| Konu: | Çevre Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi münasebetiyle |
| Yasama Yılı: | 6 |
| Birleşim: | 81 |
| Tarih: | 29.03.2023 |
HDP GRUBU ADINA MURAT ÇEPNİ (İzmir) - Teşekkürler Başkan.
Genel Kurul ve değerli halkımız; bir dönüm noktasındayız. Yirmi yıllık AKP iktidarında hem ekolojik olarak hem toplumsal olarak hem de iktisadi olarak büyük bir yıkım yaşadık. Bütün bu yaşadığımız yıkımların da maalesef iktidar tarafından savunulduğuna tanık oluyoruz. Yani yerlilik ve millîlik adına bütün bu yıkım politikaları ve sonuçları meşrulaştırılmaya çalışılıyor.
Çevre ve ekoloji siyasetin tam olarak merkezinde. Bu yeni gelen düzenlemeyle de yeni yıkım projelerine tanık oluyoruz. Burada, biz, uzunca zamandır ekolojik yaşamın inşa edilmesi konusunda çokça konuştuk; bunun için çokça mücadele ettik ve ekolojinin korunması, ekolojik dengenin korunması, küresel iklim krizine karşı mücadele konularının aslında bir yan mesele olmaktan öte siyasetin tam da merkezinde olduğunun altını kalın kalın çizdik.
Şimdi, burada, özellikle birkaç maddeye değinerek konuşmama devam edeceğim. Burada yeni düzenlemenin, tabii, seçimin hemen arifesinde gelmesi son derece manidar yani ülke seçim sathımailine girmiş ama AKP büyük bir telaşla yeni yasalar getirmeye çalışıyor çünkü aynı zamanda bunlar bir seçim yatırımı.
Şimdi, burada, getirdiği maddelerden bir tanesi, denizlerin kirlenmesine sebep olan gemilerin atıklarının düzenlenmesi ve burada 100 bin grostondan fazla olan gemilerin denize döktüğü atıkların cezalandırılmasındaki standardı belirlemeye çalışıyor. Gerekçesi de şu: "Teknoloji gelişmiş, yüksek tonajlı gemiler artmış; dolayısıyla, tonaj arttıkça cezalar da artıyor ve bu da adaletsizlik yaratıyor." diyor. Yani burada şunu yap demeye çalışıyor: 100 bin grostondan büyük gemiler yani 400 bin-500 bin grostonluk gemiler denizi kirlettiklerinde 100 bin grostonluk gemi ne kadar ceza veriyorsa o kadar ceza verecek yani oraya sabitleyecekler. Oysa yapılması gereken ne? Yapılması gereken, eğer kirletiyorsa birincisi bu kirliliğin engellenmesidir, ikincisi de bunun cezalandırılmasıdır ama tam tersine, burası "kirlet ve öde" politikasının bile ötesinde "kirlet ama ödeme" politikasıdır.
Yine, bir diğerinde de şu düzenleme var: Kıyı dolgu alanlarında yer altı otoparkı yapma düzenlemesi. Bunu Çevre Komisyonunda da etraflıca tartıştık ve bu tartışmalar yaşanan depremin öncesinde olan tartışmalardı, esasen söylediğimiz şey şuydu, orada şunu söyledik, dedik ki: "Bu ülke bir deprem ülkesi ve atılması gereken her adımın bu deprem gerçekliğine göre atılması gerekir." Şimdi, zaten kıyıların doldurulması bir kıyı katliamı, bir deniz ekosisteminin katledilmesi demek oluyor. Aynı zamanda, bu dolgular yeni taş ocakları demek yani yeni doğa tahribatı demek, hem doğanın hem de denizin ve kıyı ekosisteminin de yok edilmesi demektir. Şimdi, bu yetmiyormuş gibi bir de bu dolgu alanlarına yer altı otoparkları yapılmaya çalışılıyor. O zaman sorduk: "Bunu acaba sizden hangi şirket istedi? Hangi yerde yeni bir rant ortaya çıktı da bunu sizden istediler?" Ama o zaman yanıt alamamıştık ve şimdi bu dolgu alanlarına, hele de depremden sonra yine bu düzenleme, bu Meclise gelebilmiş oldu. Bu, deprem gerçekliğine de ekolojik yıkıma da bütün bunlara rağmen AKP'nin rant konusundaki acelesinin ve kararlılığının çok somut bir ifadesi olarak karşımızda duruyor.
Evet, Türkiye'ye uluslararası sermayenin biçtiği rol: Bir, ucuz iş gücü; iki, güvencesiz çalışma; üç, özelleştirmeler; dört, tarımın uluslararası şirketlere peşkeş çekilmesi, küçük çiftçinin tarımdan kopartılması, tarım alanlarının yok edilmesi, sulak alanlarının yok edilmesi, ormansızlaştırma ve bunun yanında, bunun sorumlularından bir tanesi de maden ve enerji yatırımları. Yani, uluslararası sermayenin uluslararası iş bölümünde Türkiye'ye biçilen rol tam olarak budur, biz buna "neoliberal politikalar" diyoruz. Bu neoliberal politikalar elbette AKP'yle başlamadı ama AKP bu politikaların şampiyonluğunu yaptı ve AKP bütün bunları yaparken yerlilik ve millîlik edebiyatıyla yaptı; vatan, millet; din, iman edebiyatıyla yaptı. Bakın, bir taraftan, siz tarımı, ormanları, bütün ekonomiyi, bütün emeği ulusal ve uluslararası şirketlere peşkeş çekeceksiniz, her tarafı parsel parsel satacaksınız ve ülkeyi bir şirket gibi yönetme marifetini söyleyeceksiniz ve öbür taraftan da yerli ve millî olacaksınız. Bunun adı düpedüz üçüncü sınıf bir merdiven altı pazarlamacılığıdır. Dolayısıyla, evet, bütün bu politikaların hepsinin gelip dayandığı nokta iktidarın, sermayenin bir aparatına dönüşmesidir ve sermayenin bir aparatı olarak doğaya ve insana karşı bir suç ittifakına dönüşmesidir. Sermaye ve şirketler ne istedilerse AKP iktidarı, saray ittifakı bunu emir telakki etti ve televizyonlarda kesilen ahkâmlarla halkı uyuttular ama kapalı kapılar ardında bu anlaşmaları sonuna kadar yaptılar.
AKP bir şirketler koalisyonudur, cemaatler koalisyonudur ve her türlü suç ittifakının somutlandığı bir organizasyondur. Şirketlere teşvikler, vergi indirimleri, muafiyetler ama halka yoksulluk ve açlık. Şirketlerin her türlü taleplerini emir telakki eden bir siyaset ama halkın karşısında her türlü zor aygıtıyla bütün demokratik hak taleplerinin engellenmesi. Evet, iktidara para lazım; para lazımdı çünkü bir saltanat ekonomisi kurması lazım. "Başkanlık modeli" denilen bu modelin de esasen temel olarak ihtiyacı bundan kaynaklıdır yani hızlı sömürü, hızlı talan ve hızlı rant. Bunlar için AKP iktidarı her türlü çalışmayı, her türlü yasayı bu Meclise getirdi ve günün sonunda tablo şu: On binlerce insanın depremde hayatını kaybettiği, milyonlarca insanın açlık sınırında yaşamaya çalıştığı, yarınından umudunu kestiği bir coğrafya ama aynı coğrafyada şirketler, bankalar yüzde 300, yüzde 500 kâr ettiler, kârlarına kâr kattılar; insanlar açlıkla boğuşurken, yoksullukla boğuşurken, depremde çaresizlik içerisinde can verirken şirketler ve bankalar yani AKP çevresi, AKP rant ittifakı, saadet zinciri kârlarına kâr kattı.
Köyler boşaldı, çiftçi tarımdan uzaklaşmak zorunda kaldı, ürettiğinin karşılığını alamaz hâle geldi, girdi fiyatlarına yetişemez hâle geldi. Dolayısıyla bu insanlar kentlere göç etmek zorunda kaldılar ve boşalttıkları yerlerde örneğin -Karadeniz'de çok yaşıyoruz bunu- çay tarımı İngiliz çay şirketlerine, fındık tarımı İtalyan fındık şirketlerine peşkeş çekildi. Kentler beton mezarlara dönüştürüldü, işte Kanal İstanbul proje olarak bunlardan bir tanesidir. Yani boşalan köyler, bunun sonucu olarak da İstanbul'da yeni İstanbullar kurarak deprem bölgesi olmasına rağmen oraları betondan mezarlara dönüştürme çalışmaları. Evet, bütün bu süreçte sosyal yaşamlar parçalandı. İnsanlar mütemadiyen göç etmek zorunda kaldılar ve her göç "parçalanan hayat" demek, "parçalanan yaşamlar" demek.
Deprem politikası yok bu ülkenin. Bu devletin deprem politikası yok, oysa bilim insanları, ekoloji örgütleri, akademisyenler ve bizler durmaksızın bu ülkenin bir deprem ülkesi olduğunu ve atılması gereken her adımın hızlıca atılması gerektiğini söyledik ama gelin görün ki bırakın bir deprem ülkesine uygun hazırlık yapmayı, tam tersine bu betoncu politikalar, bu inşaatçı politikalar halklarımızın on binler hâlinde ölümüne sebep oldu. Deprem toplanma alanları yok edildi, kentler deprem gerçeğine göre kurulmadı, toplanan deprem paraları çalındı, hortumlandı; ortada deprem parası da yok, dolayısıyla depremde yaşamını yitiren on binlerce insanımız depremin sonucunda değil, bu politikaların sonucunda hayatlarını kaybettiler. Doğal olay, bir doğa olayı böylesine bir felakete sermayenin aparatı iktidar tarafından getirilmiş oldu. Dolayısıyla on binlerce insanın, milyonlarca insanın yaşamı altüst oldu, bunun sorumlusu AKP-MHP iktidarının ta kendisidir.
Şimdi, burada enerji politikaları, yine ekoloji söz konusu olduğunda en belirleyici alanlardan bir tanesi. Şimdi, enerji politikalarının gerekçelerinden bir tanesi az önce bahsettiğim saray ekonomisinin, saltanat ekonomisinin yaratılmasındaki kilit bir alan olmasıdır. İktidar "Enerjiye ihtiyacımız var, enerjiye ihtiyacımız varsa dışarıya bağımlılığı ortadan kaldırmamız lazım -yani yerli ve millîlik edebiyatıyla- o zaman yeni enerji yatırımları yapmamız lazım hatta nükleer santraller kurmamız lazım." dedi. Şimdi, nükleer santral meselesi çok kritik. Bakın, depremden sonra dahi nükleer santral yeterince konuşuluyor değil çünkü bizim başından itibaren vurgu yaptığımız bu deprem coğrafyasında her şeyi bir tarafa bırakalım, sadece deprem ülkesi olması itibarıyla bile bu ülkede nükleer santral ölümlerden ölüm demektir. Dolayısıyla burada enerji politikasının temellendirildiği ihtiyaç meselesi tümüyle yalandır. Bu, tamamen saray ekonomisinin bir ihtiyacı olarak gündeme gelmiştir. Türkiye'de enerji ihtiyacı yoktur ve ihtiyaçtan fazla enerji üretildiği bizzat devletin kendi kaynaklarında vardır.
Yenilenebilir enerji meselesi de bu kapsamda ele alınmalıdır. Yenilenebilir enerji meselesi de iktidarın kocaman aldatmalarından bir tanesidir. Türkiye'de dereler ve ormanlar, sözüm ona, ekolojik yıkıma çare olarak ortaya konulan yenilenebilir enerji projelerine heba ediliyor. Oysa mesele burada şudur: Eğer siz meseleye halktan yana, doğadan yana değil de şirketlerden ve kârdan yana bakarsanız elinizde en sağlıklı araç dahi olsa o araç bir ölüm aracına dönüşebilir. Örneğin, bakın, Karadeniz'de Karadeniz halkı yirmi senenin sonunda feryat ediyor ve bu feryadın konusu HES'ler. HES'ler de yenilenebilir enerjidir. Örneğin Hasankeyf de yine bir yenilenebilir enerji yani bir HES barajının sonucu kaybolmuştur, on bin yıllık bir tarih yok edilmiştir. Enerji konusunda da biz, demokratik, halkçı, doğadan, ekolojik sistemden yana bir modeli savunduğumuzu bugüne kadar söyledik. Dolayısıyla iktidarın bu enerji yalanlarını söyledik, söylemeye de devam edeceğiz.
Bakın, maden meselesi yine aynı biçimde kritiktir. Türkiye'nin yüz ölçümünün yarıdan fazlası maden sahaları olarak ilan edilmiştir ve bunu uluslararası maden şirketleri yerli iş birlikçileri aracılığıyla yapıyor. Ve yine bu iktidar bütün bunları yaparken yerli ve millîlikten taviz de vermiyor.
Ormanlar... Ormanlar yanıyor ve yok oluyor. Ormansızlaşıyoruz hızlıca ve küresel iklim krizinin en büyük sebeplerinden bir tanesi de budur. Ormanlar yok olursa sular yok olur, ormanlar yok olursa yaşam yok olur, ormanlar yok olursa oksijen yok olur. Dolayısıyla, ormanların korunması en temel görevlerden bir tanesidir ama yanan ormanların 4-5 katı fazla orman iktidarın resmî projeleriyle yok oluyor yani turizm projeleriyle, enerji projeleriyle yok oluyor. Bakın, tekrar ediyorum: Yanan ormanların 4-5 kat fazlası, devletin, işte buraya gelen, Komisyonlardan geçen, burada onaylanan o projeleri sebebiyle yok oluyor. Normalde ülkede ormanları devletin koruması gerekirken halk ormanları devletten koruyor; içinde bulunduğumuz süreç böyle bir süreç yani tam olarak bir sınıfsal tercihle karşı karşıyayız aynı zamanda.
Yoksullar, yoksulların mücadelesi, yaşam alanlarını koruma mücadelesi, kendi yaşamlarını koruma mücadelesi... Ama bunu yapanlar, bu yıkımı örgütleyenler bir avuç kan emici, yüzde 1. Evet, bilim insanları, ekoloji örgütleri, yöre halkı -başta kadınlar olmak üzere- bu mücadeleyi yürütüyorlar, kesintisiz bir biçimde ekoloji mücadelesi yürüyor. Kime karşı? Şirketlerin dozerlerini koruyan kolluk güçlerine, devlete karşı yani halk, ormanları, tarım alanlarını, sulak alanları korurken karşısında kimi görüyor? Dozerlerin korumalarını görüyorlar. Bunları biz nerede gördük? Bunları biz birçok alanda gördük. Şirket, siyaset, kolluk gücü ve mahkemeler el birliğiyle bu yıkım sürecini devam ettiriyorlar. Bunun karşısında elbette direnişler yaşanıyor. Çok kıymetli, çok öğretici direnişler gerçekleşti. Kaz Dağları'nda, Kanadalı Alamos Gold firması aylarca süren halk direnişiyle gönderildi, aylarca sürdü bu direniş. Mahkeme durdurma kararı vermesine rağmen, bir yıl orada kaldı şirket. Bir kaldırımda bir sandalyesi olan insanın karşısına dikilen polis, devlet, Kaz Dağları'nda bir yıl orayı işgal eden Alamos Gold firmasının karşısına dikilemedi çünkü aralarındaki ilişki, iş birliği çok açık; ikisi bir ve aynılar. Dolayısıyla orada şirket egemenliği kendisini dayattı. Yine, Akbelen'de insanlar hâlâ ormanları korumaya devam ediyor. Akbelen'deki kadınların direnişini buradan selamlamak istiyorum. Yine, Muğla'da, Deştin'te, çimento fabrikasına karşı direniş var. İkizdere'de, Artvin'de, Şırnak'ta, Hasankeyf'te, Dersim'de, Aydın'da, İzmir'de...
Bakın, bu iktidar çevreci olduğunu söylüyor ve bu iktidar doğayı savunduğunu söylüyor. Ama bakın, İzmir Gaziemir'de on beş yıla yakın süredir bir fabrikanın bahçesinde, terk edilmiş bir fabrikanın bahçesinde nükleer atıklar gömülü. Binlerce ton, yüz binlerce ton nükleer atık insanları zehirliyor, doğayı zehirliyor sistematik olarak. Bu iktidar Gaziemir'deki o nükleer atıkları hâlâ temizleyebilmiş değil çünkü nükleer atıkların temizlenmesi mümkün değildir. Peki, nasıl geldiler buraya, Türkiye'de nükleer enerji santrali olmadığına göre nasıl geldi bu çubuklar oraya? Çünkü Türkiye, dünyanın nükleer çöplüğü hâline geldi, dünyadan çöp ithal eden bir ülke hâline geldi; AKP iktidarının gerçekliği tam olarak budur.
Evet, yeni yaşamı bu zulüm, bu talan ve bu yıkım siyaseti karşısında inşa edeceğiz. Siyasetin en fazla yapılması gerektiği dönemlerdeyiz. Ekonomik olarak, sosyal olarak, ekolojik olarak bu mücadeleyi birleşik yürütmek durumundayız. Ekoloji mücadelesi sadece ekoloji örgütlerinin işi olmaktan çoktan çıkmış durumdadır; nefes almak için, yaşamak için bu mücadeleyi sürdürmek durumundayız ve saray bu mücadeleler karşısında yenildi ve yenilmeye de devam edecek. Yıkılacak olan bu saray rejimini yok edecek olan şey saydığım halk direnişlerinin ta kendisidir; yeni yaşamı kuracak olan şey de emeğine, doğasına, yaşamına ve geleceğine sahip çıkan örgütlü halkımızın ta kendisidir.
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)
BAŞKAN - Tamamlayalım lütfen.
MURAT ÇEPNİ (Devamla) - Buradan bu direnişleri örgütleyen tüm halklarımıza bir kez daha selam olsun diyorum. Bizler de bu ülkede mücadele yürüten demokrasi güçleri, özgürlük güçleri, sosyalizm güçleri olarak bu mücadelenin tam ortasında olmaya devam edeceğiz. Buradan tek bir çıkış var; o da kendi ellerimizdedir diyorum ve tüm halkımızı bir kez daha selamlıyorum.