| Konu: | Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Ukrayna Bakanlar Kurulu Arasında Ulusal Sürücü Belgelerinin Karşılıklı Tanınması ve Değişimine İlişkin Anlaşmanın Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun Teklifi münasebetiyle |
| Yasama Yılı: | 5 |
| Birleşim: | 53 |
| Tarih: | 15.02.2022 |
MHP GRUBU ADINA İSMAİL ÖZDEMİR (Kayseri) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; Ukrayna'yla imzalanan Ulusal Sürücü Belgelerinin Karşılıklı Tanınması ve Değişimine İlişkin Anlaşmanın Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun Teklifi hakkında Milliyetçi Hareket Partisi grubumuz adına söz almış bulunmaktayım. Gazi Meclisimizi ve ekranları başında bizleri izleyen aziz milletimizi sevgi ve saygılarımla selamlıyorum.
Değerli milletvekilleri, "soğuk savaş" olarak tabir edilen ve İkinci Dünya Savaşı'nın ardından 1990'lı yılların başına kadar uzanan dönem, sıcak çatışma şartlarından uzak olsa da iki kutbun yarattığı gerginliklerle geçen koşulları doğurmuştur. Dünyanın ekonomik, siyasi ve teknolojik dönüşümünün hız kazandığı, silahlanma yarışının arttığı bu dönem Sovyetler Birliği'nin yıkılmasıyla geride kalmıştır. İşte böylesi bir dönemde Sovyetler Birliği'nden ayrılan ülkelerin tutum ve politikaları ile Sovyet tehlikesine karşı kurulmuş olan NATO'nun izlediği strateji günümüze kadar şekillenen gelişmelerin belirleyicisi olmuştur. Sovyetler Birliği sonrasında kurulan Rusya'nın yeni dönemin şartlarına kendisini enerji merkezli politikaları benimseyerek hızlı biçimde adapte etme hamlesi, zaman içerisinde Avrupa'nın hâlen kırılgan bir yapıya sahip olduğunu ve Rusya'nın Sovyet bakiyesi üzerindeki ağırlığını yeniden kazanmak istediğini de bizlere göstermiştir. Gürcistan ile Rusya arasında yaşanan savaşın ardından 2014 yılında yine Rusya'nın Ukrayna'ya ait olan Kırım'ı gayrimeşru şekilde ilhak etmesi sadece Karadeniz'le sınırlı kalmayıp Doğu Avrupa ve hatta Balkanlara kadar uzanan geniş sahadaki gerginlikleri yeniden gün yüzüne çıkarmıştır. Kırım'ın ilhakı sonrasında, Ukrayna'nın doğusunda, Rusya sınırında bulunan Donetsk ve Lugansk bölgelerinde Rusya yanlısı ayrılıkçıların başlattığı eylemlerse bugünlere kadar gelen gelişmelerin temelini teşkil etmiştir.
Gelinen aşamada Rusya ve Ukrayna arasında süregelen gerilime NATO'nun dâhil olmak istemesi ise dikkatlerimizden kaçmamaktadır. NATO'nun ittifak içerisindeki birlik duygusunun azalmaya başladığı ve ittifaka üye ülkelerin hassasiyet ve beklentilerinden daha ziyade Amerika Birleşik Devletleri'nin bölgesel ve küresel politikalarla uyumlu hâle dönüşmesine yönelik yükselen itirazlar da yine hepimizin malumudur; hatta bu şartlar altında bazı Avrupa ülkeleri NATO'nun beyin ölümünün dahi gerçekleştiğini ifade etmişlerdir. Buna mukabil, NATO'nun son liderler zirvesinin ardından Rusya ve Çin'e karşı yeni bir stratejinin benimsenmesine yönelik kararların alınmasına paralel olarak bilhassa ittifakın Karadeniz bölgesindeki faaliyetlerinin artışı da yine dikkatlere takılmıştır. Geride bıraktığımız yaz ayları boyunca Karadeniz'de deniz ve hava sahasında NATO kuvvetleri ile Rusya'ya ait unsurların sıklıkla karşı karşıya gelmesi hem bölgeyle alakalı planlanan stratejinin hem de bugünlere uzanan gelişmelerin bir bakıma işaretiydi. Dolayısıyla, mevcut şartların bir çırpıda gelişen hadiseler olmadığı, tam tersine, belirli ölçülerde ilerleyen silsileler şeklinde vuku bulduğu tespitini yapmak daha doğru olacaktır.
Yaşanan hadiseler karşısında ülkemizin diğer çevrelere nazaran çok daha dikkatli, itidalli ve tedbirli olma zorunluluğu vardır. Zira Türkiye, olası bir gerginlik ve çatışmadan en çok etkilenme potansiyeline sahip ülkeler arasındadır. Yaşanan kriz, Karadeniz'den komşumuz olan iki ülkeyi savaşa götürebilecek kadar sıkıntılı ve sorunludur. Bunun yanı sıra Ukrayna, tarihî ve kültürel bağlarımızın olduğu dost ve kardeş bir ülkedir. Aynı zamanda ilişkilerimizin en yüksek seviyede seyrettiği stratejik ortaklarımız arasında da ilk sıralarda yer almaktadır. Ukrayna'nın toprak bütünlüğünün korunması bu sebeple bizim açımızdan öncelikli meseleler arasındadır. Kaldı ki bu durum, devletler arası hukukun da ana prensiplerinden bir tanesidir. Rusya ise son yıllarda karşılıklı iş birliği imkânlarını geliştirdiğimiz ve bundan da her iki tarafın menfaatine olacak sonuçlar doğan, aynı zamanda diğer pek çok alanda yeni ve daha büyük iş birliği olanaklarına sahip yüksek derecede değerli bir ülkedir. Her iki tarafın kendisine olan güven duygusu pekiştikçe hiç kuşkusuz ki Türkiye ve Rusya arasındaki ilişkilerin kapsamı ileri seviyede gelişme kaydedebilecektir. Bununla birlikte Ukrayna'nın NATO'ya dâhil olma isteği, NATO'nun Rusya'ya verdiği iddia edilen ittifaka yeni üyelerin alınmasını ilgilendiren taahhütlerin hilafına aykırı hareket etmesi Karadeniz, Balkanlar, Doğu Avrupa ve Baltıklar gibi çok geniş bir sahadaki gerginlikleri beslemektedir. Bu şartlarda Rusya'nın kendisini daha emniyetsiz hissetmesine sebebiyet vermek yahut bu algının yaratılması da barış anlamında sağlıklı neticeler vermeyecektir. Son yıllarda uzun menzilli balistik füze anlaşmasını içeren karşılıklı mutabakatların tartışmaya açılması, nükleer potansiyele sahip kitle imha silahlarına zaman zaman atıf yapılması daha çok Rusya ve NATO sınırları arasındaki ülkelerdeki istikrarsızlıkları artırmaktadır. Gelinen aşamada Rusya'nın Ukrayna sınırına bahse konu olan gelişmeler münasebetiyle sayısı 140 bine ulaşan ve aralarında binlerce savaş aracı bulunan askerî yığınak yapması ve NATO'nun da Yunanistan, Bulgaristan, Romanya, Polonya ve Baltık ülkelerine yönelik askerî tahkimatları sıcak çatışmaya yönelik endişeleri beslemektedir. Açıkça söylemek gerekir ki gerginlikten netice almayı umut etmek hiçbir tarafa kazanç sağlayamayacak dahası iki büyük savaş tecrübesi yaşamış Avrupa Kıtası'nda geçmişin karanlık anılarını yeniden akıllara getirecek sonuçlar doğabilecektir. İlave olarak, Covid-19 salgını ve beraberinde yaşanan koşullar itibarıyla ekonomik krizlerin vasat bulduğu, enerji fiyatı ve istikrarının tehdit yaşadığı bir dönemde Ukrayna ve Rusya ya da Rusya ile NATO arasında yaşanan restleşmelerin faturasını tüm Avrupa Kıtası hissetmektedir. Gelişmekte olan ülkeler arasında yer alan dünyanın geri kalanındaki ülkelerse aynı şekilde olaylardan olumsuz yönde etkilenmektedir. Bu sebeple, Karadeniz'den komşumuz olan Ukrayna ve Rusya arasındaki gerginliğin bir an evvel düşürülmesi, tarafların itidalli davranması ve yaşanan sorunlara diplomatik çözüm arayışına ağırlık verilmesi sadece bu ülkelerin bulunduğu bölge için değil, küresel düzlemde barış ve istikrarın tesisi açısından da büyük öneme sahiptir. Bu şartlarda Sayın Cumhurbaşkanımızın iki ülke arasında üstlenmiş olduğu ara buluculuk rolü bize göre değerlidir, saygındır, samimidir, bölge barışına hizmettir ve elbette hayırlı sonuçlara vesile olması da yegâne dileğimizdir.
Sayın milletvekilleri, böylesi bir dönemde her ne kadar dünya Karadeniz ve Doğu Avrupa'ya odaklanmış olsa da aslında Pasifik bölgesi çok daha büyük bir gerginliğe doğru günden güne hızla ilerlemektedir. Çin'e yönelik Amerika Birleşik Devletleri'nin başlattığı çevreleme politikası ve aynı amaçla Pasifik bölgesindeki diğer ülkelerle geliştirilen ilişkiler hız kazanmıştır. Anlaşıldığı kadarıyla, Doğu Avrupa'da NATO merkezli olmak üzere yeni bir stratejiyi takip eden ABD yönetimi daha uzun vadede Çin'e odaklanacak politikaların altyapısını şimdiden hazırlamaya koyulmuştur. ABD ve Çin arasında bir süredir devam eden ticaret savaşları giderek kutuplaşmakta ve 21'inci yüzyılın ana ağırlık sıkletini teşkil edecek şartları oluşturmaktadır. ABD bir yandan, neredeyse her gün Çin'e yönelik ekonomiye dayalı tedbirleri geliştirirken diğer yandan, Uzak Doğu ve Pasifik bölgelerindeki ülkelerle güvenlikle ilgili ilişkilerine ivme kazandırmıştır. Gerginliği besleyen Güney Çin nezdindeki problemler uzunca yıllardır sürerken son dönemlerde Tayvan üzerinde hak iddia eden Çin'in politikaları ve ABD'nin Çin'e karşı yürüttüğü stratejide çakışmalar ve restleşmeler gün yüzüne çıkmıştır. Çin, bölgedeki, donanma ve havacılık anlamındaki güvenlik politikalarına ağırlık verirken ABD ise Japonya, Avustralya, Güney Kore gibi ülkelerle çoklu iş birliğini geliştirmekte, Tayvan yönetimine her gün daha fazla silah satmaya koyulmaktadır. Her iki taraf da birbirine yoğun eleştiri getirirken Pasifik bölgesi İkinci Dünya Savaşı'ndan bu yana en yoğun gerginliğin yaşandığı günlere tanıklık etmektedir. Ayrıca, Çin'e yönelik ABD'nin başlattığı eylemler sadece Pasifik bölgesiyle sınırlı kalmamakta, Çin'in batısından başlayıp güneyine kadar uzanan sınırları içerisine alan hemen tüm sahada ABD'nin bir başka stratejiyi takip ettiği anlaşılmaktadır. Bu kapsamda, ABD yönetiminin kalabalık nüfusa sahip, aynı zamanda nükleer bir güç olarak kabul edilen Hindistan'la da ilişkilerini geliştirdiği, hatta bu ülkeyi ayrıcalıklı konumda gördüğü malumdur. Tayvan'ın Çin'e karşı silahlanmasına destek olan ABD, benzer şekilde Hindistan'ın da silahlanmasına destek vermektedir. Üstelik bu durum sadece Hindistan'a doğrudan ABD yapımı silah satışlarını kapsamamakta, örneğin, Hindistan'ın Rusya'dan da ihtiyaç duyduğu silah sistemlerini alması neredeyse teşvik edilmektedir. "CAATSA" olarak adlandırılan ve "Amerika Birleşik Devletleri'nin hasımlarla yaptırımlar yoluyla mücadelesi" anlamına gelen yasa tasarısı çerçevesinde, ülkemizin, Rusya'dan ihtiyaç duyduğu S-400 hava savunma sistemlerini almasını eleştiren ve yaptırımlara maruz bırakan Washington yönetimi, aynı silah sistemlerini alan Hindistan'ı bu kapsamın dışında tutmuştur. ABD'nin ikiyüzlü politikasının bize göre açık bir tezahürü olan bu durum küresel koşulların ne derecede ciddi, sorumsuz ve kontrolsüz hareket ettiği gerçeğini açığa çıkarmaktadır. Dolayısıyla, 21'inci yüzyıldaki küresel koşulların henüz net bir denge durumunu yakalayamadığı ve küresel bir dengeyle düzenin tesisi için büyük bir kapışmanın yaşanabileceği endişesi aradan geçen her gün hakikate biraz daha yaklaşan çağrışımlar doğurmaktadır. Dikkat edilirse ABD yönetimi Çin'e karşı etrafında bulunan ve gelişmekte olan ülkeler arasında oldukları değerlendirilen diğer güçleri tek bir çatı altında toplayıp kendi güdümünde tutarak yine Çin'e karşı kışkırtma ve böylelikle aktif savaş şartlarının oluşmasına uğraşmaktadır yani ABD yönetimi Çin'in yakın komşularını Pekin'e karşı kışkırtmaktadır. Bunun ana sebebi kuşku yok ki Çin'in ekonomik olarak küresel üstünlüğü ABD'nin elinden alması ve akabinde artan, parabolik olarak ilerleyen askerî ve siyasi üstünlüğü ele geçirme endişesinin hissedilmesidir. Nükleer silahların kol gezdiği, bölgesel ve küresel gerginliklerin giderek arttığı, ekonomik zorlanmaların tüm ülkeleri etkilediği, salgın hastalıkların tesirini arttırdığı ve iklim değişikliği münasebetiyle beklenmedik diğer zorlukların vuku bulduğu koşullarda her ülke ama özellikle de küresel güçler sahip oldukları konumu kaybetmemek ve bu anlamda üstünlüklerini koruyabilmek adına birbirlerine pençe sallamaktan geri durmamaya başlamaktadır. Bu durumda şayet sıcak çatışma sahaları yaygınlaşırsa dehşet dengesinin kimi ne kadar frenleyebileceği kesin değildir. Aynı mesele insanlığın ne derecede büyük risklerle karşı karşıya olduğunu açıkça göstermektedir.
ABD'nin Afganistan ve Orta Doğu bölgelerinden çekilmesini, ağırlığını Doğu Avrupa'ya vermesini fırsat bilen Çin'se yoğun ve hızlı bir gündemle Körfez bölgesindeki ülkelerle iş birliğini geliştirmeye başlamış ve bu durum da dikkatlere takılan bir başka husus olmuştur. Son birkaç aydır Körfez ülkeleriyle ikili anlaşmalara ağırlık veren Çin, özellikle yoğun enerji açığını bu bölgeden kapatabilecek yeni girişimlere koyulmuştur. Bunun yanında, sahip olduğu balistik ve nükleer tecrübeyle alakalı yeteneklerini yine bazı Körfez ülkeleriyle paylaştığına dair somut iddialar uluslararası kamuoyunun malumudur. Tarihsel perspektifle bakıldığında var olduğu günden bu yana kendi sınırları dışına çıkmamaktan imtina eden Çin'in ilk kez içerisinde bulunduğumuz dönemde, dünyanın pek çok bölgesinde önce altyapı yatırımlarıyla varlık göstermesi, ardından yine ağır şartları bulan kredi imkânlarını çeşitli ülkelere sunması kuşku yok ki dünya genelindeki etkinliğini artıran bir netice doğurmuştur. Bunun yanı sıra, Basra Körfezi ve Hint Okyanusu'nda Rusya ve İran'la beraber son birkaç yıldır tatbikatlar yapması ise askerî açıdan ulaştığı seviyeyi göstermekle birlikte stratejik çıkarlarının da bahsettiğimiz bu sahayı içerisine aldığını işaret etmektedir.
Bütün bunlar olurken ABD'nin 21'inci yüzyılın kaderinin Pasifik'te yaşanacak gelişmelere göre şekilleneceğini ilan etmesi bir başka ana konu olmuştur. Amerika Birleşik Devletleri Dışişleri Bakanı Antony Blinken'ın, Avustralya, Hindistan, Japonya ve ABD'den oluşan "quad" yani "dörtlü" olarak anılan ittifakın yaptığı dış işleri toplantısının Melbourne'de gerçekleştirdiği son ayağında, ülkesinin şu anda Ukrayna-Rusya kriziyle uğraştığını ancak yüzyılın Hint-Pasifik bölgesinde yaşananlarla şekilleneceğini belirtmesi uzak olmayan vadede dünyayı neleri beklediğini karşımıza getirmektedir. Öyle görünüyor ki ABD'nin Çin'le yaşadığı küresel rekabete dayalı gelişmeler, taraflarının birbirini sıkıştırmasına ve çevrelemesine dayalı hamlelerinde artışa sebebiyet verecektir. Bu durum, geniş kapsamlı bir savaş riskini de beraberinde getirmektedir.
Muhterem milletvekilleri, ABD'nin Hint-Pasifik bölgesinde giderek daha fazla yoğunlaşmasına karşın Rusya ve Çin arasındaki ittifakın koşullarının ileri bir seviyeye gitmesi gerginliğe taraf ülkeleri de şekillendirmektedir. İki ülkenin stratejik iş birliğini artırmasının ve karşılıklı güven mesajlarının yoğunlaşmasının kapsamının her yönden gelişme potansiyeline sahip olduğunu ifade edebilmek bugünden mümkündür. Doğu Avrupa, Karadeniz, Asya ve Pasifik bölgelerinde küresel güçler arasında giderek artış gösteren gerginliğin ana yansıması ise kuşku yok ki küresel sistemin bizatihi kendisinde görülebilecektir. Bu, aynı zamanda, zaten her yönden tartışmaya açık hâlde bulunan Birleşmiş Milletlerin de artık ülkelerin ve insanlığın istediği huzuru tesis edemeyeceği hakikatine dikkat çekecektir. Zira, bugün, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin daimî üyesi olan ülkelere bakıldığında kendi aralarında anlaşamadıkları hatta çatışma yaşamak için hazırlık içerisinde bulundukları malumdur. Bu şartlarda dünya küresel enflasyon, enerji krizi, salgın hastalıklarla mücadele, iklim krizi, göçler, çöken rejimler, otorite boşlukları ve terörizm gibi çoklu tehdit dalgasıyla karşı karşıyayken bu tehditlere yönelik ortak bir mücadele anlayışı yerine, tarafların aynı sınamalarını ve meydan okumalarını birbirine yönelik silah olarak kullanmak isteyecekleri bellidir. Açıkça söylemek gerekir ki koşullar günden güne ağırlaşabilecektir. Her ülke bir sonraki hamlesini hasım gördüğü ülke yahut ülkelerin yapacağı hamleyi boşa çıkarmak üzere atarken oyun sahası artık olağanüstü seviyede daralmış ve ülkelerin millî güvenliğini etkileyen sınırlar aşılmaya başlanmıştır. İşte, bu gerçek bir kaos hâlidir. Böylesi bir dönemde kendi istikrarını tesis ederken suni yahut tabii krizlerle mücadele direnci yüksek, gelişmeleri yönlendirici potansiyele sahip ve dünyanın geri kalanına da istikrar vadeden bir anlayış iddiasını samimice ortaya koyabilen ülkeler başarılı olabilecektir.
Anlaşmazlıkların diyalog ve barışla çözülmesi, meselelerin siyasi yollardan hallolması elbette esas alınması gereken bir durumken çatışma ve savaş koşulları artık gündemimize girmiştir. Bu hakikati görerek bir yandan var olan anlaşmazlık ve gerginlikleri diplomasinin gücüyle aşmaya dayalı mekanizmaları geliştirirken diğer yandan her türlü olumsuz senaryoya karşı hazır olma mecburiyetimiz vardır. "Hazır ol cenge ister isen sulhusalah." ifadesinde anlamını bulan politikalarımız hem bu yüzyıldaki varlığımız ve bağımsızlığımızı hem de küresel nizamı tesis etmeye yönelik irade, potansiyel ve kararlılığımızı sağlayabilecektir.
Ülkemizin yakın coğrafyası konumunda olan Balkanlar, Orta Doğu, Kafkaslar ve Karadeniz bölgelerinde gerginliğin arttığı bir dönemde Orta Asya'da da benzer gelişmelerin yaşanma riski bulunmaktadır. Kazakistan'da yaşanan son hadiseler bunun bir başka örneğiyken yine NATO'nun son liderler zirvesinde Orta Asya'yı da kendi politikaları anlamında merkez üslerden bir tanesi olarak belirlemesi bunun açıkça bir tezahürüdür. Balkanlarda var olan ağırlığımız, Kafkasya'da Azerbaycan'la birlikte hayata geçirdiğimiz yeni koşullar, Orta Doğu'daki söz sahibi konumumuzun yanında Türk Devletleri Teşkilatıyla Orta Asya'daki yeni yüzyıla dair hedef ve bağlarımız, hiç olmadığı kadar geniş bir küresel düzlemdeki sorumluluk, hamle ve hedef alanımızı kuşku yok ki genişletmiştir. Dolayısıyla Türkiye, yaşananlara seyirci kalamayacak kadar gelişmelerin tam da içerisindedir, dahası neticeyi tayin edebilecek kadar da büyük stratejik potansiyele sahip bir ülkedir. Bu durum, artık bizlere sadece bölgesel liderlik anlamında değil, küresel bir güç olma sorumluluğunu da yüklemektedir. Şimdilik Ukrayna krizi bizim açımızdan öncelikli bir gündem ve sınama meselesi olsa da yakın bir tarihte Orta Doğu, Balkanlar ve Orta Asya'nın da ana gündem meselelerimiz arasında olacağını dikkatlerimizden kaçırmamamız gerekir.
Bu vesileyle sözlerime son verirken ilgili anlaşmaya olumlu yönde oy kullanacağımızı yineliyor, Gazi Meclisimizi sevgi ve saygılarımla selamlıyorum. (MHP ve AK PARTİ sıralarından alkışlar)