GENEL KURUL KONUŞMASI
Konu: ENERJİ ALANINDA BAZI ŞİRKETLERE İMTİYAZLA ÇIKAR SAĞLAMAK AMACIYLA DEVLET OLANAKLARINI KULLANDIĞI, MİLLÎ GÜVENLİĞİ TEHDİT EDECEK, IRAK?IN VE ÜLKEMİZİN BÖLÜNMESİNE NEDEN OLACAK AÇIK VE GİZLİ ANTLAŞMALAR İMZALADIĞI İDDİASIYLA DIŞİŞLERİ BAKANI AHMET DAVUTOĞLU HAKKINDA GENSORU AÇILMASINA İLİŞKİN
Yasama Yılı:3
Birleşim:85
Tarih:29.03.2013

BDP GRUBU ADINA İDRİS BALUKEN (Bingöl) - Teşekkür ediyorum Sayın Başkan.

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; Cumhuriyet Halk Partisinin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu hakkında vermiş olduğu gensoru üzerine Barış ve Demokrasi Partisinin görüşlerini aktarmak üzere söz almış bulunmaktayım. Heyetinizi saygıyla selamlıyorum.

Değerli milletvekilleri, dünya kapitalizminin ulusal pazarlara olan ihtiyacı, yönetimsel olarak ulus devletlerin şekillenmesini tarih sahnesine çıkarmıştır. Özellikle imparatorlukların idari ve siyasi yapısının ekonomik ve teknolojik gelişmeleri taşıyamaması neticesinde ulus devletler dünya siyaset tarihine önemli bir aktör olarak girmiştir.

Ulus devlet sistemi, ulus pazarların tesisi, siyasi ve idari yapının tesisi, merkezî bir yapının ortaya çıkmasıyla beraber şekillenmiştir. Bununla beraber, buna tekabül eden üretim ilişkilerinde teknolojinin pay sahibi olması, ulusal sermaye gruplarının uluslarüstü örgütlenmelerle beraber dönüşmeye başlaması "ulus devlet" anlayışını aşındırmaya başlamıştır. Burada ciddi bir dönüşüm kendini dayatmıştır ve bu dönüşüm, ulus devlet yapısını aşındırmaya başlayan bu dönüşüm, aslında bugün de kendisini hâlâ dayatmaktadır. Bu dayatmayı takiben, eskiye ait olan, yani katı ulus devlet yapısına ait olan siyasi yapı, idari yapı ve sosyolojik mühendislik içeren yaklaşımlar da giderek aşınmaktadır.

Türkiye Cumhuriyeti'nin de ulus devlet yapısını göz önünde bulundurduğumuzda, özellikle Türkiye'deki ekonomik, etnik ve inançsal zenginlikler ve yine stratejik olarak ülkenin bulunduğu coğrafi konum bu süreçlerle ilgili bir etkilenmeyi önümüze getirmiştir.

Değerli milletvekilleri, Türkiye Cumhuriyeti, 1923 tarihinde, katı bir ulus devlet yapısı şeklinde, hegemonik devletler zincirindeki halkalardan birine "merhaba" demiştir. Bu dönem, özellikle tüm dünyada ulus devletlerin hızla arttığı bir dönem olmuştur. İmparatorlukların giderek yerle bir olduğu Birinci Dünya Savaşı'ndan sonraki bir dönemi burada belirtmek gerekiyor. Türkiye bu yeni devletler arası sisteme dâhil olurken, özellikle Millî Mücadele Dönemi henüz bitmiş ve hegemonik anlamda, küresel düzeyde çok fazla söz sahibi olmayan devletlerin olduğu bir coğrafyadaki bir politik düzlemle karşı karşıya kalınmıştır. Bu süreçte, Türkiye Cumhuriyeti, Batı orijinli olan bu ulus devlet yapısına geç geçmenin sancılarıyla da karşı karşıya kalmıştır. Gerek dünyanın merkezî hükûmetlerinin ekonomik ve siyasal gelişmişliğiyle Türkiye Cumhuriyeti arasındaki büyük uçurum gerekse de ülkenin kendine has sosyolojik ve hukuksal bir tabanı, bir içtihadı oluşturmaması da bu bahsetmiş olduğumuz sancıyı artırmıştır. Öyle ki kendi hukuk kurallarına ait yasaları belirlerken örneğin, İş Yasası ve Ceza Yasası gibi kurallar belirlenirken bile ülke kendi öz dinamikleriyle süreci şekillendirmemiştir.

Değerli milletvekilleri, özellikle İkinci Dünya Savaşı'nın bitiminden sonra, insanlık tarihi Hitler gibi bir faciayı gördükten sonra bütün dünyada daha fazla demokrasi talepleri devletlerin iç ve dış politikalarını şekillendirirken, ülkemizde, maalesef, bu süreç içerisinde, yirmi yıllık bir sürede üç önemli askerî darbe, askerî müdahale yaşanmıştır. Bütün dünyada sivil toplum, özgürlükler, kültürel kimlik, mülksüzler direnişi gibi sivil alanı genişleten hareketler ön plana çıkarken Türkiye'de daha çok sivil ve askerî bürokrasinin katı ulus devlet anlayışını arkasına alan müdahaleleri maalesef gündemleşmiştir. Katı ulusçuluk ve kapitalist modernitenin şekillendirdiği bu süreçler, aslında, bir yerde tıkanıklığa yol açmış, devletler arası sisteme ülkenin entegrasyonu açısından 1980 askerî darbesine yeniden ihtiyaç görülmüştür. Özellikle 80 askerî darbesinin toplumun her alanında, bilinçsel, siyasal, ekonomik, kültürel, sosyal, her alandaki birikimleri, kazanımları yok etmeye dönük faaliyetlerini hepimiz biliyoruz ancak 80 askerî darbesinin karışmadığı, el uzatmadığı tek alan, ekonomi dünyasıyla ilgili, ekonomi alanıyla ilgili 24 Ocak 80 kararlarıdır. 24 Ocak 80 kararlarının mimarı olan rahmetli Özal'ın darbeden sonra politik özne olarak mevcut hükûmetlerde ön plana çıkması, yine, devletler arası sisteme Türkiye'nin entegre edilmesiyle ilgili bir çabanın yansıması olmuştur.

Bu dönemden sonra hızla dış politika ve iç politika arasındaki sınırlar buharlaşmış, bütünsel politikanın izleri kendini hissettirmiş, "devlet", "yarı devlet" ve "çevre devlet" kavramları gelişmiştir. Daha sonra küresel hegemonik güçler, bölgesel hegemonik güçler ve bunların yerel dinamikleri dünya siyaset tarihine yön veren bir konjonktürde tarih sahnesine çıkmıştır. Burada özellikle dış politikadaki taktiğin, stratejinin ve yaklaşımların da bu yeni denklemdeki şekillenmelerle beraber değiştiğini söylemek mümkündür. Daha önce kutsal olan sınır ve gümrük yapılarının ticari kaygılarla hızla uluslararası bir sermayenin hizmetine girme çabası ülkelerin dış politikalarına yön vermeye başlamıştır.

Bu genel tarihsel ve küresel perspektiften sonra AKP iktidarı ve Davutoğlu dönemindeki dış politikaya biraz bakmak istiyoruz.

Değerli milletvekilleri, bildiğimiz gibi, AKP iktidarının iş başına gelmesi, iktidar olması, özellikle 11 Eylül saldırılarının akabindeki bir sürece rastlamıştır. 11 Eylül saldırılarından sonra, küresel hegemonik güçler, kendi sömürgeci politikalarını, savaşla ilgili var olan birtakım çıkarlarını, halkların başına bela olan birtakım politikalarını terörizm kılıfı adı altında yeniden bir stratejik hamleye dönüştürmüşlerdir. 11 Eylül saldırılarından sonra oluşan bu yeni hamleyle birlikte ülkelerin dış politikası "soft power", "hard power", "smart power" dediğimiz üç pozisyon şeklinde şekillenmiştir.

Burada "soft power"ın, daha çok, diplomatik yolla, savaşa ve şiddete dayanmayan, lehte sonuç alma girişimi olduğunu belirtmemiz gerekiyor.

"Hard power" dediğimiz politikaları ise daha çok askerî müdahalelerle ya da sahip olunan şiddet unsurlarıyla sonuç almayı, lehte sonuç almayı ortaya çıkarmaya çalışan politikalar olarak belirtmek gerekir.

"Smart power" dediğimiz politikaların ise her iki politikanın harmanlanmasından müteşekkil olup zaman zaman silahlı unsurun devrede olduğu, zaman zaman yumuşak diplomatik unsurun devrede olduğu bir politika süreci olduğunu belirtmemiz gerekiyor. Özellikle, bu şekildeki dış politikanın şekillendiği bir dönemde küresel hegemonik güçler için Türkiye, sömürgeciliğin yeniden üretilmesinde, bulunmuş olduğu coğrafi konum itibarıyla ilişki içerisinde olunması gereken orta boy, orta ölçekli bir devlet olarak ortaya konmuştur.

Burada, AKP'nin dış politikalarına baktığımız zaman, Arap Baharı ve bu Arap Baharı'nın Suriye'ye yansımasıyla ilgili süreci bir kırılma noktası olarak belirleyebiliriz. Arap Baharı ve Suriye'deki iç savaşa kadar AKP'nin dış politikasını, daha çok "soft power" dediğimiz, diplomatik yolla sonuç almaya çalışan, kendi bölgesel pozisyonuna diplomatik ilişkilerle güç kazandırmaya çalışan, var olan bölgesel sorunlarda güçlü bir ara bulucu pozisyonu aramaya çalışan bir eksende tanımlamamız yanlış olmaz sanırım. Tabii ki buradaki temel hedefin, devletin çıkarı ve birtakım ticari bilançoların kabartılması olduğunu belirlememiz gerekiyor. Ancak, özellikle Arap Baharı ve Suriye'deki yansımalarından sonra bu "soft power" dediğimiz diplomatik dış politikanın, hızla "hard power" dediğimiz askerî varlığını hissettiren, gerektiğinde savaşı ve şiddeti gösteren bir yörüngeye doğru geçtiğini belirtmemiz sanırım yanlış olmaz.

Özellikle Arap Baharı'yla birlikte dış politikada geçmiş döneme, tarihsel döneme tekabül edecek bazı Neoosmanlı politikalarını referans alan yaklaşımlar, özellikle Mısır'daki halk hareketleriyle beraber bir politik iflası da beraberinde getirmiştir çünkü bu politika şekillendirilirken, özellikle bölgenin tarihsel gerçeklikleri ve dominant kültürel özellikleri göz önünde bulundurulmamış, dediğim gibi, geçmişe dair bir anlayışın, gerçekleşmesi mümkün olmayan bir rüyanın dış politikaya yansıtılması şeklinde vücut bulmuştur.

2011'deki Arap Baharı'nın Suriye'ye yansımasından sonra, özellikle Suriye politikası, bir benzetme yapmak gerekirse, elektrik düğmesinin açılıp kapatılması gibi köklü bir değişime uğramıştır. "Kardeş Esad" olarak tanımlanan bir diktatöryal rejim, daha sonra, üç saatte Şam'a girilebilecek ucuz kahramanlık havalarıyla dış politikanın yörüngesine oturtulmuştur. Tabii ki bu gelgitlerin, ülkemiz açısından, ülke dış politikaları açısından getirdiği sonuçların son derece ağır olduğunu belirtmemiz gerekiyor.

Özellikle yüz yıllık bir sürecin şekillendiği bu dönemde, hak talepli olan toplumsal isteklerle rant talepli olan devletsel istekler konusunda AK PARTİ'nin -AKP'nin- dış politikalarının, daha çok bu rant amaçlı devlet çıkarlarına hizmet etme amacını taşıdığını vurgulamamız gerekiyor.

Tabii ki bu askerî gücü gösteren, gerekirse savaş pozisyonunu gösteren "hard power" politikalarıyla sonuç almak mümkün olabilir ancak bu politikaları devreye koyarken iki önemli faktörü göz önünde bulundurmak gerekir. Birincisi, bulunduğunuz pozisyonun küresel güç içerisinde bulunmuş olduğu pozisyondur. İkincisi, sonuç alınmış olsa bile, Orta Doğu coğrafyasında kardeş halklara getirmiş olduğunuz acının, ölümün, gözyaşının vicdani ve ahlaki boyutudur. Hem küresel güç düzeyinde hem de Orta Doğu'ya getireceği yıkım düzeyinde bu "hard power" politikalarının yanlış olduğunu tekrar biz buradan vurgulamak istiyoruz.

Bugün, özellikle Orta Doğu'ya baktığımızda, her tarafı kan gölüne dönmüş bir coğrafyayı görüyoruz. Suriye'de, neredeyse her gün yüzlerce yurttaşın yaşamını yitirdiği bir dramla karşı karşıyayız. Irak'ta, Irak'ın parçalanması üzerinden kaosa sürüklenmek istenen bir denklemle karşı karşıyayız. İran'da, küresel hegemonik müdahalenin sırasını bekleyen bir kaotik sürecin yanı başımızda durduğunu vurgulamamız gerekir. Orta Doğu'da ve Kuzey Afrika'da, bugüne kadar şekillenen süreçlerin tamamında taşların hâlâ yerli yerine oturmadığını da belirtmemiz gerekiyor. Böylesi kan gölü olmuş, kan deryasına dönmüş karışık bir coğrafyada, askerî müdahaleyi, savaş pozisyonunu gösteren dış politikaların kan, gözyaşı ve acı dışında hiçbir sonuç getirmeyeceğini vurgulamamız gerekiyor. Böylesi bir coğrafyada, halkların kardeşliğini esas alan barış politikalarını kendi dış politikasının eksenine alan, diplomatik gayretleri ön plana çıkaran politikaların en akılcı, en ahlaki, en vicdani ve insani yaklaşım olduğunu belirtmemiz gerekiyor. Özellikle, böylesi bir yaklaşımının Orta Doğu'da kan deryasına dönmüş bütün ülkelerde ve devletlerde yeni bir model ortaya çıkarabilecek bir potansiyel olduğu vurgusunu herhâlde belirtmeye gerek yok.

Tabii ki Orta Doğu'da bu politikaları yürütürken, kendi içinde yaşamış olduğu sorunları çözmek de yine ülke açısından büyük bir aciliyet teşkil ediyor. Başta Kürt sorunu olmak üzere, cumhuriyetin kuruluşundan bugüne kadar demokratikleşmeyle ilgili sorun yaşayan bütün halkların hak ve özgürlük taleplerini karşılayan bir iç politikanın bu barışçıl dış politikayı şekillendireceğiyle ilgili görüşümüzü buradan ben tekrar vurgulamak istiyorum.

Tabii, burada, Dışişleri Bakanının bugüne kadar uygulamış olduğu politikaların özellikle Neoosmanlıcılık yanına dikkatinizi çekmeye çalıştım ancak son dönemde Sayın Dışişleri Bakanının yapmış olduğu bazı tespitlerin de bahsetmiş olduğumuz bu hakikatlere denk düşen reel birtakım tespitleri kendi içerisinde barındırdığını buradan vurgulamak istiyorum. Özellikle, Sayın Davutoğlu'nun ulusçuluk ile hesaplaşmanın artık kendini dayattığını söylemesiyle ilgili tespiti, bizce son derece önemlidir, tarihsel ve diyalektik açıdan, yaşamış olduğumuz sorunlara çözüm açısından önemli birtakım adımların, önemli birtakım politikaların başlangıcı olabilir.

Sayın Davutoğlu'nun bazı konuşmalarında belirtmiş olduğu şu hususlara dikkat çekmek istiyorum: Öncelikle, temel tespit yapmak lazım. 19'uncu yüzyıl ideolojisi olan ulusçuluk, Avrupa'da feodalite ile bölünmüş yapıları bir araya getirip ulus devletleri doğurdu, biz de ise tarihten gelmiş organik yapıları dağıtarak geçici ve suni karşıtlıklar ve kimlikler ortaya çıkardı. Hepimizin bu ayrıştırıcı kültürle hesaplaşma zamanı geldi.

Yine, Sayın Davutoğlu'nun yakın bir dönemde yaptığı konuşmada "Burada iki yol var: Ya, yeni bir siyaset ve düzen anlayışıyla bütün bu bariyerleri önce zihnimizde, sonra gönlümüzde, sonra fiiliyatta ortadan kaldıracağız ve daha büyük ölçeklere doğru hep beraber yürüyeceğiz, Türk'üyle, Kürt'üyle, Arnavut'uyla, Boşnak'ıyla, Arap'ıyla, her bir milletiyle yürüyeceğiz ya da bizi lime lime edip küçük parçalara ayırmaya çalışacaklar. Önce Sykes-Picot haritalarıyla, sonra sömürge yöntemleriyle, suni çizilmiş haritalar üzerinde ortaya çıkan ve her biri diğerini suçlayan ulusçuluk ideolojilerine dayalı nevzuhûr devlet anlayışlarıyla gelecek inşa edilmez. Sykes-Picot'un bize çizdiği o kalıbı kıracağız." tespitinin bahsetmiş olduğumuz bu içeride ve dışarıdaki dış politikayı kendi asıl yörüngesine, barış yörüngesine oturtma noktasında önemli tespitler barındırdığını belirtmek istiyoruz.

Değerli milletvekilleri, özellikle Sayın Davutoğlu'nun bu tespitlerinden sonra, Neoosmanlıcılık politikalarıyla, bu yeni tespitler konusunda kendisine şunu hatırlatmak istiyoruz: Tarih geriye doğru yürümez. Siz, tarihten gelen birtakım emperyal düşünceleri bugüne uyarlamaya çalışırsanız burada başarılı olmanız mümkün olmaz. Bakın, Suriye'de bu büyük hayallerle içine girilen yolda öyle bir politik iflas yaşandı ki Türkiye, Büyük Orta Doğu'daki süper güç modeli olma iddiasını, çetelerle iş birliği yapan bir politik iflasa doğru getirdi. Çetelerle iş birliği yapmak, çetelerden medet ummak, büyük devlet iddiası olan devletlere yakışan bir durum değil kanaatindeyiz.

Yine, Suriye'de özellikle mülteciler üzerinden rejim aleyhtarlığı şeklinde ortaya konan politikaların yanlış olduğu, işte, dün yaşanan hadiselerden de ortaya çıktı. Bize gelen haberlere göre, dün, 600 Suriyeli sığınmacı, mülteci Akçakale Sınır Kapısı'ndan Suriye'ye gönderilmiştir. Uluslararası hukukun tamamen çiğnenmesi olan bu uygulama, bu yurttaşların, bu vatandaşların ölümle burun buruna getirilmesiyle eş değer anlamlıdır. Burada bir izahatın mutlaka yapılması gerekir. Eğer, Suriyeli mülteciler Suriye'ye gönderilmişlerse bunun hangi mevzuata ya da hangi uluslararası hukuk kuralına göre yapıldığının Dışişleri Bakanlığı tarafından izah edilmesi gerekir. Biz, özellikle bu dış politikada mezhep eksenli birtakım arayışların yanlış olduğunu, ülkeyi bölgesel savaşa götürecek felaketlere yol açacağı uyarısını tekrarlamak istiyoruz.

Yine, Paris'te üç Kürt kadın siyasetçinin katledilmesiyle ilgili Dışişleri Bakanlığının bugüne kadar herhangi bir açıklama yapmaması ve içerisine girmiş olduğu suskunluğun son derece vahim olduğunu düşünüyoruz.

Aynı şekilde, Orta Doğu'da anti Kürt politikaların, Kürt karşıtı politikaların Türkiye'ye hiçbir şekilde kazandırmayacağını, Orta Doğu'daki halklara hiçbir şekilde kazandırmayacağını vurgulamak istiyoruz. Birliktelik üzerinden eğer politikaları inşa eder isek sadece Kürtlere yönelik değil, gayrimüslimlere yönelik, kanayan?

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

BAŞKAN - Lütfen sözlerinizi tamamlayınız.

Buyurunuz.

İDRİS BALUKEN (Devamla) - Teşekkür ediyorum Sayın Başkan.

Gayrimüslimlere ve diğer halklara yönelik var olan politikalarımızı da gözden geçirip ona göre yeni birtakım açılımlar yapmanın ülkeye kazandıracağı inancındayız.

Yine, Sayın Başbakanın da sürekli şikâyet ettiği Birleşmiş Milletler işleyişinin de bugün için son derece yanlış olduğunu düşünüyoruz. Birleşmiş Milletlerin, milletlerden çok "birleşik devletler" gibi bir kurumsal işleyişe sahip olduğunu belirtmek istiyoruz. Eğer, gerçekten "birleşmiş milletler" kavramı doğruysa Orta Doğu'da Filistin halkının ve 40 milyonluk Kürt halkının Birleşmiş Milletlerde devletsiz toplumlar, devletsiz milletler olarak temsiliyetinin önemli olduğu kanaatindeyiz.

NATO'yla ilgili geliştirilen gladyovari ve sömürgeciliğe hizmet eden ilişkilerin yanlışlığını buradan vurgulamak istiyoruz. Bütün bu yaptığımız uyarıların Dışişleri Bakanlığı tarafından dikkate alınması ve dış politikaya yansıtılmasının önemli olduğu kanaatindeyiz.

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

İDRİS BALUKEN (Devamla) - Dışişleri Bakanının Meclis çalışmalarını ve Mecliste dile getirilen görüşleri önemsemesi gerektiğini ve bugünkü gensoruya katılmamasının da büyük bir eksiklik olduğunu vurgulayarak Genel Kurulu saygıyla selamlıyorum. (BDP sıralarından alkışlar)