Konu: | (10/5,6,8,22,58) Esas No.lu Balıkçılık ve Su Ürünleri Sektöründe Yaşanan Sorunların Araştırılarak Alınması Gereken Tedbirlerin Belirlenmesi Amacıyla Bir Meclis Araştırması Açılmasına İlişkin Önergelerin ön görüşmeleri münasebetiyle |
Yasama Yılı: | 1 |
Birleşim: | 10 |
Tarih: | 04.07.2023 |
YEŞİL SOL PARTİ GRUBU ADINA HAKKI SARUHAN OLUÇ (Antalya) - Sayın Başkan, sayın vekiller; geçtiğimiz dönem kurulmuş olan ancak çalışmalarını tamamlayamamış olan bir komisyonun tekrar kurulması için tartışmaları sürdürüyoruz; konu, balıkçılık ve su ürünleri. Ama bu konuyu tartışırken sadece balıkçılık sektöründe çalışanların ekonomik ve ticari sorunlarını ele alamayız şüphesiz ki. Evet, o sektörde çalışanların ekonomik ve ticari sorunları çok önemlidir ama aynı zamanda balıkların yaşadığı ortamın da mutlaka değerlendirilmesi gerekmektedir; aksi takdirde sektörün sorunlarını doğru bir şekilde ele almış olmayız, bunu özellikle belirtmek istiyoruz.
Şunu bilelim ki: Türkiye'de balıkçılık sektöründeki sorunların temelinde denizlerin ve sularımızın kirliliği gelmektedir aslında yani denizleri o kadar kirletmiş durumdayız ki bir canlı yaşayabileceği ortamdan uzaklaştırıldığında, bu ortam çeşitli yol ve yöntemlerle kirletildiğinde o canlının oralarda yaşayabilmesi doğal olarak mümkün olmuyor.
Hatırlarsanız Müsilaj Komisyonunu kurduk geçtiğimiz dönem Mecliste. Müsilaj Komisyonu uzun toplantılar yaptı, bir rapor yayınladı 400 sayfalık ve çeşitli öneriler de barındırdı, burada da tartıştık bunları. Müsilaj Komisyonuna katılan milletvekillerinin çoğunun ortak görüşü şuydu o dönemde: Denizler alıcı ortam olarak kabul edilmemelidir. Alıcı ortam nedir? Alıcı ortam evsel atıkların -ki bu tarif 2000'li yıllarda aslında bütün dünyada kullanılır hâle geldi- endüstriyel atıkların atılabildiği ortam anlamında kullanılmaktadır yani halk diliyle ifade edecek olursak karada yaşayan insanlar kendi pisliklerini denize süpürmektedirler. İşte, mesela, Marmara Denizi büyük bir felaketle böyle yüz yüze gelmiştir müsilaj döneminde. 1989'da Güney Haliç kolektörlerinin kurulmasıyla birlikte İstanbul'un evsel atıklarının denize basılmasıyla birlikte bu süreç başladı ve hâlâ da bir şekilde devam ediyor. İleri biyolojik arıtmadan filan bahsediliyor ama durum öyle değil; bunu biliyoruz. Hem endüstriyel atıklar hem evsel atıklar hem tarımsal atıklar hem meteorolojik kirlenme hem de lojistik kirlenme yüzünden Marmara Denizi gerçekten çok kötü duruma gelmiş vaziyette ve balık türlerinin önemli bir kısmı ne yazık ki artık yok, bulunmuyor. Klasik arıtma yöntemleriyle temizlenemeyecek olan, arıtılamayacak olan nitelikte kimyasal atıklar; civasından kadmiyumuna, nikelinden kurşununa her şeyi içinde barındıran atıklar deniz ekosistemini giderek çok daha olumsuz bir hâle getiriyor; bunu birlikte yaşıyoruz.
Bugün pek çok türden bahsedemiyoruz artık Marmara söz konusu olduğu zaman. Mesela uskumru balığı aslında tarihsel olarak baktığımızda İstanbul'un alametifarikasıdır normalde; tarihsel olarak bu böyle bilinir, kitaplarda böyle yazar ama artık İstanbul'da uskumru bulamazsınız, yakalanamaz çünkü bitti, tür olarak kalmadı. Yalnızca Marmara Denizi için söylemiyorum, Türkiye denizlerinin hemen hemen tümünde olağanüstü bir kirlilik problemi var. Şimdi, bu kirliliğin esas sebebi daha çok kâr etmek isteyen işletmeler, atığını arıtmak istemeyen işletmeler, mevzuata uygun olmadan daha fazla balık yakalamak için denizi âdeta bir savaş alanı gibi gören zihniyet.
Biz balıkçılığı ve su ürünlerini konuşurken deniz ekolojisinden bağımsız bir şeyden bahsedemeyiz -siz de kabul edersiniz ki- bu doğru bir yaklaşım olmaz. 20'nci yüzyılın başından bu zamana kadar süregelen tahripkâr bir yaklaşım vardır ve bunun temel anlayışı da şudur: Doğal varlıkların her birini ticari bir meta olarak görmek ve bu anlayışla insanların doğadan karşılıksız bir biçimde ürünleri devşirirken geriye neyin kalıp neyin kalmadığı tartışmasını hiç yapmıyor olmalarıdır, bu tahribatın yarattığı sonuçları konuşmuyor ve düşünmüyor olmalarıdır; çok basit şeylerden bir tanesi, ekolojik çeşitliliğe ya da biyoçeşitliliğe riayet edilmeden olağanüstü bir avcılık yapılmasıdır mesela. Evet, tedbirlerle büyük teknelerin sayıları azaltıldı; doğru ama tekneler... Bir gariban, sabi bile taşın altında ve arasında görebilecek bir teknolojiye sahip artık. Bundan bu hayvanlar nasıl kurtulacak, nasıl olacak bu iş? Şimdi dönüp dönüp "trol" diyoruz "gırgır" diyoruz ama bütün bunların hepsinin büyük bir tahribat yarattığını hiç konuşmuyoruz.
Sayın vekiller, küçük ölçekli balıkçılık, bir sosyal var oluş biçimidir; insan türünün avcılık, toplayıcılıktan bu zamana kadar uğraştığı en kadim meselelerden bir tanesidir. Küçük ölçekli balıkçılık bugün can çekişiyor ülkemizde. Başka yerlerden aldıkları desteklerle bu insanlar ayakta kalmaya çalışıyorlar, çoluğunu çocuğunu ayakta tutmaya çalışıyorlar. Şimdi küçük ölçekli balıkçıların bu durumunu görmeden, izah etmeden, önlemler geliştirmeden bir balıkçılık panoraması geliştirmek mümkün olabilir mi? Olamaz. Yani küçük ölçekli balıkçılara ilişkin problemler var ve bu insanların devletten aldığı destekler bunların üretim yapabilmesine yetmiyor. Bu konuya birazdan tekrardan döneceğim.
Bugün, memlekette endüstriyel atıklar ve evsel atıklardan dolayı iç sularda, göllerde temiz yer kalmadı dedim. Kurulacak komisyon mutlaka bir master plan çıkarmalıdır, ortaya koymalıdır hem biyolojik, ekolojik ayağıyla hem ekonomik ayağıyla hem sosyal ve kültürel ayağıyla hem de kurumsal ayağıyla balıkçılık sektörünün sorunlarını konuşmalıdır, masaya yatırmalıdır, uzmanlarıyla ve o alanda çalışan sivil toplum örgütleriyle birlikte tartışmalıdır ve buradan çıkarılacak rapor ve öneriler mutlaka yasalara dönüştürülebilmelidir; bunu özellikle vurgulamak istiyorum.
Gerçekten, büyük ekolojik problemler yaşıyoruz ve yaratıyoruz bu problemleri de. Esas olarak müsilajın temel sebebi -o zaman da konuşmuştuk- deniz ve deniz suyu sıcaklığının da esas sebebi kirliliktir; bunu hep o zaman da tartıştık ve şimdi de bunu görmemiz gerekiyor. Bu kadar kirlilikte, bu kadar vahşi avlanma usulüyle bu denizlerin ve deniz canlılarının sağlıklı bir şekilde yaşamaları mümkün değildir.
Mesela, Marmara Denizi ülkemizin tümüyle sahip olduğu tek denizdir yani bu çok önemli bir değerdir aslında ama biz bunu el birliğiyle ve taammüden, bilerek isteyerek ve hatta bununla ilgili yönetmelikler çıkararak mahvediyoruz. Kısacası, balıkçılık tartışılırken ekolojik dengenin altüst edilmesini dışlayarak bu mevzuyu tartışamayız. Alıcı ortama kirletici unsuru boca ettiğimizde burada dayanabilen türler kalıyorlar, dayanamayan türler ya orayı terk ediyorlar veya ölüyorlar. Bütün bu gelişmeler kısa dönemli de olmuyor elbette. Uzun dönemli, belki bizlerin kısa ömründe nihayete ermeyen sorunlarla başlıyor her şey ama uzun dönemde bunlar çok büyük sorunlarla insanlığın karşısına çıkıyorlar.
Marmara'yı konuşurken Ege'yi ve Karadeniz'i bundan bağımsız olarak konuşmak mümkün değil çünkü bu, bütün bir ekosistemin parçası aslında. Marmara'da "kırmızı sular" dediğimizde, Marmara'nın yemyeşil olmasıyla karşı karşıya kaldığımızda, denizanası istilalarından bahsettiğimizde, belirli türlerin azalıp belirli türlerin çoğalmasını söz konusu ettiğimizde hatta ekonomik kimi türlerle ilgili çeşitli kampanyalar yaptığımızda -hatırlayın işte- lüferim nerede, büyük balık küçük balık, şu kadar santimlik balığı avlayalım avlamayalım... İşte, biz bütün bunları tartışıyoruz ve bunu otuz üç senedir özellikle Marmara'da yaşıyoruz.
İstavritlerin boyları olması gerekenden çok daha küçükse bugün, âdeta Afrika'daki açlık çeken çocukların görünümündeyse istavritler bunun nedeni de kirliliktir esas itibarıyla. Bu, istavrit tüketen palamut balığında da lüferde de ortaya çıkacak bir hastalıktır; bunu unutmamamız gerekiyor.
Bilimsel raporlar var bugüne kadar yazılmış olan, devletin bütün kurumlarında bu raporlar bulunuyorlar. En az elli yıllık geçmişe sahip bu raporlar, hatta bazıları daha da fazla ve bu raporlar, Marmara-Boğazlar- Karadeniz arasında var olan akıntıların atık suları nasıl hareketlendirdiğini anlatıyor ve besin zincirini kırarak ve bozarak balıkçılığa ciddi anlamda ket vuracağını belirtiyor. Ne zaman yazılmış dedim bu raporlar? En az elli yıl önce yazılmış raporlar ve devlet kurumlarının yazmış olduğu raporlar. Peki, bütün bunlar olmuş mu, bu raporlarda öngörülenler olmuş mu? Olmuş. Şimdi, biz balıkçılığın sorunlarını bugün tartışırken bu bilgilere sahip olarak tartışmamız gerekiyor çünkü elli yıl önce söylenenlerin, öngörülenlerin çok daha fazlası gerçekleşmiş vaziyette ve bugün bunun çareleri yok mu? Var. Yapılması gereken şeyler yok mu? Var. Her türlü teknoloji var, para da var. Çünkü bunlar bir havaalanından daha pahalı şeyler değil ya da bu alınması gereken önlemlerin maliyeti köprüler veya uzun duble yollardan daha pahalı değil, yeter ki bu konuda gerçekten bir niyete sahip olunsun ve bunları tartışalım ve önlemleri alalım. İşte, balıkçılığı konuşurken, su ürünlerini konuşurken bütün bunları konuşmadan adım atmak mümkün değil.
Bütün Marmara Denizi'ndeki balıklarda özellikle ağır metallerle ilgili ciddi problemler var. Ama zaten Marmara Denizi'nde de balık kalmadı, türler çok çok ciddi ölçüde azaldı. Mesela, palamut ve lüfer dediğimiz zaman, bunlar, biliyorsunuz, göçmen balıklar. Zargana dediğimiz, o da göçmen balık, gelip geçiyor. İstavritin de Marmara'ya giren ve çıkanı var, biri Akdeniz istavriti, biri Karadeniz istavriti. Şimdi göç yapıyor onlar da. Esas itibarıyla Marmara Denizi'nde geçmişte olduğu gibi bir tane kırlangıç balığı bulabilir misiniz? Bulamazsınız, kalmadı çünkü bu tür yok oldu. O yüzden bu meseleleri tartışırken, balıkçılığı tartışırken kirliliği ve bu kirliliğin yarattığı sorunları ele almadan ekolojik sistemin nasıl altüst edildiğini ve bunun bizler tarafından yapıldığını konuşmadan asla bu sorunların çözümünü yaratamayız; bunu bilelim. Bu, tarihsel bir şey, Marmara Denizi ve çevresinde, boğazlarda yaşayan toplumlar açısından balıkçılık her zaman çok önemli bir iktisadi ve sosyal faaliyet olmuş, tarihe baktığımızda bunu görüyoruz. Bu faaliyetlere ait olan bilgi ve belgeler ta milattan öncesine kadar gidiyor. Daha ayrıntılı olarak bilebildiğimiz Bizans Dönemi var, balıkçılık hakkında o dönemde bile kanunlar çıkarılmış. Osmanlı Dönemi'nde balıkçılık faaliyeti çok önemli bir faaliyet alanı olmuş ve 1910'larda bile balık avlanma alanlarında nelere dikkat edileceğine dair yasaklar ve cezalara dair yönetmelikler çıkarılmış; dibi tarayarak yapılan avlanma, algarnayla avlanmak o zamanlarda dahi yasaklanmış, 1900'lerin başlarından söz ediyorum. Şimdi, dolayısıyla, bugüne geldiğimizde bütün bunları bir kez daha hatırlamamız gerekiyor.
Peki, Marmara'yı ve diğer denizleri, sularımızı geri kazanabilir miyiz tekrardan? Evet. Bunun imkânı var mı? Evet ama tartıştığımızda, bu amaçla kurulan komisyonlar raporlar hazırladığında gerçekten bu raporların sonuçlarına, orada çıkan önerilere, bilim insanlarının ve sivil toplum kuruluşlarının önerilerine dikkat etmemiz gerekiyor, bunları dikkate alarak yasal düzenlemelerin yapılması gerekiyor. Ama maalesef, öyle bir durumdayız ki o raporlarda çıkan önerileri yasalara çevirme konusunda son derece atıl bir durumda kalıyoruz.
Şimdi, bugün konuştuğumuz ve çareler aradığımız bu sorunlar esas olarak -dedim ya- hep insan kaynaklı sorunlar yani 60'lardan bu yana plansız ve çarpık kentleşme, sermayenin aşırı kâr hırsı, doğal varlıkların yağmalanması, endüstriyel, evsel atıklar, tarımda yoğun olarak kullanılan gübre ve tarımsal zehirlerin doğurduğu kirlilik, atmosferik olaylar, gemi ticaretindeki yoğunlaşma ve buna benzer tüm doğal varlıkların büyük bir hızla tahrip olmasına sebep olan faaliyetlerden söz ediyoruz. O yüzden, kirlilikten kurtulmak ve bu yaratılan kirliliğin mutlaka ortadan kaldırılması için adımlar atmak çok büyük önem taşıyor yani biyoçeşitliliğin korunması yönünde stratejilerin geliştirilmesi gerekiyor ve sürdürülebilir balıkçılığa geçiş sürecinin planlanması ve kademeli olarak bu geçişin yapılması gerekiyor. Bu çerçevede, denizlerimizde canlı envanterinin oluşturulması, balık stoklarının belirlenmesi ve avcılık var olan stoklar baz alınarak mutlaka planlanmalıdır.
Balıkçılıkla ilgili tartıştığımızda ikinci konuya gelince "balıkçıların sorunları" diye anlatıldığında hemen herkesin konuştuğu şey endüstriyel balıkçılığın sorunları oluyor ama bu doğru değil. Trol tekneleriyle, devasa teknolojilerle ufacık bir balığın bile denizin dibinde saklanamayacağı, onu görecek sonar aygıtlarıyla, balık bulucularla denize bir fetih ruhuyla saldırıldığı koşullarda bu denizlerin derdi de bitmez balıkçılığın sorunları da azalmaz. Biz "balıkçılığın sorunları" "balıkçılık sektörünün sorunları" deyince temel olarak küçük ölçekli balıkçılığın sorunlarını ele almamız gerektiğini düşünüyoruz. Zaten büyük ölçekli balıkçılığın bir sektör olarak çok büyük sorunları da yok bugün çünkü denizleri bu hâle getiren önemlice faktörlerden bir tanesi de Türkiye'de bu endüstriyel balıkçılık teknelerinin, devasa teknelerin denizi hallaç pamuğu gibi atması meselesidir. O nedenle, sorun, esasen artık yok olmaya yüz tutan, on binlerce yıllık bir geçmişi olan ve aslında bir sosyal ilişki biçimi, bir sosyal varoluş biçimi olan küçük ölçekli balıkçılığın desteklenmesidir ve korunmasıdır. Bunlar küçük ölçekli işletmelerdir, yoğun olarak içlerinde de kadınlar çalışır. Tekne itibarıyla, sayı itibarıyla baktığımızda Türkiye'deki filonun yüzde 90'ına yakınını oluştururlar ama balığın ancak yüzde 10 kadarını avlayabilirler. Şimdi, bu kesim yarışmak zorunda kaldığı endüstriyel balıkçılık filolarıyla, tekneleriyle nasıl yarışacak, bu sektörde nasıl var olacak, sorulması gereken esas soru budur ve bu tartışılmalıdır esas itibarıyla.
Biz bunu tarımda da hep konuşuyorduk. Hatırlarsanız, tarımda sorunların çözülmesinin önemli bir yolu da küçük ölçekli işletmelerin, küçük ölçekli çiftçilerin yani küçük üreticilerin desteklenmesidir ve bu desteklerle hem toprağa daha fazla fayda sağlanır hem fosil yakıtlar daha az kullanılır hem de kırsal kalkınma söz konusu olur diye anlatıyoruz, aslında küçük balıkçılık da biraz buna benzeyen bir durum. Küçük ölçekli balıkçılığın sorunlarını çözmek için anahtar olan bunun desteklenmesidir esas itibarıyla. Var elbet birtakım destekler devletin verdiği ama bin lirasını veriyorsa 800 lirasını bir şekilde geri alıyor harçlarla, şunlarla, bunlarla yani mazot desteği var ama mazot desteğine kim ulaşabilirse o kullanabiliyor. Bunların her biri başlı başına bir problem hâline gelmiş durumda. O nedenle, kooperatifçilik temelinde bu alanda da çok ciddi sorunlar var. Su kooperatifleri işlevsel hâle getirilmelidir -bir türlü olmadı- ve kooperatifçilik mevzuatının önüne dikilmiş bu sorunların da bu komisyon tarafından ele alınması ve değerlendirilmesi gerekiyor.
Sayın vekiller, şimdi demek ki meselelerimizden önde gelenlerden bir tanesi de küçük ölçekli balıkçılığın sorunlarını çözmek olmalıdır. Yanlış hatırlamıyorsam 2022 yılı Küçük Ölçekli Balıkçılık Yılı ilan edilmişti Birleşmiş Milletler tarafından ve küçük ölçekli balıkçılığın ekosistemi destekleyen, deniz ekosistemine zarar vermeyen özelliği de öne çıkarılmıştı. Bunu bir kez daha hatırlamak gerekiyor ve küçük ölçekli balıkçılığı kendi kaderine terk etmememiz gerekiyor. Bunu bir kez daha vurgulamış olalım.
Peki, denizlerimizde su ürünleri üretimine, balık üretimine baktığımızda, komşularımızda mesela Yunanistan'da, Bulgaristan'da, Romanya'da bol balık var mı? Var, çok bol. Aynı denizleri kullanmıyor muyuz? Kullanıyoruz. Nasıl oluyor da orada balık bol oluyor da bizde sıkıntılar yaşanıyor bu konuda? Mesela, onlar Avrupa Birliği üyesi oldukları için kafalarına göre avlanma yapamıyorlar, kaç metre derinlikte balık avlayacaklarını, yılda kaç ton balık avlayacaklarını, balık stoklarını, balıkçı filolarının yönetimini ve denetimini Avrupa Birliği Yönetmeliği belirliyor yani kurallara uyuyorlar. Türkiye'nin Avrupa Birliği müzakerelerinde balıkçılık faslının açıldığı tarih 2006'dır. Müzakerelerde bu fasılla ilgili bir milim ilerleme var mı? Yok. Avrupa Birliğine giremesek bile Avrupa Birliğinin kuralları bu alanda faydalı ve biz o kuralları kendimize göre uyarlayalım diyen var mı? Yok maalesef. Avrupa'da en fazla balıkçı teknesi kimde? Bizde. Peki, Avrupa Birliği ülkeleri yılda kişi başına ne kadar balık yiyor? Yaklaşık 26 kilo. Biz ne kadar yiyoruz? 7 kilo. Norveç'te 6.400 balıkçı teknesi var, 150 ülkeye balık ihracatı yapıyor; Türkiye'de 18 binden fazla balıkçı teknesi var, 100 ülkeden balık ithal ediyoruz.
Norveç'te Balıkçılık Bakanlığı var. Dünyanın bütün gelişmiş ülkelerinde balıkçılık, balıkçılıktan sorumlu bakanlığa veya denizcilikten sorumlu bakanlığa bağlıyken bizde kime bağlı balıkçılık? Tarladan ve ormandan sorumlu Tarım Bakanlığına. Böyle bakıyoruz, hani ülkemizin üç tarafı denizlerle çevrili ama meseleye böyle yaklaşıyoruz.
Şimdi, kendi iç denizimiz var, deniz büyüklüğünde göllerimiz var ama sorunlarımızı bir türlü aşamıyoruz. Dolayısıyla komisyon bütün bunları da tartışmalı, değerlendirmeli ve bu sorunların çözümüne dair önlemler geliştirmelidir diyoruz bir kez daha. Dolayısıyla bu komisyonun kurulmasını destekliyoruz Yeşil Sol Parti olarak ve bu konuda elimizden gelen katkıyı sağlayacağımızı söylemiş oluyoruz.
Beni dinlediğiniz için çok teşekkür ediyorum. (Yeşil Sol Parti sıralarından alkışlar)