Konu: | Cumhurbaşkanlığının, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin UNIFIL'in görev süresinin uzatılması yönündeki 2695 (2023) sayılı Kararı uyarınca; hudut, şümul ve miktarı Cumhurbaşkanınca belirlenecek Türk Silahlı Kuvvetleri unsurlarının, 1701 (2006) sayılı Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi Kararı ve 880 sayılı Türkiye Büyük Millet Meclisi Kararı'yla tespit edilen ilkeler kapsamında; 31/10/2023 tarihinden itibaren bir yıl daha UNIFIL'e iştirak etmesi ve bununla ilgili gerekli düzenlemelerin Cumhurbaşkanınca yapılması için Anayasa'nın 92'nci maddesi uyarınca izin verilmesine dair Cumhurbaşkanlığı Tezkeresi (3/763) münasebetiyle |
Yasama Yılı: | 2 |
Birleşim: | 6 |
Tarih: | 11.10.2023 |
İYİ PARTİ GRUBU ADINA ERHAN USTA (Samsun) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; Lübnan'da konuşlanmış bulunan Birleşmiş Milletler Geçici Görev Gücüne Türk Silahlı Kuvvetlerinin katkı sağlaması amacıyla Genel Kurula gelen Lübnan tezkeresi üzerine İYİ Parti Grubu adına söz almış bulunuyorum. Yüce Meclisi saygıyla selamlıyorum.
Türk Silahlı Kuvvetlerinin Suriye ve Irak'ın kuzeyindeki terör bölgelerinde gerçekleştirdiği operasyonlar devam etmektedir. Kahraman ordumuza üstün başarılar diliyorum. Allah Türk ordusunun yardımcısı olsun.
Türkiye Birleşmiş Milletler Anlaşması'nın 51'inci maddesinin kendisine verdiği meşru müdafaa hakkı çerçevesinde Suriye'ye yönelik askerî operasyonlar yürüttüğü esnada bir SİHA'mız Amerika Birleşik Devletleri tarafından düşürülmüştür. ABD tarafı, Türkiye'ye ait olan SİHA'nın kendi üslerine yaklaştığı bahanesiyle harekete geçtiğini ifade etmektedir. Burada konuşulması gereken asıl mesele SİHA'mızın ABD askerî üslerine değil, ABD üslerinin terör örgütlerine olan yakınlığıdır. Burada konuşulması gereken, SİHA'mızı düşüren ABD savaş uçağının nereden havalandığıdır. Kamuoyunda yer alan iddialara göre bu uçak Türk SİHA'sını düşürmek üzere İncirlik Üssü'nden yani Türkiye'den havalanmıştır. Buradan Hükûmete çağrıda bulunuyoruz: Çıkın ve bu iddiaya cevap verin. Bu iddia susarak ve sessiz kalarak geçiştirebileceğiniz bir husus değildir. Kürsülerde ve miting meydanlarında esip gürleyen iktidar sahipleri mesele ABD oldu mu nedense hesap sormak yerine yalnızca naif sorular yöneltmekle yetiniyorlar. Hükûmet artık soru sormayı bir tarafa bırakıp bu önemli meselelerde hesap sormalıdır. Düşürülen SİHA'mızın, parasını ödediğimiz hâlde gasbedilen F-35'lerimizin ve güney sınırımızda ABD eliyle beslenen 100 bin kişilik terör ordusunun hesabını sorma vakti gelmiştir.
Değerli milletvekilleri, dönemin Başbakanı Sayın Erdoğan Suriye iç savaşının henüz başında 6 Ağustos 2011 tarihinde "Suriye meselesi bizim iç meselemizdir." diyerek Suriye krizini içselleştirmiş ve Türkiye'yi savaşın doğrudan tarafı hâline getirmiştir. İç savaşın başlangıcında öngörüden yoksun politikalarla "Şam'da cuma namazı kılacağız." diyen Erdoğan ve Hükûmeti 2013 yılına gelindiğinde Türkiye'yi eşi benzeri görülmeyen güvenlik risklerine ve yakın insanlık tarihinin gördüğü en büyük kitlesel göç dalgasına maruz bırakmış ve Türkiye AK PARTİ'nin açık sınır politikasıyla birlikte 2015 yılından itibaren dünyada en fazla sığınmacı barındıran ülke konumuna gelmiştir. Adalet ve Kalkınma Partisi Hükûmetinin bugün ısrarla devam eden yanlış dış politikası Suriye'de karşı karşıya olduğumuz sorunların birincil sebebidir. AK PARTİ'nin yanlış ve öngörüsüz Suriye politikası sonucunda, bir: Türkiye dünyada en fazla sığınmacı barındıran ülke konumuna geldi ve bugün Türk millî kimliği varoluşsal bir demokratik tehditle karşı karşıya. İki, güneyde Amerika Birleşik Devletleri ve Rusya gibi devletlerle komşu hâline geldik. Üç, emperyalist güçler bugün Suriye'nin kuzeyinde 100 bin kişilik bir terör ordusu besliyor. Dört, Suriye'nin kuzeyinde bir terör devletinin demografik altyapısı göz göre göre inşa ediliyor. Ve beş, bütün bu millî güvenlik risklerinin ötesinde Türkiye sığınmacılara 100 milyar dolardan fazla para harcıyor.
İlk başta ifade ettim, Türkiye'nin maruz kaldığı büyük kitlesel göç ülkemizin bugününü ve istikbalini tehdit eden karşı karşıya kaldığımız en büyük millî güvenlik sorunudur. Bir tahayyül edin, Birleşmiş Milletlerin tanıdığı 193 ülke var, Türkiye'de bulunan sığınmacı ve kaçak sayısı bu 193 ülkenin nüfusunun yüzde 98'inden daha fazla. Türkiye Cumhuriyeti'nin temel harcı olan Türk millî kimliği işte bu demografik risk ve tehditlerin kuşatması altındadır. Hükûmeti uyarıyorum, her işte aklınız başınıza sonradan geliyor. Açılım sürecinde sizi uyardık, dinlemediniz; bedelini hendek operasyonlarında 793 asker ve polisimizin şehit olmasıyla ödedik. FETÖ konusunda sizi uyardık, dinlemediniz; bedelini 15 Temmuz gecesi Türk milletinin başına atılan bombalarla ödedik. Ancak bu demografik istila meselesinin sonrası yok, pişmanlığı da yok. Eğer sığınmacı ve kaçaklar meselesinde derhâl harekete geçmezseniz, bu defa pişmanlığınızın telafisi çok zor olacaktır. Gözünüzü perdeleyen, aklınızı bulandıran İhvancı hayallerden, hezeyanlardan vazgeçin. Bu toprakların mayasıyla oynamayın. Türkiye AK PARTİ'nin ısrarla yürüttüğü yanlış Suriye politikası sonucunda yalnızca içeride değil, sınırda ve sınırın ötesinde de çok büyük bir güvenlik zafiyetiyle karşı karşıyadır. Suriye iç savaşının başlangıcından kısa bir süre sonra, Şubat 2012'de merkezî hükûmetin askerî güçlerinin geri çekilmesiyle birlikte Suriye'nin kuzeyinde bir güç boşluğu doğmuştur. Bölgedeki bu merkezî otorite yoksunluğu PKK terör örgütü tarafından istismar edilmiş ve bugün Suriye'nin kuzeyinde bir terör devletinin altyapısı oluşturulmuştur. 2013 yılının Kasım ayında PKK Suriye'nin kuzeyinde ele geçirdiği 3 bölgede sözde kantonlar ilan etmiş, 2016 yılı Mart ayında ise Suriye'nin kuzeyinin tamamında otonom bölgeler oluşturmuştur. Bu millî güvenlik risklerinin bertaraf edilebilmesi için kahraman Türk Silahlı Kuvvetlerinin devreye girmesi ve bölgeyi kontrol etmesi kaçınılmaz hâle gelmiştir. İşte bu sebeple İYİ Parti bundan önce olduğu gibi, bu yıl da Gazi Meclisin Genel Kuruluna gelecek olan Irak-Suriye tezkeresine "evet" oyu verecektir.
İYİ Parti neden Irak-Suriye tezkeresine "evet" oyu veriyor? Bunun en açık ve net sebebi AK PARTİ'nin yanlış Suriye politikası sonucunda terör örgütlerinin Türkiye sınır hattında ve Suriye'nin kuzeyinde vatanımıza karşı oluşturduğu büyük millî güvenlik riskleridir. Bizim Suriye'yle 911 kilometrelik sınırımız var. Ocak 2016 itibarıyla AK PARTİ'nin izlediği yanlış Suriye politikası neticesinde bu 911 kilometrelik sınırın 622 kilometresi PKK terör örgütünün kontrolüne geçmişti. Bu, cumhuriyet tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir güvenlik zafiyetiydi. Bir an için tahayyül edin, Türkiye Cumhuriyeti devletinin sınırlarının 600 kilometresinden uzun bir hattı PKK terör örgütünün kontrolüne geçmiştir. Mart 2016 itibarıyla ise PKK Suriye'nin kuzeyinin neredeyse tamamında sözde kantonlar, otonom bölgeler ilan etmiştir. Böyle bir durumda Türk Silahlı Kuvvetlerinin harekete geçmesi ve terör örgütünü en azından sınır hattından tasfiye etmesi kaçınılmaz hâle gelmiştir. İşte, 2016 yılında Fırat Kalkanı, 2018 yılında Zeytin Dalı, 2019 yılında Barış Pınarı Harekâtları Türkiye'nin güney sınırında oluşan bu terör koridorunu bertaraf etmek için yapılmış askerî operasyonlardır. Bu sebeple yalnız ve ancak Türk milletinin menfaatlerini referans alan bir siyasi parti olarak biz daima Suriye'nin kuzeyindeki terör tehdidine karşı "Tek bir parti vardır, o da al bayrak partisidir." dedik ve bu operasyonlarda Mehmetçik'e tam destek verdik. (İYİ Parti sıralarından alkışlar) Türk ordusu bu 3 askerî harekâtla birlikte Türkiye'nin güneyinde 10 bin kilometrekare alanda konuşlanmış olan IŞİD ve PKK varlığına son vermiştir. Şanlı ordumuz, bu 10 bin kilometrekarelik alanı 337 şehit vererek PKK'dan temizlemiştir. Bu şartlar altında tezkereye "hayır" demek 337 şehit vererek PKK ve IŞİD terör örgütlerinden temizlediğimiz alanlardan geri çekilmek demektir. Bu, bölgenin yeniden PKK terör örgütünün kontrolü altına girmesi demektir. İçinde bulunduğumuz şartlarda "Türk Silahlı Kuvvetleri, Türk askeri, Suriye'den hemen çıksın, Fırat'ın doğusundan çekilsin." demek bayrağımızı indirip o bölgeyi PKK/YPG'ye teslim edelim demektir. Suriye'nin kuzeyinde ağır silahlarla donatılmış 100 bin kişilik bir terör ordusu varken, Suriye'de bir terör tehdidi yokmuş gibi hareket etmek ve büyük fedakârlıklarla teröristlerden temizlediğimiz bölgelerden geri çekilmek asla doğru değildir, gerçekçi de değildir.
Suriye'nin kuzeyinde yeniden merkezî otorite tamamen tesis edilinceye kadar, Türk Silahlı Kuvvetleri bölgede varlığını sürdürmeye ve PKK terör örgütünü tüm kaynaklarıyla birlikte berhava etmeye devam etmelidir. Kahraman Türk ordusunun bölgeden sağ salim ve barış içinde geri çekilebilmesi için atılması gereken öncelikli adım artık Türkiye Cumhuriyeti devleti ile Suriye Arap Cumhuriyeti arasında bir müzakere ve iş birliği sürecinin derhâl başlatılması olmalıdır. Türkiye ve Suriye arasında başlatılacak olan müzakere ve iş birliği sürecinin temel amacı Suriye'nin toprak bütünlüğünün yeniden sağlanmasıdır. Gerek 1998 Adana Mutabakatı gerekse 2010 yılında Suriye'yle imzaladığımız Terör Örgütlerine Karşı İşbirliği Anlaşması çerçevesinde Suriye'de toprak bütünlüğünü sağlamak ve terör örgütlerinin bölgedeki varlığını sona erdirmek nihai Suriye politikası hedefimiz olmalıdır. 2 ülke arasındaki bu muhtemel iş birliği Türkiye'de bulunan Suriyeli sığınmacıların Suriye'ye güvenli geri dönüş sürecini başlatmak için de zemin hazırlayacaktır. Türkiye'nin millî çıkarları Suriye'nin toprak bütünlüğünün yeniden tesis edilmesiyle sağlanacaktır. Irak-Suriye tezkeresinin içinde bulunan "yabancı güçler" ifadesi bugüne kadar Meclis gündemine gelmiş ve HDP hariç Meclisteki partilerin mutabakatıyla kabul edilmiş tüm tezkerelerde bulunmaktadır. Türkiye'nin 24 Ağustos 2016 tarihinde gerçekleştirdiği Fırat Kalkanı Operasyonu yoğunluklu olarak IŞİD'e karşı gerçekleştirilmiş bir askerî operasyondur. Dolayısıyla o dönemde IŞİD'e karşı oluşturulmuş uluslararası koalisyonun muhtemel askerî desteğini alabilmek için bu ifade tezkerenin içine dercedilmiştir. Sanki bu ifade geçtiğimiz senelerde yokmuş ve yeni ortaya çıkmış gibi bir algı oluşturmak doğru değildir, etik de değildir. İYİ Parti milliyetçi, kalkınmacı ve demokrat umdeleriyle devlet yönetimine namzet bir siyasi parti olarak her zamanda ve zeminde Türk milletinin egemenliğini ve menfaatlerini savunur. Bizim ortaya koyduğumuz iradenin, politikaların ve kararların referansı Türk milletinin çıkarlarıdır.
Değerli milletvekilleri, 1978 yılında Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin 425 ve 426 sayılı Kararları uyarınca İsrail güçlerinin Lübnan topraklarından çekilmesini ve İsrail-Lübnan sınırının güvenliğini sağlamak amacıyla kurulan geçici görev gücünün görev süresi her yıl Lübnan'ın talebi üzerine uzatılmaktadır. Kapsamı ve muhtevası bakımından yine aynı olan ve geçen yıl da Genel Kurulda kabul edilen bir tezkereyle yine karşı karşıyayız.
Bölgede Hamas ve İsrail arasında devam eden, jeopolitik olarak Lübnan'ın da dâhil olduğu çatışmaları ve ağır sivil kayıplarını kaygıyla takip ediyoruz. Türkiye Cumhuriyeti devleti Orta Doğu'da uzun sürecek kanlı çatışmaların ve vekâlet savaşlarının ortaya çıkabileceği şu kritik zamanda ve zeminde son derece ihtiyatlı bir dış politika izlemek mecburiyetindedir. Zira, tarafların bu kanlı çatışmaları tırmandırması durumda ortaya çıkacak olan kaos, bölgede çok katmanlı ve çok taraflı bir savaşa sebep olabilir. Filistin'in haklı var olma mücadelesine halel getiren sivillere yönelik saldırılar ne kadar gayrimeşru ise bugün İsrail'in Gazze Şeridi'nde hedef gözetmeksizin yaptığı katliamlar da o kadar gayrimeşrudur. Siviller savaşın tarafı değildir ve herhangi bir pazarlığa da dâhil edilmemelidir.
1967 öncesi sınırlar çerçevesinde 2 devletli çözüm olmadığı müddetçe bölgedeki kan ve gözyaşı maalesef devam edecektir. İYİ Parti olarak bu süreçte başta İsrail ve Filistin olmak üzere tüm uluslararası toplumu soğukkanlı olmaya, intikam duygularından uzak kalmaya ve meseleye kalıcı bir çözüm bulmak için gayret göstermeye davet ediyoruz. Bölgenin artık kan, gözyaşı ve şiddetle değil, barış ve refahla anılması en büyük arzumuzdur. Elbette, iki devletli adil bir çözüm için İsrail'in yayılmacı tutumu ve Filistin halkının egemenliğini hiçe sayan doktrinleri kalıcı barışın önündeki en büyük engellerden biridir. Bildiğiniz üzere, 1967'de İsrail altı günlük savaşta Batı Şeria, Doğu Kudüs ve Gazze Şeridi'ni işgal etmiştir. Bu işgal uluslararası hukuka aykırı şekilde günümüzde hâlâ devam etmektedir. İsrail'in Batı Şeria'daki yerleşim politikası barış ve adalet için bir engeldir. Uzun yıllardır İsrail Hükûmeti tarafından yürütülen Batı Şeria'daki iskân politikası hem bölgede hem de uluslararası arenada ortaya çıkan bugün yaşadığımız güvenlik krizinin temelini oluşturmaktadır. Bu politikanın Filistin topraklarına İsrail yerleşimcilerinin yayılmasını teşvik ederek barış sürecine zarar verdiği aşikârdır. İsrail Hükûmetinin Batı Şeria'da yerleşim politikası uluslararası hukuka ve Birleşmiş Milletlerin barışı sağlamaya yönelik ilkelerine de aykırıdır. İsrail'in yayılmacı devlet politikası Orta Doğu barış sürecini akamete uğratmakta ve az evvel ifade ettiğim iki devletli çözüm modelinin altını oymaktadır. Hamas-İsrail çatışmasının 5'inci gününde bugün geldiğimiz noktada en büyük endişemiz bölgenin büyük devletlerin bir vekâlet savaşı alanına doğru hızla ilerlemesidir. Gerek Amerika Birleşik Devletleri'nin uçak gemisini bölgeye intikal ettirmesi gerekse Rusya ve İran'ın yapmış olduğu açıklamalar Orta Doğu'daki ateş çemberinin genişleyebileceğinin açık bir göstergesidir. Özellikle Lübnan ve Suriye'nin güneyinde bulunan, hâlihazırda İsrail'in işgali altında olan Golan Tepeleri üzerinden bir çatışma ortamının Suriye-Irak eksenine doğru yayılma ihtimaline karşı son derece dikkatli olmalıyız.
Biz İYİ PARTİ olarak dış politika alanını Türkiye Cumhuriyeti'nin ali menfaatlerinin savunulması gerektiği millî bir mesele olarak görüyoruz. Bu sebeple, Türk milletinin çıkarlarını yansıttığını düşündüğümüz dış politika konularında Hükûmetten desteğimizi esirgemiyoruz. Fakat bölgemiz bir ateş çemberi hâlindeyken, Suriye-Irak, İsrail-Filistin meseleleri Türkiye'nin millî güvenlik mimarisini doğrudan ilgilendiriyorken Hükûmetin de aynı hassasiyetle yaklaşmasını, bilhassa Türkiye Büyük Millet Meclisini bilgilendirmesini talep ediyoruz. Bu noktada, özellikle Arap-İsrail çatışması özelinde Lübnan örneğinden Türkiye'nin çıkarması gereken önemli dersler olduğunu da hatırlatmak isterim.
1967 Arap-İsrail Savaşı'ndan sonra özellikle Filistin bölgesinden Lübnan'a büyük bir kitlesel göç gerçekleşmiş, bu kitlesel göçün sonucunda Lübnan'ın demografik yapısı önemli bir değişime uğramıştır. Lübnan'ın o dönemde maruz kaldığı kitlesel göç ve demografik değişim sonrasında ülkede on beş yıl devam eden bir iç savaş süreci başlamıştır. Kitlesel göç, demografik risk ve tehditler ile iç savaş arasındaki korelasyon bu kadar açık ve ortadadır.
Etnik kimlikler ve mezhepler üzerinden ayrıştırılmış, kutuplaştırılmış bir coğrafyada, dört bir yanımızın kanlı savaşlar ve çatışmalarla kuşatıldığı Orta Doğu'da en önemli dayanağımız olan Türk millî kimliğini ve Atatürk'ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti devletinin temel ilkelerini daima muhafaza ve müdafaa etmek mecburiyetindeyiz. (İYİ Parti sıralarından alkışlar) Türk milletinin varlığını ve birliğini ilanihaye devam ettirmesi ve Türk milletinin evlatlarının bugün ve istikbalde huzur ve refah içinde yaşamasının temin edilebilmesi için bu bir seçenek değil zarurettir.
Sözlerime son verirken Lübnan tezkeresine "evet" oyu kullanacağımızı tekrar ediyor, yüce Meclisi saygıyla selamlıyorum. (İYİ Parti sıralarından alkışlar)