilk gösterdiğimiz şeyler bunlar; sanat götürün, bilim götürün, coronaya çözüm götürün, felsefe götürün. Bu, dış politikanın kendi içeriğinden soyutlanmasıdır, politikasızlaşmadır bu ve dış politika adına gerçekten utanç verici bir şeydir. Eskiden "İnşaat Ya Resulullah" diye bir laf vardı, şimdi de "Top tüfek Ya Resulullah." şekline ne yazık ki döndü bu. Ve bütün bu gerilim alanlarının hemen tümünde kıymetli arkadaşlar, bu piyasanın genişleyebilmesi için vitrine ihtiyaç var. Şu anda Suriye vitrininde sorun var, yarın ne olur belli değil. Libya vitrini şimdilik kapandı, Karabağ vitrini var ve biz de Karabağ'daki bu sürecin bu yaklaşımlarla birlikte ileride büyük yangınlara, büyük patlamalara gebe olabileceğini düşünüyoruz çünkü bir deneme yapıldı, bu deneme şudur: Orada donmuş bir diplomatik süreci zor yoluyla çözebileceğini düşünen bir iktidar var artık ve bu, Azerbaycan siyasetine etki edecek ve bu, Orta Doğu'da diğer donmuş alanlardaki siyasete etki edecek. Bu ne demektir biliyor musunuz kıymetli arkadaşlar? Bu, Erdoğan'ın bütün gerilim alanlarına elinde benzinle gitmesi demektir. Buradan hayırlı bir sonuç çıkmaz kıymetli arkadaşlar. Burada diplomasiyi ve uzlaşmayı temel alacak bir siyaset yaklaşımına ihtiyaç var.
Size bir şey söyleyeyim mi? Şimdi, tabii, bizim bu tür mevzulara yaklaşımımız belli ama bu defa bu yaklaşımı birkaç başka başlıkta da tahkim ediyoruz. Bize göre iktidarın ve Erdoğan'ın ülkeyi yönetme ehliyeti kalmamıştır. Ülkeyi yönetme ehliyeti kalmayan birine "Hadi, bu ülkeyi bir de savaşa sok." diye destek vermeyiz, çok açık yüreklilikle söylüyorum, bu böyle bilinsin. Savaşa ve çatışmaya zaten karşıyız ama bu sebeple iki defa karşıyız. Ayrıyeten hem ekonomik krizden şikâyetleneceğiz hem iktidar blokunun halkı açlıkla ve yoksullukla terbiye ettiğinden dem vuracağız, bunun için sokağa çıkacağız hem de fakirin fukaranın ekmeğini ikiye bölen kılıca onay vereceğiz; bu mümkün değil değerli arkadaşlar. Bu mümkün değil ama aynı zamanda bu, halklarımızın tümüne ve Orta Doğu halklarının da faydasına bir şey değil.
Sonuç olarak şunu söylemek istiyorum: Ermenistan, Ermenistan'ın Başkanı, Avrupa'nın veya Batı'nın kendisini bu anlamda destekleyeceğini varsaydı, Rusya'yı yanlış okudu, yanlış siyasi hamleler yaptı; Azerbaycan, petrol gelirleriyle askerî sanayi kompleksini güçlendirdi ve orada savaş öncesi gerilim hızla boyutlandı, arttı. Bence burada Türkiye'ye düşen şey, sonuna kadar diplomasiyi kullanmak, diplomasiyi desteklemek olmalıydı. Şimdi sonuçtan bakalım -sonuçtan bakınca biraz daha iyi görülüyor da- burada kim ne aldı, kim ne verdi? Biz kendi elimizle, çıkmış olduğu Azerbaycan topraklarına Rusya'yı yine getirdik mi; Sovyetler Birliği'nde boşaltmış olduğu üsse tekrar onu davet ettik mi, onlar gelip oraya yerleştiler mi? Hani sahadaydık "Alanda da hegemon olacaktık." derken üçlü diyalogun dışında kaldık mı? Şimdi bir gözlem noktasındayız, Karabağ'ın dışında bir gözlem noktasında; onun işi de gözlemek, onun işi de gözlemek. Deniliyor ki: "Nahçıvan'dan Azerbaycan'a açılan kapı bizi aynı zamanda Orta Asya'ya ve belki de Orta Asya petrollerine, Hazar enerji kaynaklarına yaklaştıracak." Arkadaşlar, bu yolların hepsinin Rusya tarafından tutulduğunu, Rusya'nın icazetiyle oradan geçişin mümkün olacağını hepimiz biliyoruz değil mi? İyi kötü dış politikayı benzer okuduğumuz yerler de var.
E, şimdi, hani şunu söylemiyorum "Biz buradan işte o petrollere gitseydik, otursaydık, şu kadar şey elde etseydik." Mesele bu değil; mesele ne biliyor musunuz? Bu üç günlük hayatta halkların birbirini ötekileştirmeden yan yana, barış içerisinde yaşayabilmelerinin imkânı var mıdır yok mudur; bunun için çaba sarf etmek, derdimiz bu. O nedenle, Azerbaycan halkı bizim kardeşimizdir, Ermenistan halkı da bizim kardeşimizdir, bu coğrafyada yaşayan bütün halklar bizim kardeşimizdir. Böyle bir zaviyeden oluşacak bir dış politikanın Türkiye'yi hak ettiği yere oturtacağı kanısındayız ve böyle bir zaviyenin halkların kardeşliğine ve barışa imkân sağlayacağı kanısındayız, yoksa, egemen güçler arasında tahterevalli diplomasisi oluşturarak bu güçlerden birine bir gün, diğerine diğer gün yaklaşıp bir siyaset oluşturduğumuzu zannederek ve...
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)
BAŞKAN - Tamamlayalım lütfen.
RIDVAN TURAN (Devamla) - ...bütün bölgesel gelişmelere ve değişmelere duhul ederken aynı zamanda "Kürtlerin sınırın altında statü kazanmasını nasıl engellerim?" diye yanıp tutuşarak bu coğrafyada barışa hizmet etmeyiz, tam tersine bunu daha da fazla öteleriz. O sebeple, oyumuzun renginin ne olacağını söylemeye galiba gerek yok ama oyumuzun rengi bugün ve bundan sonra bu ülkede, bu bölgede daha az savaşın, çatışmanın olduğu, halkların barış ve kardeşlik içerisinde bir arada yaşadığı bir dünya lehinde olacaktır.
Teşekkür ediyorum. (HDP sıralarından alkışlar)