| Konu: | 2024 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Teklifi ile 2022 Yılı Merkezi Yönetim Kesin Hesap Kanunu Teklifinin 1'inci Tur Görüşmeleri münasebetiyle |
| Yasama Yılı: | 2 |
| Birleşim: | 33 |
| Tarih: | 12.12.2023 |
SAADET PARTİSİ GRUBU ADINA SERAP YAZICI ÖZBUDUN (Antalya) - Teşekkürler Sayın Başkan.
Değerli milletvekilleri, bizleri ekranları başında ve sosyal medya mecralarında izleyen sevgili vatandaşlar; hepinizi saygıyla selamlıyorum.
Adalet Bakanlığı bütçesi üzerine Gelecek ve Saadet Partisi grupları adına söz almış bulunuyorum.
Bütçe kanun teklifini incelediğimiz zaman Adalet Bakanlığına tahsis edilen oranın 198 küsur milyar Türk lirası olduğunu görüyoruz. Bütçe kanun teklifinin tamamına baktığımızda ise 11 trilyon Türk lirası kadar bir bütçenin öngörüldüğünü fark ediyoruz. Karşılaştırmalı bir inceleme yaptığımız zaman Adalet Bakanlığına tahsis edilen oran genel bütçeden ancak yüzde 1,8 kadar bir pay almış durumda. Bir önceki yıla baktığımız zaman Adalet Bakanlığının önceki yıldan bu yıla artış oranı da ancak enflasyon oranında hesaplanmış durumda. Peki, hangi hizmet kalemlerine ne tahsis edilmiş? Bu 198 küsur milyar Türk lirasının yüzde 70'i personel giderlerine, yüzde 16'sı mal ve hizmet satın almalara tahsis edilmiş. Kısacası, bu rakamsal veriler bize şunu gösteriyor: Geçtiğimiz yıldan bu yıla yani 2024 yılına Adalet Bakanlığı bütçesinde adalet hizmetlerinin kalitesini artırmaya yönelik herhangi bir kalem ayrılmış değil. O hâlde buradan çıkan sonuç nedir? Yıllardan beri süregelen adalet hizmetlerinin ifası sırasında karşılaştığımız sorunların hepsi aynen devam edecek, bunlardan en çarpıcı olanı da tabii ki yargılamalardaki yavaşlık, etkinlik ve verimliliğin olamaması.
Şimdi, bu miktar, 198 küsur milyar ne kadar düşük bir rakam olursa olsun burada belirtmemiz gereken bir husus var; bu rakam bu fakir halkın cebinden, bizlerin vergilerinden tahsis edilecek. O hâlde sormamız gereken soru şudur: Bu fakir halk acaba vergileriyle finanse ettiği Adalet Bakanlığının ürettiği hizmetlerden memnun mu? Sorumuzun cevabını TÜİK verilerine bakarak bulabiliriz. Bu verileri incelediğimiz zaman, 2004'ten 2022 yılı dâhil olmak üzere vatandaşların adalet hizmetlerinden memnuniyetinde tedrici bir azalmanın olduğunu görüyoruz. Aslında TÜİK verileri her ne kadar güvenilmez olduğu izlenimini verse de buradaki verilerin olgusal gerçeklerle ve benim de akademik çalışmalarımdaki tespitlerimle örtüştüğünü söylemek isterim. Neden? Çünkü 2004 yılına baktığımız zaman gerçekten Türkiye, Kopenhag Siyasi Kriterleri'nin gereğini yerine getiren bir devlet olarak Avrupa Birliğine üyelik sürecinde müzakerelere başlama imkânını elde etmişti ancak sonraki yıllarda maalesef Türkiye önce bir durağan sürece girdi, demokratikleşme ve liberalleşme reformlarını ilerletmekten vazgeçti ama daha önemlisi, izleyen yıllarda birtakım olaylar çerçevesinde hukuk devletinin gereklerinden ve insan haklarının korunması ilkesinden uzaklaşmaktan imtina etmedi. Bunlar hangi dönüm noktaları? İlki, 2013 yılında Gezi Parkı protestolarında karşılaştığımız olaylar. Emniyet güçleri öylesine ölçüsüz güç kullandılar ki çok sayıda yurttaş yaralandı, bunlardan 11'i vefat etti, 11'i görme yeteneğini kaybetti. Böylece Türkiye ilk kopmayı gerçekleştirdi hukuk devletinin icaplarından. Sonra 2016 yılında, 15 Temmuz darbe teşebbüsünün bastırılması çerçevesinde bir olağanüstü hâl ilan edildi. Tabii hemen belirtelim, darbe teşebbüsünün bastırılmasından fevkalade memnuniyet duyuyoruz ancak olağanüstü hâlin ilanında da bir sorun görmediğimi ifade edeyim. Elbette olağanüstü bir problemin vukuunda onu çözmek için olağanüstü hâl ilan edilebilir. Ne var ki Anayasa Mahkemesinin pek çok kararında da belirtildiği gibi olağanüstü hâl rejimi bir hukuksuzluk, keyfîlik rejimi değildir, tam aksine hukuk devletinin gereklerine en çok ihtiyaç duyulan bir dönemi ifade etmektedir çünkü olağanüstü hâller altında idari makamlar olağan dönemlere kıyasla daha geniş yetkiler kazanırlar ve vatandaşların hak ve hürriyetleri olağan dönemlere kıyasla daha etkin bir biçimde sınırlanabilmektedir. Bu bakımdan olağanüstü hâllerde hukuk devleti güvenceleri daha hayati bir önem taşıyor.
Peki, Türkiye, bu dönemde ne yaşadı? İki yıl süren olağanüstü hâl döneminde 30'dan fazla olağanüstü hâl kanun hükmünde kararnamesi kabul edildi ve bunlar çok ciddi Anayasa'ya aykırılık sorunları içeriyordu ama daha önemlisi, çok sayıda yurttaşın anayasal haklarının ihlaline ilişkin birtakım uygulamalara sebep olmuştu. Böylece bu da bir başka kopmayı ifade etti ancak bu bağlamda belirtmemiz gereken daha önemli bir kopma var ki olağanüstü hâlin her türlü ifade hürriyetini askıya aldığı bir ortamda işte bu Meclisin çatısı altında maalesef Türkiye'nin hükûmet sisteminde çok radikal bir değişiklik yapıldı, bu değişiklik ne Mecliste serbestçe tartışıldı ne de kamuoyunda. Daha vahimi, halkoyuna sunulduğunda oy pusulaları, mühürsüz oy pusulaları seçim mevzuatına aykırı bir biçimde geçerli kabul edildi ve böylece bu Anayasa değişikliğinin halk oylamasında kabul edildiği ilan edildi ama halk oylamasına ciddi bir meşruiyet gölgesi düşmüş oldu.
Peki, ne getirdi bize bu olağanüstü hâl döneminde kabul edilen hükûmet sistemi değişikliği? Hemen şunu söyleyelim, olağanüstü hâl ortamında alışılagelmiş olan hukuksuzlukları, anayasasızlaştırma girişimini konsolide etmeye, kurumsallaştırmaya yönelik bir Anayasa değişikliği oldu. Bugün, artık Türkiye'de hukuk devletine dayanan, insan haklarının korunduğu, demokrasi değerlerinin korunduğu bir anayasa düzeninin mevcut olduğunu iddia etme olanağı yoktur. Dünkü hatipler hep şunu iddia ettiler: Efendim, uluslararası endeksler taraflı hazırlanıyormuş, bu veriler doğru değilmiş. Peki, Sayın Adalet ve Kalkınma Partili milletvekilleri, size sesleniyorum: Bizzat sizin kaleminizden çıkan bazı belgeler de aslında aynı gerçeği itiraf ediyor bize.
Bakın, 31 Ekim 2023'te bu Meclisin çatısı altında kabul edilmiş olan beş yıllık kalkınma planının 911'inci paragrafında ne deniliyor biliyor musunuz? "Yargılamaların hukukun üstünlüğüne, hukuk devletinin gereklerine uygunluğu sağlanacaktır. Yargılamaların öngörülebilir olması, süratli, verimli ve etkin olması sağlanacaktır ve vatandaşların yargı hizmetlerine güveni tesis edilecektir." Gerçekten bu bir itirafnamedir çünkü burada amaç olarak belirtilen bütün bu hususlar Anayasa'mızın çeşitli hükümleriyle emredici hüküm mahiyetinde düzenlenmiştir. Sözün kısası, Anayasa'nın emredici hükümlerine uymayan iktidar, aslında gelecek beş yıl için bu hükümlere uymayı bize taahhüt etmektedir. O nedenle başka bir gerekçeye hiç sığınmayın, bu bir itirafname. Keza aynı belgenin 913'üncü paragrafında başka bir itiraf var, diyor ki: "Avrupa İnsan Hakları Mahkemesiyle yapıcı ilişkiler ilerletilecektir." Doğrusu ben bu satırları okurken güleyim mi, ağlayayım mı şaşırdım. Neden biliyor musunuz? Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi 1954'te onaylandı. Türkiye, bu sözleşmeyle kurulan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine 1987'de bireysel başvuru hakkını kabul etti. 1989'da Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarının bağlayıcılığını kabul etti. Daha ironik olan, Adalet ve Kalkınma Partisi milletvekillerinin girişimiyle 2004'te Anayasa'ya bir hüküm eklendi. Nedir o? "Temel hak ve hürriyetlere ilişkin milletlerarası sözleşmeler kanunların üzerindedir."
Şimdi, bütün bu tarihî veriler bize şunu gösteriyor: Zaten, Türkiye, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi hükümlerine, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarına uymayı Anayasa'sıyla ve imzaladığı uluslararası belgelerle taahhüt etmiştir. Peki, gerçekler neyi gösteriyor? Osman Kavala ve Demirtaş kararlarında gördüğümüz gibi, Türkiye, bu kararların gereğini yerine getirmiyor. Peki, o zaman şu soruyu soralım: Türkiye gerçekten bir hukuk devleti mi? Türkiye hukuk devletinin icaplarını yerine getiren bir devlete mi sahip, bir anayasa modeline mi sahip?
Şimdi, hemen buradan Can Atalay'la ilgili duruma değinmek istiyorum. Bu konuda pek çok açıklama yaptım hem Meclis kürsüsünden hem televizyon kanallarından hem gazetelerde. Dolayısıyla gerekçelerine çok detaylı olarak değinmeyeceğim. Hakikat şudur arkadaşlar: Can Atalay, 14 Mayıs seçim sonuçları Resmî Gazete'de yayınlandığı anda serbest bırakılmalıydı; şu ana kadar serbest bırakılmaması başka bir Anayasa ihlalidir. Hele hele yaratılan şu yapay Anayasa krizi ortamında, "Efendim, Yargıtayın adli uyuşmazlıklarda temyiz merci olduğu, Anayasa Mahkemesinin ise bir süper temyiz merci olmadığı..." şeklindeki ifadelerin hiçbir hukuki karşılığı yoktur. Bizler, Anayasa Mahkemesinin süper temyiz merci olduğunu ileri sürmüyoruz.
Bakın, size hemen Anayasa hükmüyle cevap vereyim. Anayasa'mızın 148'inci maddesinde 2010'da bir değişiklik yapıldı, şu hüküm eklendi ve orada diyor ki: "Herkes, Anayasa'da ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nde garanti edilen haklarından birinin kamu gücü tarafından ihlal edilmesi hâlinde Anayasa Mahkemesine bireysel başvuruda bulunabilir." Kim bu kamu gücü? Yasama organı, yürütme organı, yargı organı ve idari makamlar. Peki, Can Atalay'ın hakkını ihlal eden kamu gücü neresi? Yargı organı. O hâlde Anayasa Mahkemesi bir süper temyiz merci olarak mı karar verdi yoksa 27 Ekim 2023'te Resmî Gazete'de yayınladığı kararla Anayasa'nın kendisine verdiği bir yetkiyi mi kullandı? O nedenle yurttaşların zihninde gereksiz karmaşalara sebep olmayalım.
Şimdi, buradan hemen bir başka noktaya gelmek istiyorum. Bir süredir iktidar blokuna mensup milletvekilleri kamuoyunda bir zihinsel hazırlık yaptıklarını düşünüyorlar, bize "Darbe anayasasından kurtulalım, yeni bir anayasa yapalım, sivil ve demokratik anayasa yapalım." çağrısında bulunuyorlar. Allah aşkına, kim inanır size? Şu an yürürlükte olan Anayasa hükümlerini uygulamayanların neden acaba yeni bir anayasaya ihtiyacı var, bu birinci soru. İkinci soru: Şu an elimizdeki Anayasa'nın üçte 2'sini siz bir darbe ortamından beter bir ortamda değiştirdiniz. Ne yaptınız? Her türlü ifade hürriyetinin askıya alındığı olağanüstü hâl döneminde getirdiniz, bu Anayasa'yı değiştirdiniz, hiç kimse tartışamadan bunu kamuoyunun oyuna sundunuz, referandum yaptınız, üstelik hukuku da ihlal ederek sonuçları açıkladınız.
Şimdi, böylece aslında bir sorunun cevabını bulmuş oluyoruz. Bu darbe anayasasından yakınanlar neden yakınmış oluyorlar acaba? Bana kalırsa bu mevcut Anayasa'da yapmış oldukları otoriter hükümler, otoriter değişiklikler kendilerine yetmiyor, dahasını gerçekleştirmeyi hedefliyorlar. Eğer sizler samimiyseniz gelin şunu yapalım: Önce Türkiye'yi bir hukuk devleti yapalım, Türkiye'nin insan haklarına dayanan demokratik bir hukuk devleti olmasını sağlayalım, o demokrasi ikliminde dilediğiniz Anayasa değişikliklerini konuşalım ama böylesine baskıcı bir ortamda Anayasa değiştirilemez; kendinizle çelişkiye düşmeyin. Eğer askerî yönetim anayasasından yakınıyorsanız bunun mesnedi ne olabilirdi? Demokratik olmayan bir ortamda hazırlanmış olması olabilirdi.
Gene bu bağlamda bir öneride bulunmak istiyorum iktidar blokuna: Gerçekten bu darbe anayasasından şikâyetleri mi var? 2 tane hükümde değişiklik yapalım. Bakın, şu anda Can Atalay'ın içeride tutulmasına Anayasa'ya aykırı olarak gerekçe yaptıkları ifade nerede yer alıyor? 83'üncü maddenin ikinci fıkrasında Anayasa'nın 14'üncü maddesine yapılan referans mesnedi ve hukuki karşılığı olmayan referans. Biliyor musunuz değerli milletvekilleri, bu referans 1961 Anayasası'nın dokunulmazlığı düzenleyen 79'uncu maddesinde yok yani bu bize neyi gösteriyor? Bu 14'üncü madde referansı, 5 generalin Türkiye'yi otoriterizme hapsetmek için yaptıkları bir tercih. Madem bu 5 generalden ve onların iradesinden şikâyetçisiniz, gelin, bunu Anayasa'dan çıkaralım.
İkinci önerim şu: Gene, 12 Eylül yönetiminden ve onun hazırladığı anayasasından şikâyet edenler, farkındaysanız yerel seçim sonuçlarını manipüle edecek şekilde, belediye başkanlarını İçişleri Bakanının tasarrufuyla görevden alıyorlar.
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)
BAŞKAN - Tamamlayın Sayın Özbudun.
SERAP YAZICI ÖZBUDUN (Devamla) - Tamamlayacağım.
Değerli milletvekilleri, 1961 Anayasası'nın 116'ncı maddesi şunu söylüyor: "Yerel örgütlerin, belediyelerin ve diğer yerel kuruluşların karar organları seçimle belirlenir ve ancak yargı kararıyla görevden alınır." Kısacası, İçişleri Bakanına yetki veren bu düzenleme de gene 5 generalin zekasının neticesi. Bu hükme sıkı sıkıya yapışan Adalet ve Kalkınma Partisi milletvekillerine sesleniyorum: Gelin, bu referansı da çıkaralım Anayasa'dan, bu 2 maddelik Anayasa değişikliği size bir samimiyet testi olsun, hakikaten darbe anayasasından kurtulmak istiyorsanız böylece kanıtlayın; sonra biz de size gerekli desteği verelim.
Hepinizi saygıyla selamlıyorum. (Saadet Partisi ve İYİ Parti sıralarından alkışlar)