| Konu: | YABANCILAR VE ULUSLARARASI KORUMA KANUNU (S.S.:310) |
| Yasama Yılı: | 3 |
| Birleşim: | 80 |
| Tarih: | 20.03.2013 |
YUSUF HALAÇOĞLU (Kayseri) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; konuşmama başlarken hepinizi saygıyla selamlıyorum.
Türkiye, özellikle Avrupa'yla Asya ve Afrika arasında tam bir geçiş noktasıdır ve dolayısıyla, bugün Türkiye üzerinden, Türkiye'de konaklayarak başka ülkelere de giden önemli bir göç hareketinin yaşandığı bir coğrafyada bulunmaktadır.
Keza yine Orta Doğu'da meydana gelen işte Irak Savaşı, önce İran-Irak Savaşı, sonra Irak Savaşı, daha sonra, şimdi Suriye'de meydana gelen olaylar sebebiyle de Türkiye dışarıdan hayli göç almış bir devlet konumundadır. Dolayısıyla böyle bir yasanın çıkarılmış olması son derece isabetlidir.
Değerli milletvekilleri, konuya çok daha geniş bir perspektiften bakmak gerektiğini düşünüyorum. Zira tarihimizde bu şekilde, yurt dışından gelen göçler ile yurt içinde meydana gelen göçler olmak üzere iki ana konumda mesele ele alınabilir. Tarihte de hep karşılaştığımız olaylardan bir tanesidir göç meselesi. Mesela, hepimizin çok yakından tanıdığı ve bildiği şekilde II. Beyazid döneminde, İspanya'da Hristiyanların baskısı altında kalan hem Müslüman hem de Yahudilerin bir kısmı İspanya'dan alınarak Müslümanlar Afrika'nın kuzeyine, Yahudiler ise İstanbul'a, Edirne'ye ve Selanik bölgesine getirilip yerleştirilmişlerdir.
Keza, bunun ötesinde, Osmanlı Devleti'ne sığınan birtakım ülkelerin mültecileri de vardır. Mesela Polonya'dan gelenler, bugün İstanbul'da Polonezköy'de oturmaktalar. Yine Macar mültecileri olarak bildiğimiz "Rakoçi Ferenc" ve "Kaşot" adıyla Macaristan'dan kaçıp Türkiye'ye gelen iki ayrı mülteci grubu vardır. Hepiniz biliyorsunuz ki Kaşot Kütahya'da, Rakoçi Ferenc ise Tekirdağ'da ikamet etmiştir. Bugün Macaristan'la olan ilişkilerimizde bu iki mülteci grubuyla bağlantımız bizi son derece birbirimize yakınlaştırmaktadır.
Keza bunun dışında hepimizin çok yakından bildiği Demirbaş Şarl meselesi var. İsveç Kralı'nın, Poltava'da Ruslara yenilmesinden sonra Türklere, Osmanlı Devleti'ne sığınmasıyla o tarihteki ismiyle Akkerman'da Demirbaş Şarl muhafaza edilmiştir. Demirbaş Şarl, 1703 yılından itibaren 1713 yılına kadar Osmanlı topraklarında kalmıştır. Demirbaş Şarl, ülkesine gitmediği için "Demirbaş" unvanını almıştır, her türlü masrafı Osmanlı Devleti'nden karşılandığı için, daha sonra kendisine verilen asker ve maddi imkânlar çerçevesinde İsveç'e gitmiştir ve böylece Demirbaş Şarl konusunda da Türkler onlara kollarını açmıştır. Nitekim bu olay, Avrupa'da Osmanlı Devleti'ne karşı son derece büyük bir sempati uyandırmış, hatta Osmanlı kıyafetleri Avrupa'da birinci derecede moda hâline gelmiştir. Dolayısıyla, tarihe baktığımızda da böyle bir durum söz konusu olmaktadır.
Bunun dışında, Türk devletleriyle olan savaşlarımızda birtakım nüfus nakillerini de, hareketlerini de görüyoruz. Mesela, Yavuz Sultan Selim'in İran seferi sonrasında Anadolu'daki birtakım aşiretler İran'a, İran'daki birtakım aşiretler de Anadolu'ya gelmişlerdir. Dolayısıyla, bütün bunları yürütürken Osmanlı Devleti, çok ciddi bir iskân politikası takip etmiştir. Gelen insanların yerleştirilecekleri yerlerin, onların önceki yaşadıkları yerlere uygun olmasına özellikle dikkat edilmiştir. Mesela, Kafkasya'dan gelenlerin daha çok, yüksek mevkilerde yerleştirildiği, Balkanlardan gelen mülteci göçmenlerin -oralardaki topraklarının kaybedilmesiyle gelen göçmenlerin- ise Anadolu'nun Rumeli iklimine uygun bölgelerine nakledildiğini görürüz. Keza, Kıbrıs'ın fethinden sonra Kıbrıs'a nakledilen Türk nüfusun da Kıbrıs'ın, Akdeniz'in iklimine uygun insanların nakledildiği bir gerçektir.
Bugün Türkiye'nin içinde bulunduğu göçmen meselelerinde, genel müdürlük kurulması son derece isabetlidir. Gerçekten de bu işler sürekli olarak Türkiye'nin önünde yer alacaktır. Zira, Doğu-Batı arasındaki ekonomik faklılıkların sürekli olarak bu göçü destekleyeceği, önümüzde bir gerçek olarak durmaktadır.
Öte yandan, şunu özellikle belirtmek istiyorum ki Türkiye'nin kendi içindeki iç problemleri de göz önüne almak mecburiyetindeyiz. Nitekim, kırsal kesimden şehirlere meydana gelen göçlerin muhakkak ki Türkiye için çok büyük bir önemi vardır. Nitekim bugün Türkiye'de kırsal alanlarda, köylerde neredeyse nüfus kalmayacak derece azalmıştır ve birkaç evden başka köylerde insan kalmamıştır, şehirlere doğru büyük bir akım vardır. Nitekim son yapılan istatistiklerde bildiğim kadarıyla şehir nüfusu ile köy nüfusu arasındaki oran hızla açılmış, şehirlerde yaşayan insanların sayısı yüzde 75'lere kadar çıkmıştır. Bu durumda şehirde meydana gelen asayişsizliğin göz önüne alınması gerekir çünkü doğrudan doğruya şehirlere gelen göçlerin geçmiş dönemde, Osmanlı döneminde de olduğu gibi şehirlerde bir asayişsizlik problemi çıkardığı bir gerçektir. Dolayısıyla şehirlere kırsal alandan gelen insanlara iş bulmak, altyapısını oluşturmak ve bununla ilgili birtakım problemlerin giderilmesi, muhakkak ki birinci derecede önem taşımaktadır.
Bunun dışında, savaş dolayısıyla bugün Suriye'den gelen göçmenler konusunda bir iki söz söylemek istiyorum: Suriye'den gelen yaklaşık 200 bin kişinin sınır bölgelerimizdeki bazı yerlere yerleştirildiklerini biliyoruz ancak bu nüfusun dışında, bilinenin dışında Türkiye'ye gelmiş pek çok göçmen bulunmaktadır. Mesela İstanbul'da pek çok dilencilik yapanlar veya buna benzer hareketlerde bulunanlar, bazı evlerde baskın yapanlar, bazı şehirlerde asayişsizliği körükleyen bir durum meydana getirmiştir. Dolayısıyla dışarıdan gelen mültecilerin muhakkak ki belli kamplarda ve belli yerlere girip girmemeleri konusunda kesin tedbirler alınması zaruridir. Zira bugün, Hatay'da büyük sıkıntılar vardır, Antep'te büyük sıkıntılar vardır, Adana'da büyük sıkıntılar vardır. Dolayısıyla, bu mültecilere muhakkak insani olarak kucak açmamız tarihten gelen bize bir borçtur ama bunların ülkede asayişsizlik çıkarmalarını da önlemek birinci derecede önemlidir. Dolayısıyla, Suriye'den gelen göçmenlerin belli kampların dışına çıkışları ve girişleri engellenmesine karşılık tespit edilemeyen ve doğrudan doğruya devletin kontrolünde olmayan bir şekilde Türkiye'ye girenlerin takibinin yapılması ve onların da en azından toplanıp kamplara götürülmesi gerekmektedir. Diğer taraftan, kampların çok büyük olması kamplar içinde de birtakım asayişsizliğin ortaya çıkmasına sebep olmaktadır. Bu şekilde gelen mültecilerin daha küçük kamplar teşkil edilerek, birbirinden ayrı kamplar teşkil edilerek ayrı yerlerde muhafaza edilmesi, aynı büyük bir kamp içerisinde tutulmasından daha önem taşımaktadır. Zira bunlar kendi içlerinde de birtakım asayişsizliklere sebep olmaktalar, hatta taciz hareketleri dâhil olmak üzere çok daha vahim hadiseler burada ortaya çıkmaktadır. Bunların göz önüne alınması ve değerlendirilmesi gerekir.
Tabii ki yurt dışından gelen insanlarla bağlantılı olarak şunu da söylemek istiyorum: Geçen günlerde Kültür Bakanımız bir açıklama yaptı: "Ermeniler, Rumlar ve Yahudiler Türkiye'ye geri dönebilirler." Şimdi, burada bir şeye dikkat edilmesi gerekir. Türkiye'den geçmiş dönemde ülkeyi terk etmiş olanların ayrı ama Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı hüviyeti taşıyanların ayrı tutulması gerekir çünkü Lozan Anlaşması'ndan önce Türkiye'yi terk etmiş olan, Osmanlı Devleti'nden vize almadan çıkmış olan ve ülkeden başkalarının izniyle çıkmış olan, mesela itilaf kuvvetlerinin izniyle çıkmış olanların Türkiye'ye girişleri Lozan Anlaşması'yla yasaklanmıştır. Bunlara dikkat edilmesi gerekir. Onun dışında, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olup, Türkiye'ye her an için zaten girebilecekleri bir ortam varken -bunlara çağrı yapılmasının da gereği yok ama- bunların geri dönmeleri gayet tabiidir. Ama onun dışında, daha önce söylediğim gibi, Lozan Anlaşması'yla yasaklanmış olanların Türkiye'ye geri girişlerinin kapılarının açılmaması gerekir, zira böyle bir durum ortalığı daha da karıştıracaktır.
Saygılar sunuyorum. (MHP sıralarından alkışlar)