GENEL KURUL KONUŞMASI
Konu: Cumhurbaşkanlığının, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin UNIFIL'in görev süresinin uzatılması yönündeki 2695 (2023) sayılı Kararı uyarınca; hudut, şümul ve miktarı Cumhurbaşkanınca belirlenecek Türk Silahlı Kuvvetleri unsurlarının, 1701 (2006) sayılı Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi Kararı ve 880 sayılı Türkiye Büyük Millet Meclisi Kararı'yla tespit edilen ilkeler kapsamında; 31/10/2023 tarihinden itibaren bir yıl daha UNIFIL'e iştirak etmesi ve bununla ilgili gerekli düzenlemelerin Cumhurbaşkanınca yapılması için Anayasa'nın 92'nci maddesi uyarınca izin verilmesine dair Cumhurbaşkanlığı Tezkeresi (3/763) münasebetiyle
Yasama Yılı:2
Birleşim:6
Tarih:11.10.2023

YEŞİL SOL PARTİ GRUBU ADINA MEHMET RÜŞTÜ TİRYAKİ (Batman) - Teşekkür ediyorum Sayın Başkan.

Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin Lübnan'daki askerî görev gücü olan UNIFIL'ın görev süresinin uzatılması hakkındaki kararı uyarınca UNIFIL içerisindeki Türkiye'nin görev süresinin uzatılmasına ilişkin Cumhurbaşkanlığı tezkeresi üzerine grubumuzun görüşlerini sizlerle paylaşmaya çalışacağım. Öncelikle sizleri, ekranları başında bizleri izleyen sevgili yurttaşlarımızı, ayrıca cezaevinden bizi izleyen sevgili yoldaşlarımı ve yurt dışında sürgünde yaşamak zorunda kalan mücadele arkadaşlarımı sevgi ve saygıyla selamlıyorum.

Tam kırk beş yıllık geçmişi var UNIFIL'in, kırk beş yıl, başarısı kuşkulu kırk beş yıl. Birleşmiş Milletlerin dünyanın farklı ve bölge ülkelerinde oluşturduğu barış güçlerinden en eskilerinden biri. Kuşkusuz en eskisi değil, Pakistan ve Hindistan'da görev yapmak üzere 1949'da kurulan UNMOGIP, Kıbrıs'ta görev yapmak üzere 1964'te kurulan UNFICYP, yine, Golan Tepeleri'nde görev yapan ve 1974'te kurulan UNDOF'tan sonraki neredeyse en eski askerî güçlerden biri. Birleşmiş Milletlerin dünyanın farklı coğrafyalarında, farklı ülkelerinde ve farklı amaçlarla bulundurduğu askerî güçler var; bunların bir kısmı ateşkeslerin devamını korumak üzere kurulmuş, bir kısmı savaş hâlinin devamını engellemek üzere kurulmuş, bir kısmı da barışı tesis etmek üzere görev yapan farklı gruplar var fakat bunların ortak noktası şu ki: Başarıları kuşkulu. Ben biraz sonra UNIFIL'in başarısının neden kuşkulu olduğunu ayrıntılı biçimde sizlerle paylaşmaya çalışacağım.

Şimdi, bu UNIFIL'in görev süresinin uzatılması bundan yaklaşık bir ay kadar önce Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinde oylandı. Önce Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi 1978'den sonra her yıl olduğu gibi bir kez daha uzattı fakat -altını çizmek istediğim bir nokta var- Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinde de oy birliği yoktu. Çin ve Rusya UNIFIL'in görev süresinin uzatılması konusunda çekincelerini dile getirdi ve görev süresinin uzatılmasına "evet" demedi. Dolayısıyla Güvenlik Konseyinin daimî üyelerinden 2'sinin de UNIFIL'in görev süresinin uzatılmasına "evet" demediğini buradan hatırlatmak isterim.

Elbette ilkesel olarak bir bakışımız var, önceki dönemlerden mirasını devraldığımız siyasi partilerin bir bakışı var, özellikle tezkereler konusunda bir bakış açısını genel olarak dile getirdik. Bizim şöyle bir bakışımız var: Uluslararası sorunların askerî biçimde çözülmesini doğru bulmuyoruz. Önemli bir bölümü başarısızlıkla sonuçlandı ve bu nedenle Birleşmiş Milletler çatısı altında olsa da Türkiye'nin başka ülkelere, başka coğrafyalara asker göndermesine öteden beri "hayır" dedik, bugün de aynı politikamızı sürdüreceğiz ve Lübnan'a asker gönderilmesi tezkeresine önceki tezkerelere "hayır" oyu kullandığımız gibi bugün de "hayır" diyeceğiz. Çok açık söyleyeyim: Caydırıcılığı tartışmalı örgütlerden bahsediyoruz. Uluslararası örgütlerin, gerçekten, bu bölgelerdeki sorunlara kalıcı biçimde çözüm bulmasının yolunun diyalog koşullarını yaratmak olduğuna inanıyoruz. Yurt dışına asker gönderilmesine ilkesel olarak bu nedenle karşıyız.

Lübnan tezkeresine gelince.... Bakın, 1978'den beri tam kırk beş yıldır görev yapan bir askerî güçten bahsediyoruz. Peki, bu askerî gücün varlığı Lübnan'daki çatışmaları engellemiş mi? Emin olun Lübnan'da yaşanan hiçbir çatışmayı Birleşmiş Milletlerin güvenlik gücü engelleyememiştir. 2006'da Lübnan ile İsrail arasında patlak veren savaşta Birleşmiş Milletlerin askerî gücünün ne kadar yetersiz kaldığını biz değil, dünyada yaşayan herkes gördü; 1 milyonu aşkın sivil Güney Lübnan'dan kaçmak zorunda kaldı. Yine, 2013'te benzer çatışmalı bir süreç yaşandı, UNIFIL bu çatışmalar konusunda da hiçbir şekilde başarılı olamadı; bu çatışmalı süreci engelleyemedi, milyonlarca insanın yerinden yurdundan olmasını engelleyemedi. Bunun yerine, bu çözümsüzlük yerine siyasal olarak bu sorunların çözülmesi için çaba sarf etmiş olsaydı, emin olun, çok daha büyük bir yol olabilirdi. Kaldı ki bakın, UNIFIL'in yılda en az 500 milyon dolarlık bir giderinin olduğu söyleniyor, 500 milyon dolarlık. Kırk beş yıl üzerinden hesap ederseniz neredeyse 25 milyar dolarlık bir harcama yapılmış UNIFIL'in bu kırk beş yıllık görev süresiyle ilgili olarak, 25 milyar dolar. 85 milyon nüfuslu Türkiye Cumhuriyeti devletinin bütçesi 150 milyar dolar değil. Sadece UNIFIL için kırk beş yılda harcanan para 25 milyar dolar civarında.

Hatırlarsanız bundan bir süre önce Lübnan Limanı'nda büyük bir patlama olmuştu, en az 15 milyar dolarlık bir zarardan söz ediliyor. Keşke Birleşmiş Milletler oraya maliyeti 500 milyon dolar olan askerî güç bulmak yerine onların ekonomik sorunlarına, uğradıkları yoksulluğa çare bulabilseydi, maddi destekte bulunabilseydi, bu 500 milyon doları savaş, asker için bulundurmak yerine ekonomik destek olarak sunabilseydi ama maalesef böyle bir tercihte bulunmuyor Birleşmiş Milletler. Bizler de bu asker bulundurma tezkeresine bu nedenle "hayır" diyeceğiz. Türkiye Büyük Millet Meclisinin de buna "Yeter!" demesi gerektiğini düşünüyoruz.

Şimdi, Lübnan'daki sorun, uzun bir sorun; uzun uzun anlatmayacağım, benden önceki hatipler bunun bir kısmına değindiler. Emin olun, Lübnan'daki sorun bu UNIFIL'in görevlendirilmesiyle de çözülmeyecek, siyasi bir çözüm bulunmadıkça oradaki çatışmalı süreç devam edecek.

İsrail ve Lübnan arasındaki sorun aslında İsrail ve Filistin arasındaki sorundan bağımsız değil, her ikisini birbirinden ayrı düşünmek mümkün değil. Dünya, İsrail ve Filistin arasındaki çatışmaya, işgale, savaşa, insanlığın ayaklar altına alınmasına, katliamlara karşı maalesef objektifliğini çoktan yitirmiş durumda. Emin olun, ülkeler takım tutar gibi ya İsrail'in ya da Filistin'in yanında yer alıyorlar. Dünya, çatışmalara körükle gidiyor. ABD, donanmasının önemli bir kısmını Akdeniz'e ve İsrail sahillerine gönderiyor; beri yandan, İran da çok açık biçimde Hamas'a destek açıklaması yapıyor "Bu eylemi yapanların ellerinden ayaklarından öperim." diyor. Amerika Birleşik Devletleri de "Her koşul altında İsrail'in yanında yer alacağız." gibi açıklamalar yapıyor. İnanın, bir akıl tutulması var.

Bakın "Hamas'a destek" adı altında yapılan yürüyüşler var, belki bunları izlemişsinizdir, içimizde muhtemelen bu eylemlere katılanlar da var. Ben bir tanesinde yapılan bir konuşmayı söyleyeceğim size. Konuşmacı, bu çatışmayla ilgili olarak aynen şunu söylüyor -Filistin halkıyla dayanışma adı altında yapıyor bunu bu mitingde- diyor ki: "Kur-an'ı Kerim'de Allahuteala Yahudi milletini 15 defa lanetlemiştir." "15 defa Kur-an'ı Kerim'de Yahudi milletini lanetlemiştir." Ne demek istiyor? "Yahudiler lanetli bir halktır, Yahudilere her şeyi yapabilirsiniz." diyor. Şimdi, böyle bir bakış açısıyla Filistin ve İsrail arasındaki sorunun çözülmesi mümkün mü, böyle bir tarafgirlik kabul edilebilir mi? Filistin halkının haklı davasını savunmak başka bir şey fakat "Yahudileri Allahuteala Kur-an'ı Kerim'de 15 defa lanetlemiştir, onlara yapılacak her şey mübahtır." demek, bu, hak ihlallerine, insanlığın yok sayılmasına ve savaşa körükle gitmek anlamına gelir.

Bakın, ortada, kabul edelim veya etmeyelim, hedefi belirsiz, kör bir şiddet var. Bir yanda, müzik festivaline katılmış, barışçıl olduğuna zerre kadar kuşku olmayan gençlere yönelik bir katliam var; öte yanda, nüfusu 2 milyonu aşkın insanın yaşadığı bir şehre, etrafı tel örgülerle, beton bariyerlerle çevrili bir kente tanklarla, toplarla, helikopterle, uçakla açılmış "savaş" adı altında bir katliam söz konusu. Sivillere yönelik saldırıları hangi ad altında yapılırsa yapılsın reddediyoruz, kabul etmiyoruz. Bizim safımız belli, biz varlığı, kimliği, dili, tarihi, vatanı inkâr edilen, yok sayılan, ezilen halkların yanındayız, olmaya da devam edeceğiz; Filistin halkının yanında olduk, olmaya devam edeceğiz ama asla Filistin halkının haklı davasına zarar veren girişimleri desteklemeyeceğiz, karşısında olacağız ve kınayacağız. Çok açık ve net söylemek gerekir; Filistin sorunu ile Kürt sorunu çözülmedikçe Orta Doğu hiçbir şekilde huzura kavuşamayacak. Bu sorunlar devam ettikçe uluslararası güçler bundan yararlanacak, kaşıyacak, daha çok kan ve daha çok gözyaşı dökülecek. Savaş dışında, "Yok edeceğiz." söylemi dışında bir yol var ve bu yolu açmalı, güçlendirmeliyiz.

Bakın, İsrail yürüttüğü politikaya haklılık kazandırmak için ne diyor biliyor musunuz? "Ben terörle mücadele ediyorum." diyor. "Terörle mücadele ediyorum." diyor, bir kentin bütün elektriğini kesiyor. "Terörle mücadele ediyorum." diyor, elektrik şebekelerini vuruyor. "Terörle mücadele ediyorum." Diyor, sivil insanların yaşadığı binaları patlatıyor. "Terörle mücadele ediyorum." diyor, sivil-silahlı ayrımı yapmadan bir şehri bombalayabiliyor.

Sevgili AKP'li arkadaşlar, size tanıdık geldi mi bu yapılanlar? Ankara'da İçişleri Bakanlığı Emniyet Genel Müdürlüğüne bir saldırı gerçekleştirildi, Dışişleri Bakanı ne dedi, hatırlıyor musunuz, MİT Başkanı ne dedi, Millî Savunma Bakanı ne dedi? "Altyapı, üstyapı dâhil Kuzey ve Doğu Suriye'de her yer hedefimizdir." dedi. Neden? Çünkü terörle mücadele ediyor. Eğer terörle mücadele ediyorsanız bir şehri bombalayabilirsiniz, eğer terörle mücadele ediyorsanız binaları havaya uçurabilirsiniz, eğer terörle mücadele ediyorsanız elektrik şebekelerini havaya uçurabilirsiniz. Neden? Çünkü haklısınız, terörle mücadele ediyorsunuz. Böyle bir bakış açısı kabul edilemez. Dünyanın hiçbir yerinde "terörle mücadele" adı altında sivil yerleşim yerlerine, altyapı ve üstyapı kurumlarına yönelik saldırılar kabul edilemez, kabul etmiyoruz, nerede olursa olsun reddettik, reddedeceğiz. (Yeşil Sol Parti sıralarından alkışlar) Biz bu siyaseti "ikiyüzlü siyaset" olarak değerlendiriyoruz "terörle mücadele" adı altında halkların haklarını inkâr eden siyaseti kabul etmiyoruz. Bu terör meselesi gerçekten üzerinde aklıselim biçimde tartışmamız gereken bir mesele.

Ben kişisel olarak, Mehmet Rüştü Tiryaki olarak modern çağlardaki "terörle mücadele" denilen şeyi Orta Çağ'daki cadı avına benzetiyorum. Orta Çağ'da cadılar bütün kötülüklerin anası olarak görülürdü. Bir halkın başına, bir toplumun başına, bir kentin başına, bir kabilenin başına hangi kötü şey gelirse gelsin, orayı yönetenler cadıları hedef olarak gösterirdi, kadınları hedef olarak gösterirdi ve o kadınlar üzerinden o kadınları katlederek bütün günahlarının üstünü örtmeye çalışırlardı. Ben bugün modern çağlarda "modern" denilen çağlarda "terörle mücadele" adı altında büyük bir cadı avı yürütüldüğünü düşünüyorum. Hiç fark etmez, bakın, sel olurdu herhangi bir yerde, kuraklık olurdu, deprem olurdu, salgın hastalıklar olurdu, hiç fark etmez, bütün bunların karşısında bir tane sorumlu vardı: Cadılar. O kentteki, o ülkedeki, o köydeki -hangi yerleşim yeriyse- cadılar bulunacak ya suya atılacak, bağlanarak, taş bağlanarak suya atılacak, eğer zaten kurtulursa Tanrı onu kurtarmıştır, cadı değildir ya da yakılacak, eğer kurtulursa zaten cadı değildir, Tanrı onu kurtarmıştır veya kurtulursa zaten cadıdır çünkü bir insanın suya atıldıktan sonra kurtulması mümkün değil veya yakıldığında kurtulması mümkün değil; her hâlükârda haksız olacak ve bu cadı avıyla o dönemki bütün kötülüklerin faturaları birilerine kesilecekti.

Şimdi, her ülke benzer biçimde aynı politikayı yürütüyor; her ülkenin hiç fark etmez, sekmez, kendine uygun bir terör örgütü var; İngiltere'ye gidersiniz, IRA var, bütün kötülüklerin anasıdır; zaten terörle mücadele adı altında her tür siyaset yürütülebilir. İrlanda halkının temel hakları, dil hakları, bir halk olarak, bir millet olarak haklarının önemi yok çünkü orada bir terör örgütü var; ona karşı İngiltere kutsal bir mücadele yürütüyor. İspanya'da ETA var, İspanya Hükûmeti terörle mücadele ediyor. Bask halkının herhangi bir hakkının önemi yok, dil hakkının önemi yok, bir millet olarak, bir ulus olarak haklarının önemi yok; terörle mücadele ediyor, her şey mübah. İsrail, Hamas'la mücadele ediyor, nasıl olsa terörle mücadele. Terörle mücadele olduğu için Filistin halkının temel hiçbir hakkının önemi yok. Onların diliymiş, onların vatanıymış, onların ülkesiymiş, binlerce yıldır orada yaşıyorlarmış bunun hiçbir önemi yok çünkü ortada bir terör örgütü var, Hamas var; ona karşı her türlü mücadele yürütebilir, serbest, meşru. Üstelik, her ülkenin derken her bir örgütü bazı ülkeler terör örgütü olarak kabul ederken başka bazı ülkeler kahraman, ulusal kurtuluş mücadelesi yürüten halklar olarak görüyor. Bakın, Hamas'ı dünyada terör örgütü olarak görenler var. Adalet ve Kalkınma Partisinin neredeyse her kongresine katılıyor Hamas'ın yöneticileri. Hamas'ın yöneticileriyle uluslararası herhangi bir kuruluşun başkanıyla görüşür gibi AKP görüşüyor, Hükûmet görüşüyor ama Kanada Hamas'a "terör örgütü" diyor, Japonya Hamas'a "terör örgütü" diyor, ABD Hamas'a "terör örgütü" diyor, Avrupa Birliği Hamas'a "terör örgütü" diyor. Peki, burada hiç kimse Hamas'a "terör örgütü" diyor mu? Demiyor. Nasıl olacak? Kim belirliyor kimin terör örgütü olduğunu? Ya da Moro İslami Kurtuluş Cephesi -hatırlıyor musunuz- Filipinler'de Moro halkının bağımsızlık mücadelesini yürütüyor. Filipinler Hükûmeti ne diyordu Moro İslami Kurtuluş Cephesi'ne? "Terör örgütü" diyordu. "Ben terörle mücadele ediyorum." diyordu ama Adalet ve Kalkınma Partisi Hükûmeti döneminde Moro İslami Kurtuluş Cephesi ile Filipinler Hükûmeti arasındaki barış görüşmelerine ara buluculuk yapıldı, o sorunun çözülmesi için Türkiye Cumhuriyeti'nin hükûmetleri ara buluculuk yaptı. Filipinler "terör örgütü" diyordu ve yüzlerce, binlerce kişi öldü o çatışmalarda, savaşlarda. Dolayısıyla "terör" dediğiniz şey ülkeden ülkeye, zamandan zamana, coğrafyadan coğrafyaya çok rahat yayılabiliyor veya Çeçenistan'daki örgütleri düşünün, Kafkas halklarının bağımsızlık mücadelesini yürüten örgütleri düşünün. Rusya, bu örgütlerin büyük bir bölümüne "terör örgütü" diyordu. Türkiye'de o örgütlere "terör örgütü" diyen var mıydı? Yoktu. Kafkas halklarının bağımsızlık mücadelesi veren savaşçıları olarak bakılıyordu, halk kahramanı olarak görülüyordu Türkiye'de ama Rusya için Çeçenistan'da ve diğer Kafkasya'da bağımsızlık mücadelesi veren her örgüt terör örgütüydü. Bakın, bir başka örnek şimdi, asıl bizi ilgilendiren kısmına gelelim: PYD/YPG... Burada bir sürü parti çıkıyor "terör örgütü PYD/YPG" falan diyor. Var mı Türkiye dışında PYD'ye dünyada "terör örgütü" diyen? Var mı YPG'ye "terör örgütü" diyen? Eski Cumhurbaşkanı Yardımcımız Dışişleri Komisyonu Başkanı burada, çıksın, söylesin, desin ki: "Türkiye dışında dünyada PYD'ye, YPG'ye 'terör örgütü' diyenler var." Dünyada yok. Ben size daha ilgincini söyleyeyim arkadaşlar: YPG'liler Türkiye'nin başkentinde bu Hükûmet döneminde tedavi edildi, Ankara'da Numune Hastanesinde tedavi edildi, Hacettepede tedavi edildi ve bunların bütün tedavi masrafları Hükûmet tarafından karşılandı. YPG'nin savaşçıları Gaziantep'teki hastanelerde tedavi edildi ve bütün tedavi masraflarını bu Hükûmet, Sağlık Bakanlığı karşıladı ama şimdi onlara "terörist" deniyor. Neden? Ben "terörist" dersem siz de diyeceksiniz, ben "terörist" demezsem siz de demeyeceksiniz; bir Bakanlar Kurulu kararına bağlı. Böyle bir terör tanımı olamaz, böyle bir terörle mücadele olamaz. Terörle mücadele adı altında insanlığa karşı bu kadar suç meşru görülemez. Bakın, o örgütlerin lideri kırmızı pasaportlarla Dışişleri Bakanlığında ağırlandı, şimdi kırmızı bültenle aranıyorlar. Bir gün kırmızı pasaportla karşılıyor AKP Hükûmeti, bir gün de kırmızı bültenle aralarında arama kararı çıkarıyor; biz bunu reddediyoruz.

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

MEHMET RÜŞTÜ TİRYAKİ (Devamla) - Sayın Başkan, eğer müsaade ederseniz...

BAŞKAN - Tamamlayın Sayın Tiryaki.

MEHMET RÜŞTÜ TİRYAKİ (Devamla) - Sonuç olarak şunu söylemek istiyorum, özellikle bağlamak istediğim konu şu: Kürtler yaşadıkları hiçbir coğrafyada birlikte yaşadıkları halklar için tehdit değildir; kuzey ve doğu Suriye'de yaşayan Kürtler Türkiye için tehdit değildir, Irak'ın kuzeyinde yaşayan Kürtler Türkiye için tehdit değildir, İran'ın batısında yaşayan Kürtler Türkiye için tehdit değildir, Türkiye'nin doğusunda, güneydoğusunda, tarihî Kürdistan coğrafyasında yaşayan Kürtler Türkiye için tehdit değildir. Bin yıldır birlikte yaşayan kardeş halkınıza lütfen silah, füze, bombayla yanıt vermeye çalışmayın. Size her zaman, Türk halkına her zaman, bin yıldır kardeşlik eli uzatmış Kürt halkına barış eli uzatın; silah dışında yöntemler var, bu sorunları konuşarak çözebiliriz diyorum.

Genel Kurulu saygıyla selamlıyorum. (Yeşil Sol Parti sıralarından alkışlar)