| Konu: | Yükseköğretim Kurumları Teşkilatı Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi münasebetiyle |
| Yasama Yılı: | 5 |
| Birleşim: | 65 |
| Tarih: | 09.03.2022 |
MHP GRUBU ADINA KAMİL AYDIN (Erzurum) - Saygıdeğer Başkan, çok kıymetli milletvekilleri; Yükseköğretim Kurumları Teşkilatı Kanunu'ndaki değişiklik üzerinde Milliyetçi Hareket Partisi Grubum adına söz almış bulunmaktayım. Yüce heyetinizi saygıyla selamlarım.
Çok kıymetli milletvekilleri, aslında, dün Komisyonda görüştüğümüz birkaç maddelik bir kanun olan bu teklif içerisinde, 2 vakıf üniversitesinin birinin isminin değişikliği, diğerinin ise kuruluşuyla ilgili gündem var ama biz biraz genel bir değerlendirmeye tabi tutup onların da neden açılması gerektiği konusunda bir iki şey söylemeye çalışacağız.
Saygıdeğer milletvekilleri, hepinizin malumu olduğu üzere, geri kalmışlıklar da gelişmişlikler de inanın bir bütünlük arz eder yani bir ülke düşünün çok geri kalmış, çok fakruzaruret içerisinde ama öyle bir sektörü var ki çok ilerlemiş, dünyanın ilk 3'ünde bir ülke olsun; bu, doğru olamaz, bu, mümkün değil ya da tam tersi, çok gelişmiş bir ülke düşünün ki bir bağlamda çok gelişmiş ama diğer şeylerde çok geri kalmış; daha da somutlaştırayım isterseniz: Şimdi, "Dünya 5'ten büyük" söylemiyle bizim de dikkatlerimizi çekmesi hasebiyle bu, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin üye ülkelerine baktığımızda, bu ülkelerin -işte, geçenlerde Çin'de olimpiyatlar yapıldı- sadece sanayide, teknolojide, ekonomide kalkınmışlığı söz konusu değil, bunların güçlü altyapısını oluşturan eğitimde de aynı zamanda büyük bir kalkınmışlık seviyesinde olduklarını açıkça görmekteyiz yani bu, Amerika Birleşik Devletleri için de geçerli, Rusya için de geçerli, Fransa için de geçerli, Çin için de geçerli, öyle, Almanya, İngiltere devamını getirebiliriz. Bunların sanatta da edebiyatta da teknolojide de birtakım uluslararası icatların gelişiminde de çok önde olduklarını açık bir şekilde görüyoruz.
O zaman, tabii, bu gelişmişliğin temelinde olan en önemli faktörün de eğitim olduğunu ihmal etmemeliyiz. İşte, bizim tabii, kültürel dokumuzda dünden bugüne, dilden dile aktarılan çok güzel, bunu özetleyen bir ifade var: "Beşikten mezara kadar." Batılılar buna "yaşam boyu" da dediler ve bu bağlamda bir program da hazırladılar. O zaman beşikten mezara kadar üzerinde çok önemle büyük bir hassasiyetle durmamız gereken bir alandan bahsediyoruz. Tabii ki bunu, şimdi iyice pratikleştirip, iyice sistematikleştirdiğimiz bir okul öncesi eğitimle başlatıp, ilk, orta, lise daha sonra tabii, yükseköğrenime taşıma sorumluluğu içerisinde olmak zorundayız.
Tabii, bugün ana konumuz olması hasebiyle, birazcık üniversiteler bağlamında bir iki şey söylemekte yarar var. Şimdi, tabii, kanuna bahis İstanbul'da bir Ayvansaray Vakıf Üniversitesinin isim değişikliği... Çok makul, mantıklı, gerekçeye oturtulmuş, tamamen coğrafi bir yanlış anlaşılmaya ve bundan mütevellit, uluslararasında ya da ülke içerisinde yanlış algılamalara mahal vermemek adına yapılan bir değişiklik. Niye? Çünkü kampüs, ana yerleşke surların karşısında, Topkapı'da yani müthiş bir mekân. Hem uluslararası bağlamda hem gerçekten Türkiye'de öğrenci cezbetme noktasında da coğrafyaların büyük bir etkisi olduğuna, büyük bir faktör olduğuna bir akademisyen olarak bire bir tanıklık ettim. Yani dünyanın en iyi kadrosuna sahip olun, en iyi laboratuvarlarını kurun ama maalesef -bir bilim adamı olarak diyorum bunu- yine de coğrafi nedenler, tercih nedenlerinden bir tanesi, hatta belki en önemlilerinden biri olabiliyor. Bu düşünceden hareketle, bu Ayvansaray Üniversitesi yerleşkesinin Topkapı'da olması hasebiyle yani bedeni orada, varlığı orada ama ismi diğer tarafta kalmış, bunun "Topkapı"ya dönüştürülmesiyle alakalı...
Diğeri de yine, Bursa'da bir vakıf üzerinde, bugüne kadar eğitim camiasında bir sürü faaliyette bulunmuş bir vakıf sahibinin, Mudanya'da bir üniversiteye dönüştürme, yani Türk eğitim sisteminde vakıf üniversiteleri adına bir katkıda bulunma noktasında, kurmak niyetinde olduğu bir Mudanya Üniversitesi.
Saygıdeğer milletvekilleri, malumunuz, üniversiteler, genel anlamı itibarıyla evrensel bilginin üretildiği, teknolojiye dönüştürüldüğü ve transfer edildiği hatta iletişim unsuru olduğu gerçek kurumlardır. Yani nerede üretilirse üretilirsin bu, mutlaka bütün insanlığın ortak değeri, ortak bilgi ağına dönüşmektedir, bunu açıkça ifade edebiliriz.
Tabii, Türkiye'de üniversite sayıları son zamanlarda çok speküle edildi ama ben, diğer üniversite sayıları noktasında farklı ülkelerin de bir analizini yapmaya çalıştığımda, çok da abartılı bir rakam değil, hatta biraz eksik dahi olduğuna tanıklık ettim. Yani kabaca bir örnek vermek gerekirse Amerika Birleşik Devletleri'nde 5 binin üzerinde 6 bin civarında üniversitenin varlığı, Japonya'da yine bine yakın üniversitenin varlığı, e, bizim nüfus oranı olarak baktığımızda Almanya'da yine 380-390'larda üniversite sayısının varlığı söz konusu. Dolayısıyla, bizde 131'i devlet -işte, yeni kurulanlarla birlikte- 78'i vakıf üniversitesi olmak üzere 207-209 bandında seyretmesi çok da garipsenecek bir durum değil. Bunu niye söylüyorum? Sayı üzerinden olumsuzlama, sayı üzerinden Türkiye'de böylesine bir eğitimin eksikliğini, noksanlığını gündeme getirip buradan bir çıkarım yapmanın çok normal, çok mantıklı olduğu kanaatinde değilim. Burada aslolan şudur: Aslında tabii ki sayıların nitelikli bir şekilde artması yani fiziki şartlarda her ilde bir üniversite olmasının hiçbir sakıncası yok. Aslolan burada, bu üniversiteleri ayakta tutacak, işte, amacına matuf niteliksel gelişimlerini sağlamak. Niye? Çünkü malum, üniversitelerin faaliyet alanları belli, sınırlı yani evrensel bilgi üretecek. Bunu nasıl yapacak? Bir; eğitim öğretim ayağıyla yapacak, biraz üç ayaklı düşünüyoruz, eğitim öğretim ayağıyla yapacak. İki; yaptığı araştırmalarla teknolojiye vesile olacak birtakım bilimsel gelişmelerle ikinci ayağını, ikinci önemli fonksiyonunu yerine getirecek. Üçüncüsü de, bölgesel kalkınmaya katkıda bulunacak "tematik" dediğimiz yani o coğrafyanın kalkınma modeline; içine istihdam koyun, ekonomik büyüme deyin, ticaret deyin, gelişme deyin, teknoloji üretimi deyin, ne derseniz deyin buna yönelik birtakım faaliyetlerde bulunması. O zaman şöyle bir çıkarımı çok rahat bir şekilde yapabiliriz: Üniversitenin niteliksel olarak kesinlikle ödün vermeden gelişimini sürdürmesi noktasında büyük bir hassasiyet içerisinde olmalıyız.
Şimdi, bu anlamda, bütün dünyada olduğu gibi, Türkiye'de de rakamlar üç aşağı beş yukarı farklı olabilir, bir vakıf bir de devlet üniversitesi geleneği var. Bazı ülkelerde vakıflar biraz yukarıda, bazılarında devlet üniversitelerinin yukarıda olduğunu görüyoruz ama özellikle gerçekten kuruluş amaçlarına yani misyon ve vizyonuna uygun faaliyette bulunması gerektiği noktasında bizim hassasiyet göstermemiz lazım. Yoksa toptan bir şekilde, toptancı bir mantıkla, vakıf lehinde, devlet üniversiteleri aleyhinde ya da tam tersi; devlet üniversiteleri lehinde, vakıf üniversiteleri aleyhinde olma, çok da mantıkla izah edilecek bir durum değil. Çünkü her ikisinin de gerçekten bir ihtiyaca matuf kuruldukları konusunda kanaatimiz kesindir.
Şimdi somut örnekler vereceğiz. Bugün Türkiye'deki sayısı 78'e ulaşan vakıf üniversitelerine baktığımızda, gerçekten, faaliyet olarak, eğitim öğretim, bilim, teknoloji üretimi noktasında çok büyük katma değer sağladıklarını biliyoruz, evrensel bilgiye de katkıları var. İşte, hepinizin bildiği isimleri hepimiz bir çırpıda sayabiliriz yani Koç, Sabancı, Bilkent, Başkent gibi, devamını getirerek birçok üniversiteyi sayabiliriz ve buralara da müthiş bir rağbet var üstelik. Bu, Batı'da da böyle.
Bakınız, özellikle vakıf üniversitelerine tamamen olumsuz bakanlara seslenerek şunu ifade etmek istiyorum: Amerika Birleşik Devletleri'nde, inanın, Georgetown bir vakıf üniversitesi, Stanford bir vakıf üniversitesi, Johns Hopkins bir vakıf üniversitesi, Yale bir vakıf üniversitesi. Şimdi, çocuklarınızın gerçekten çok yüksek puanlarla gidip eğitim almasını istediğiniz üniversiteler. Bunları çok göz ardı etmemek lazım ama tabii, burada aslolan şudur: Vakıf üniversitesi gerekçelerine, özellikle misyonuna, vizyonuna çok iyi dikkat etmek zorundayız. Burada, tabii -zaman zaman Millî Eğitim Komisyonunda dile getirdik- aksak yönleri var mı? Var. Bunlar kurulurken gerçekten, böyle, çok talep edilen, aşırı rağbet edilen üniversitelerken bugün hem öğretim üyesi istihdamı noktasında hem de öğrencilerin tercihi noktasında, yavaş yavaş, birazcık, böyle, bir çekince arz ettiğine tanıklık ediyoruz. Niye? Çünkü "vakıf" adı altında gerçekten böyle tamamen kazanç odaklı bir amaca yönelik hareket etmeleri dikkatleri çekiyor ve "kendiliğinden diskalifiye edilen üniversiteler" diyebiliriz bunlara biz ama burada aslolan, devlet üniversiteleri ile vakıf üniversitelerini birbirlerinin antitezi gibi değil, gerçekten bilimsel, evrensel bilginin üretilmesinde birbirlerinin rakibi olarak değil; yan yana, kol kola giden, "Daha iyiyi ben yaparım." diyebilen bir rekabet içerisinde olmalarını düşünmektir. Böyle olursa çok sağlıklı şeyler üretilir. Bunu niye söylüyoruz? Sanki Türkiye'de vakıf üniversitelerini bir gerçek değilmiş gibi bazen lanse ediyoruz; bir gerçek.
Sayın milletvekilleri, bakınız, sizin evlatlarınız şu anda Türkiye dışarısında, ülke dışında... Sadece lisans eğitimi için şu civar ülkelere giden öğrenci kapasitemiz neredeyse yüz binlerle telaffuz ediliyor. Şimdi, burada mademki böyle bir vakıf, böyle bir dışarıda, böyle bir başka yerde okuma ihtiyacı ya da isteğine -neyse- orada cevap alamayıp dışarıyı tercih etme noktası var ise o zaman bizim gerçekten şapkamızı önümüze koyup vakıf üniversiteleri üzerinden geliştirmeye, büyümeye, yönlendirmeye yönelik birtakım girişimlerde bulunmamız kaçınılmazdır ama bunun yerine "Vakıf üniversiteleri tamamen olumsuz birtakım eğitimsel faaliyetlerde bulunuyor. Dolayısıyla, vakıf üniversitelerine gerek yoktur." demek, gerçekten sıkıntılı bir ifadedir; öğretim üyesi açısından da böyledir. Bakınız, vakıf üniversiteleri ilk kurulduğunda, Allah korusun, Türkiye'de çok tecrübeli, yetkin, alanında büyük marka olmuş birtakım bilim adamları 65 yaş sınırında oldukları için devlet üniversitelerinde emekliye sevk edilmek üzereyken ya da sevk edildikten sonra bir anda vakıf üniversitelerinin kurulmasıyla, o uzun yıllara dayalı bilgi, beceri, deneyimlerini tekrar bizim evlatlarımıza aktarma fırsatı buldular. Benim bir çırpıda aklıma gelen isimler belli; rahmetli Talât Sait Halman Hocayı ben Bilkent'te tanıdım, Halil İnalcık Hoca yine bir vakıf üniversitesi üzerinden ömrünün son yıllarına kadar bu ülkeye bilimsel anlamda hizmette bulundular, Sayın Doğramacı Hocamız da öyle yaptı, hâlâ Mehmet Haberal Hocamız aynı şeyi yapıyor. Yani bu devlet üniversitesi endeksli, tek yönlü bir bakış tarzıyla eğer bugüne kadar gelinmiş olsaydı, Allah korusun, bunların hiçbirisi 65'inden sonra, o en yetkin oldukları dönemde üretime herhangi bir katkıda, bilimsel gelişmeye katkıda bulunmayacaklardı. Buna öncelikle dikkatlerinizi çekmek istiyorum.
Tabii, bu yaş konusu gündeme gelmişken bir kanayan yarayı sürekli tekrar edeceğiz, YÖK'ün sürekli duymasını sağlamaya çalışacağız. Şimdi, tabii, bölgeler arası farklılıkları dikkate alarak, ben bir Doğu Anadolu milletvekili olarak ve ilk kurulan bir üniversitenin mensubu olarak, bugüne kadar çok büyük bilim adamları yetiştiren bir üniversitenin otuz yıl mensubu olmakla gurur duyan bir kardeşiniz olarak şunu ifade etmek istiyorum: Doğu Anadolu Bölgesi'nde, bir zamanlar "Üniversiteye gerek yok." denilen coğrafyada daha sonra ülkenin gerçekten bilimsel dünyasına, bürokrasisine ve gerçekten siyasi hayatına büyük katkılarda bulunmuş bu üniversiteler, artık yavaş yavaş, bu yasadan kaynaklı birtakım yanlış uygulamalardan dolayı eksiklikler hissediyor, kan kaybediyor. Nedir bu? Yeni kurulan üniversitelere öğretim üyesi temini adına doğru bir düşünce ama yöntemde biraz aksaklık var. Efendim "65 yaş sonrası emekli olun Elâzığ Fırat Üniversitesinden, Atatürk Üniversitesinden, Dicleden, Van Yüzüncü Yıldan, gidin, 2006 veya 2008 sonrası kurulan yeni üniversitelerde 72 yaşına kadar devam edin." Bunu demek, o bölgelerdeki akademik dengeyi bozmak demektir. Biz bunu sürekli gündeme getirdik, bana öğretim üyesi arkadaşlarımızdan büyük bir talebi olarak geldi. Yani 65 yaşına kadar... Artık Dünya Sağlık Örgütünün "orta yaş" olarak tespit ettiği 65 yaşında, bir insanın en verimli olduğu dönemde "Hadi, siz emekliye ayrılın ya da şuraya gitmek zorunda kalın ki orayı da ikna ederseniz şayet..." Böyle bir alışmışlık ve orada yaşanmışlığın vermiş olduğu o yerleşik geleneğin aksine, sanki zorunlu göçe tabi tutmak gibi bir algı oluşturuyor.
Bu anlamda, biz ısrarla diyoruz ki: Bakınız, insan kaynağı israfı gerçekten çok büyük maliyetleri olan bir israftır. Dolayısıyla, bu yetişmiş elemanların israfını önleme adına, bu üniversitelerde kök salmış, gerçekten o bölgede yaşamayı içselleştirmiş bilim insanlarının orada devam etmesi noktasında gerekli iyi niyetin gösterilmesinin sağlanması taraftarıyız.
Saygıdeğer milletvekilleri, tabii, diğer bir husus da sürekli gündeme getiriliyor. İnanın, burada yurt dışında eğitim almış bir sürü arkadaşımız var, hiçbirimiz şunu dile getirmedik: "Ya, ben bu üniversitede eğitim yapıyorum, çocuklarımızı göndermişiz -birçoğunuzun evlatları dünyanın birçok yerinde eğitim alıyor özellikle lisansüstü bağlamda- inanın hiç merak etmedik bu üniversitenin rektörü kim, bu üniversiteyi kim idare ediyor, rektörün adı ne?" Hatta "Dekanın adı ne?" dahi merak konusu olmamıştır. Ama ne olur üniversiteleri siyasi malzeme yapmaktan çıkaralım.
Bir Boğaziçi sendromu oluşturup "Efendim, Boğaziçi Üniversitesi Rektörü, atanmış rektör." Peki, hangisi seçilmiş rektör? Yani Sayın YÖK Başkan Vekili burada... Yani biz bir hukuk devletiyiz, hukuk böyle bir atama şekli koymuş, bu da bütün üniversiteler için geçerli olan bir şey yani sanki biz de "Bütün üniversiteler eşittir, bazıları daha eşittir." mantığıyla hareket etme güdüsüne sahibiz. Bu, başta o üniversite olmak üzere inanın Türk eğitim hayatına, Türk üniversite hayatına büyük zararlar verir kanaatindeyim. Biz, o çocuklarımızın ilime, bilime, üretecekleri teknolojik birtakım gelişmelere odaklanmasını sağlamak adına o üniversiteyi tartışma konusu yapmaktan çıkaralım artık. Yönetici atamaları kriterleri belli; A üniversitesinde aynı kriterler geçerli, Boğaziçinde de aynı kriterler geçerli ama diğer üniversitelerde -efendim- rektörün arabasının üzerine çıkıp böyle her türlü nümayişi yapıp "Ben bu rektörü istemiyorum." mantığıyla hareket edersek inanın Türkiye'de gerçekten geçmişte varlığından çok rahatsız olduğumuz üniversite olaylarına geri dönmüş oluruz.
Biz hatırlıyoruz hocalık yıllarımızda da öğrencilik yıllarımızda da. Hiç unutmuyorum, yeni milletvekiliydim şurada, kızım, telefonda ağlayarak "Baba, üniversitemizde molotofkokteylleri atıldı, bayraklarımız yakılıyor, bizlere saldırı yapıyorlar dışarıdan gelen birileri..." Biz bunları yaşadık, bu günleri, hoca olarak da yaşadım. Şimdi üniversitelerimiz gerçekten güvenli; emniyetin, güvenliğin hâkim kılındığı ortamlara dönüştü Allah'a şükür. Evlatlarımız okusun, gelsin bu sıralarda otursunlar, bilim adına birtakım katkılarda bulunsunlar. Türkiye'nin atamalarının ne şekilde, nasıl yapıldığı noktasında yarın öbür gün yetki alsınlar, gelsinler, bunu legal ortamlarda tartışıp düşünceleri neyse ortaya koysunlar. Dolayısıyla, ben, gerçekten, Türkiye'deki bu üniversite varlığına 2 üniversitenin -birinin isim değişikliğiyle ve aynı zamanda genişleyerek- katılması... Çünkü bir meslek yüksekokulu olarak yola çıktı ama şu hâliyle, 34'ün üzerinde üniversite birimini oluşturmuş bir yapı İstanbul'da, bir diğeri de Bursa Mudanya'mızda faaliyet gösterecek 2 vakıf üniversitesinin daha başarılı olmasını en büyük dilek ve temenni olarak ifade ediyorum.
Milliyetçi Hareket Partisi adına, bu üniversitelerin kurulması noktasında büyük destek olduğumuzu ifade ediyorum, hatta kendi kendime keşke bir tane de kadim şehrim Erzurum'a açılsa bunu da memnuniyetle karşılarım diyorum.
Yüce heyetinizi saygıyla selamlıyorum. (MHP ve AK PARTİ sıralarından alkışlar)