GENEL KURUL KONUŞMASI
Konu: 2024 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Teklifi ile 2022 Yılı Merkezi Yönetim Kesin Hesap Kanunu Teklifinin Tümü münasebetiyle
Yasama Yılı:2
Birleşim:46
Tarih:25.12.2023

CHP GRUBU ADINA RAHMİ AŞKIN TÜRELİ (İzmir) - Teşekkür ederim Sayın Başkan.

Değerli milletvekilleri, 2024 Yılı Bütçe Kanunu Teklifi ve 2022 Yılı Kesin Hesap Kanunu Teklifi'nin tümü üzerine Cumhuriyet Halk Partisinin görüşlerini belirtmek üzere söz almış bulunuyorum. Yüce heyeti ve televizyonları başında bizi izleyen yurttaşlarımızı saygıyla selamlıyorum.

Değerli milletvekilleri, acımız çok büyük, Pençe-Kilit Harekâtı bölgesinde hain terör örgütünün saldırılarında şehit düşen kahraman askerlerimize Allah'tan rahmet, kederli ailelerine ve milletimize başsağlığı diliyorum; yaralı askerlerimize acil şifalar diliyorum. Terörü ve hain terör örgütünü lanetliyorum.

Değerli milletvekilleri, bugün Ulusal Kurtuluş Savaşı'mızın kahramanı, büyük devlet adamı, partimizin 2'nci Genel Başkanı, 2'nci Cumhurbaşkanımız İsmet İnönü'nün vefatının 50'nci yıl dönümü; İsmet İnönü'yü rahmetle, minnetle ve saygıyla anıyorum.

Değerli milletvekilleri, bugün bütçe üzerine konuşacağız. Tabii, şunu söylemek lazım: Bu, cumhuriyetimizin 2'nci yüzyılının ilk bütçesi. Cumhuriyet kurulduğu zaman da 1924 yılında ilk bütçe hazırlanmış. Merak ettim ilk bütçeyi "Nasıl bir bütçe hazırlanmış?" diye, denk bütçe hazırlamak istemişler; tabii, kolay değil çünkü yeni bir devlet kurmanın getirdiği harcamalar, göçmenlerin gelişi, onların iskân edilmesi, harp alanlarının tamiri, zarar görenlerin zararlarının tazmini gibi birçok nedenle aslında ilk başta belli bir açık olmuş. 1924 bütçesinin bütçe gider tahmini 140,4 milyon lira, bütçe gelir tahmini 129,2 milyon lira, bütçe açığı 11,2 milyon lira olarak öngörülmüş. Fakat 1924 yılı koşullarında bütçe açık vermemiş, 6,8 milyon lira fazla vermiş; harcamalarda bir kısıntı yok ama gelirlerin gereğinden fazla gelmesi sonucunda bütçe fazla vermiş. Bu dönem genç cumhuriyetin kurucularında çok ciddi anlamda denk bütçe fikri oluşmuş, bir denk bütçe yapmak, açık vermemek; dışarıdan ithalat yerine yurt içi üretimin yapılması öncelikli olmuş ve 1926 yılında denk bütçe hazırlanmış. Bakın, çok ilginçtir, iki üç yıl üst üste denk bütçe yapılmış fakat 1929 Büyük Buhran, ekonomik buhran ve sonrasında yaşanan o krizin sürmesi sonucunda gene bütçede bir kısım açıklar verilmiş. Gene çok ilginçtir, cumhuriyet açısından çok önemlidir, 1927 yılında Muhasebei Umumiye Kanunu çıkartılmış. Değerli milletvekilleri, çok önemli bir kanun, 2003 yılında 5018 sayılı Kamu Malî Yönetimi ve Kontrol Yasası çıkana kadar Muhasebei Umumiye Kanunu geçerli olmuş. Devletin tüm mallarının yönetimi ve muhasebesi bu kanunla belirlenmiş. Ve çok ilginçtir, Muhasebei Umumiye Kanunu'yla belirlenen sistemin özelliği şu: Giderler ve gelirler tek hesaptan, tek hazine hesabından, teknik bir terimle "tek vezne"den yapılmış. Bugün eleştiriyoruz ya; Türkiye Varlık Fonu var, döner sermayeli kuruluşlar var, bütçe dışı fonlar var, özel hesaplar var; bunların hepsinin bütçe dışında olmasını eleştiriyoruz. Kesin hesap kanununda, Sayıştayın da bu konuda çok ciddi eleştirileri olmasına rağmen, bu aynı yanlış sistem devam ediyor. İşte, o cumhuriyet, 1927 yılında bu kanunla birlikte tek hesaptan gelirleri ve giderleri birlikte görmüş ve birlikte izlemiş. Bu da aslında onların ekonomiye, sosyal hayata bakışlarının ve o konuda başarmak istedikleri şey için bütçeyi nasıl bir araç olarak gördüklerinin en büyük nişanesidir, örneğidir diye düşünüyorum.

Değerli milletvekilleri, şimdi, tabii, bütçe konuşuyoruz ama bütçe tek başına bir şey ifade etmiyor. Bütçe bir bütünün parçası; en yukarıda plan var, beş yıllık kalkınma planları, altında programlar var, hem yıllık programlar, bir de son dönem 5018'de mevzuatımıza giren orta vadeli programlar ve arkasından da bütçe geliyor. Fakat buradaki problem şu: Bu hazırladığımız doküman ve bugün bizim üzerine konuştuğumuz bütçe, bütüncül bir perspektiften yoksun, içsel tutarlılığı olmayan ve birbirinden kopuk metinler şeklinde.

Sonuç itibarıyla, ben, Devlet Planlama Teşkilatında çalıştım ve ekonominin makro dengelerini hazırlamış bir kişi olarak bunu çok yakından o zaman da izledim, şimdi de bu konudaki sıkıntıları görüyorum. Bakın, bu Hükûmetin uzun vadeli bir stratejisi yok, planın da ötesinde. Türkiye'yi nereden gelip nereye götüreceksiniz? Nasıl bir yol izleyeceksiniz? Yöntemler neler, araçlar neler? Bu uzun vadeli strateji yok.

2011 yılında "2023 hedefleri" dediler, on iki yıllık bir perspektifti. Toplum da baktığı zaman aslında 2023 hedeflerinin olabilirliğini düşündü ama bugün geldiğimiz noktada, 2023 yılında, 2023 yılı hedefleri çöpe atıldı ve 2053 yılına ertelendi. 2023 yılında yapmak istediklerinizi şimdi 2053 yılında -otuz yıl sonra- yapacağınızı söylüyorsunuz; böyle gayriciddi devlet yönetimi olmaz. Aslında, bu -biraz önce söylediğim gibi- yapılan işlerin ne kadar sistemden uzak olduğunu, ne kadar plansız ve programsız olduğunu gösteriyor.

Kalkınma planları kâğıt üzerinde. AKP hükûmetleri döneminde hazırlanmış kalkınma planlarına baktım, hep aynı şeyler, hiçbir değişiklik yok. Gene cari işlemler problemi devam ediyor, gene vergi yapısındaki çarpıklık devam ediyor, çalışma hayatındaki sorunlar devam ediyor; hiçbir şey çözülmemiş. Orta vadeli programlar birbirinin aynısı, "kopyala-yapıştır" formatında ve bütçeler, içinde yaşadığımız sorunları çözmüyor.

Biz burada bütçe konuşuyoruz, konuşuyoruz ama -biraz önce söylediğim gibi- bu bütçenin, bu sene hazırlanmış olan On İkinci Kalkınma Planı'yla da ilişkisi yok. Ha, orada var olan bir kısım eksenler burada da var ama buradaki olay şu: Bir amacınız, bir hedefiniz varsa bunun altında belli politikalar olacak, onun altında tedbirler olacak, kaynaklar bu doğrultuda mobilize edilecek. Ben, burada kaynaklara, kaynak harcama dengesine baktığım zaman kalkınma planında söylenen önceliklerin, amaç ve hedeflerin gerçekleşmesini mümkün görmüyorum; mümkün gören birisi varsa çıksın, söylesin.

Neoliberal ekonomi modeli AKP hükûmetleri döneminde noktasına, virgülüne dokunmadan uygulanmaya devam edilmiştir. Bakın, bu model 1970'li yılların ikinci yarısında çıkmış bir modeldir ve 1980'lerle birlikte önce Amerika'da, sonra İngiltere'de ve sonra da bizim gibi birçok ülkede ve aynı zamanda IMF ve Dünya Bankası politikalarıyla önerildiği şekilde uygulanmıştır fakat 1990'ların ikinci yarısından itibaren başlayan krizler, 2008-2009 küresel krizi ve en son 2020 yılındaki pandemi krizi bugün artık neoliberal ekonomi modelinin uygulanamayacağını açık ve net olarak ortaya koymuştur. Çünkü bu model sonucunda dünyada küresel adaletsizlikler artmıştır, gelir ve servet eşitsizliği büyümüştür, yoksulluk artmış, kamu hizmetleri gerilemiş ve emek kesiminin sermaye kesimi karşısındaki göreli konumu gerilemiştir ve bu aynı zamanda çok ciddi bir küresel göç ve sığınmacı, mülteci sorununu ortaya çıkarmıştır. AKP hükûmetleri neoliberal ekonomi modelinin en sadık uygulayıcıları olmuşlardır. Neoliberal politikalar muhafazakâr bir ideolojik perspektifle -ki o "muhafazakâr soslu neoliberal ekonomik modeli" diye adlandırılıyor- hayata geçirilmiştir. Nedir bunlar? Dış kaynağa, özellikle sıcak paraya dayalı büyüme modeli uygulanmıştır. Tarımsal destekler azaltılmış ve tarım âdeta tasfiye edilmiştir. Kamu kurumları özelleştirilmiştir. Kamu yatırımları KÖİ modeliyle özel sektöre yaptırılmaya başlanmıştır. Eğitim ve sağlık hizmetleri gittikçe artan bir biçimde ticarileşmiş, piyasalaştırılmış, piyasa koşullarına bırakılmıştır ve emek kesiminin sermaye kesimi karşısındaki konumu gerilemiş, emeğiyle geçinenlerin gelirleri ve satın alma güçleri azalmıştır.

Şimdi, bütün dünya, bu krizler sonucunda, buradan geriye doğru giderken, bunu tartışırken ve hem 2008-2009 krizinde de gördük, kamu daha aktif biçimde devreye girerken, özel sektörün maliyetlerini yüklenirken bizde ise -ben bakıyorum- planda, OVP'de ve programda neoliberal modele ilişkin bir değişiklik yok; özelleştirmelerin devam edeceği öngörülmüş, "KÖİ modeli devam edecek." deniyor, tarımsal destekler gene yetersiz. "Ücretler hedef enflasyona göre belirlenecek." deniyor ve daha da vahimi, en büyük örneği bu kadar yüksek enflasyonun olduğu, enflasyonist ortamda asgari ücretin yılda bir kere belirlenmesi kararı alınıyor. Böyle bir şey olabilir mi arkadaşlar, değerli milletvekilleri?

AKP hükûmetleri döneminde, Türkiye'nin yapısal sorunları çözülmemiş, aksine ağırlaşmıştır. Cari işlemler açığı yüksek seviyelerde gerçekleşmektedir. Bakın, çok ilginçtir, cari açığın en büyük nedeni Türkiye'deki üretim ve ihracat yapısının ham madde ve ara malı ithalatına bağımlı olmasıdır ve sektörler bazında baktığımızda bu çok yüksek oranlardadır, özellikle bazı sektörlerde yüzde 80-85'ler düzeyinde ara malı ithalatına bağımlılık vardır. Hani bazen övünüyoruz ya "İhracatı şuradan şuraya getirdik." ama onun karşısında ithalat artışı da var. Türkiye'nin ithalatının bir kısmı, yaklaşık olarak dörtte 1'i, beşte 1'i değişiyor yıllara göre, konjonktüre göre; petrol ve doğal gaz enerjidendir ama onun dışında en büyük pay ara mallarıdır. Kamu kesimi dengeleri sürdürülebilir değildir, dolaylı vergilere dayalı bir vergi yapısı var ve bu vergi yapısı defalarca söylenmesine rağmen, bütün dokümanlarda yer almasına rağmen Sayın Cumhurbaşkanı Yardımcısı genel konuşmalarında "Vergi sistemini değiştireceğiz." diyor. Üçte 2'si, yüzde 65'i dolaylı vergilere yani mal ve hizmetler üzerinden alınan vergilere bağımlıdır.

Çalışma hayatında çok ciddi sorunlar vardır. Hem iş gücüne katılım oranları hem istihdam oranları son derece düşüktür. Bakın, Türkiye'de iş gücüne katılım oranları yüzde 52, yüzde 53 seviyelerinde ama OECD ortalaması yüzde 70. Bir an için Türkiye'nin iş gücüne katılım oranının yükseldiğini düşündüğünüzde işsizlik oranları bugünkünün 3 katı, 4 katına tırmanacak. Çok ciddi bir kayıt dışılık vardır, şu anda baktığınız zaman hâlâ yüzde 20'ler, 25'ler seviyesinde. Sendikalaşma oranı son derece düşüktür, yüzde 14,5'ler, yüzde 15'ler seviyesinde. Ve en vahimi imalat sanayisinin teknoloji yoğunluğu son derece düşüktür.

Değerli milletvekilleri, imalat sanayi lokomotif sektördür, sonuç itibarıyla diğerleri, tarım ve hizmet sektörleri onun arkasına eklenen vagonlar gibidir. Fakat Türkiye'deki imalat sanayisine baktığımız zaman Türkiye daha çok düşük ve orta düşük teknolojili sektörlerin ve o sektörlerde üretilen mal ve hizmetlerin egemenliği altındadır. Toplama "100" dediğimizde yüksek teknolojili sektörlerin toplam içindeki payı sadece yüzde 3'tür. Bu, bizim gibi AB ülkelerinde, benzer ülkelerde yüzde 20'ler seviyesindedir. E, bununla Türkiye dünyayla nasıl bütünleşecek? Biz düşük katma değerli bir üretimle, dünyanın fason üretim zinciri olarak niteliksiz emeğe dayanan, kayıt dışı ekonomiye dayanan bir modelle dünyayla bütünleşilmesine karşıyız. Tabii ki küresel ekonominin biz de bir parçasıyız ama bunu, katma değeri artırarak, teknoloji yoğunluğunu artırarak yapmak zorundayız. Bu sene, yine planda karşımıza bunlar geldi. İyi ama yirmi bir yıldan beri iktidarda olan bir siyasi parti var, sanki yeni iktidara gelmiş gibi bir kısım şeyler önümüze konuluyor.

Yurt içi talebe, üretimin yapısına baktığımızda, yurt içi talebe, özellikle özel tüketime dayalı bir model var. Hâlbuki doğru olan, yatırıma, bu şekilde sermaye stokunu artırarak ekonominin potansiyel büyümesini artıran bir modele ihtiyaç var. Daha çok inşaat sektörü belirleyici, inşaat sektörünün sürükleyiciliğinde bir ekonomi var.

Kamu yatırımları geriliyor. Bakın, kamu sabit sermaye yatırımlarının millî gelir içindeki payı 2002 yılında yüzde 4,8'miş, 2024 yılında yüzde 3,4 olarak gerçekleşmesi öngörülüyor ve ne olmuş? Kamu sabit sermaye yatırımındaki gerileme, kamu-özel iş birliği modeliyle geçmişte kamunun yaptığı yatırımları şimdi özel sektöre yaptırarak çözülmeye çalışılıyor. Fakat çok açık ve nettir, bu model, yandaş sermayeye, 5'li çeteye kaynak aktarmanın bir mekanizmasına dönüşmüştür ne yazık ki. Bakın, KÖİ ödemelerini söylüyorum: 2024 yılında 162,4 milyar lira, 2025 yılında 240,8 milyar, 2026 yılında 270,3 milyar; toplam, önümüzdeki üç yıl 673,6 milyar lira. Çok büyük paralar bunlar.

Tabii, bir ekonomide gelişmişlik için, gerektiğinde kamusuyla özel sektör birlikte olur ama biz bu modele baştan beri eleştiri getiriyoruz çünkü bu modelin hesabı kitabı yok; bu modelde, fizibiliteler nedir, sözleşmeler nasıl yapıldı, bunları göremiyoruz. 1'e yaptırılacak işler 5'e, 10'a yaptırılmış, garantiler verilmiş; köprü, otoyollarda geçiş garantileri, havaalanlarında uçuş garantileri, hastanelerde yatış garantileri ve döviz cinsinden, dolar cinsinden verilmiş. Pandemi döneminde, sokağa çıkma yasakları olduğu dönemde dahi Türkiye tıkır tıkır buralara para ödemeye devam etti, böyle bir model olmaz. Ben Planlamada yetiştim, Devlet Planlama Teşkilatında, sonuçta bir yatırım geldiği zaman orada yatırım programına girerdi, ona belli bir para ayrılır, belli bir zaman içinde bu biterdi; bugün böyle bir şey yok, özel sektöre yaptırıyorsunuz. Ama en azından şu hesabı yapın, bunu özel sektör yerine kamu yapsaydı kaça mal olurdu? Çünkü sonuçta ya vazgeçiyorsunuz gelirlerden ya da hastanelerde olduğu gibi buna kira ödüyorsunuz. Onları belli bir faiz oranından bugüne getirip bugünkü değer hesabını yapmanız lazım ama bugünkü değer hesapları yok; biz bu hesapları görmedik, defalarca istememize rağmen görmedik, bunların sözleşmelerini göremiyoruz, "ticari sır" diye bir savunma yapılıyor. Değerli arkadaşlar, bu paralar bizden çıkıyor, hazineden çıkıyor. "Hazine" demek "bizim ödediğimiz vergiler" demek. Bizim ödediğimiz vergilerin, bizim paramızın nereye harcandığını bilme hakkımız bizim en doğal hakkımız değil mi? Bakın, biraz önce söyledim, 1927 yılında çıkan Muhasebei Umumiye Kanunu'yla bütün bunların hepsi denetim altına alınmış.

Bir uçak örneği vermek isterim: Uçağın gövdesi vardır, kanatları vardır ve aerodinamik öyle gerektirir ki o kanatlar ve gövde arasında bir uyum olmalı. Uçağın gövdesi Türkiye ekonomisinde -oradan örnek verirsem- sanayidir, ağırlıklı imalat sanayisi, sanayi sektörleri ve tarım sektörüdür. Uçağın kanatları hizmet sektörleridir, inşaattır, ulaştırmadır. Bugün KÖİ modeliyle biz ciddi anlamda uçağın kanatlarının aşırı büyüdüğünü görüyoruz ama uçağın gövdesi küçük, uçağın gövdesi büyümüyor. Türkiye yatırım yapmıyor, Türkiye istihdam artıramıyor. Belli bir büyüme var elbette, sonuç itibarıyla belli bir çark var ekonomi içinde ama Türkiye'nin ihtiyacı olan daha hızlı büyümek, yüzde 4-4,5'ler değil, yüzde 6'lar, yüzde 7'ler Türkiye için ulaşılabilir büyüme hedefleridir. Türkiye buna ulaşmalı, kaliteli büyümeyle ulaşmalı. Ağırlık yatırımların öncülük ettiği, istihdamın sürüklediği bir model olmalı. Bu anlamda bazen dediğimiz zaman "İşte kamu-özel iş birliği modeliyle biz yatırım, köprüler yaptık, otoyollar yaptık, şehir hastaneleri yaptık. Şimdi yapsaydık kim bilir kaça mal olurdu, iyi ki yaptık." diyorlar. Tamam, yaptınız ama biraz önce söylediğim gibi, kaynakların hepsini buralara verdiğiniz zaman üretim büyümüyor. Arada bir denge kurmanız gerekir. Dengesiz bir büyüme modeli... İşte, o uçak nasıl aşırı kanatları büyüdüğü zaman uçamazsa Türkiye ekonomisinde de ciddi problemler var ve bu problemler birikmeye devam ediyor.

Bölüşüm boyutu bugün en önemli sorunlardan biri. Ne acıdır ki On İkinci Kalkınma Planı'na baktık, planla ilgili olarak da çok konuştuk, bölüşüme ilişkin hiçbir şey yok, gerçekten yok. Değerli milletvekilleri, lütfen, bakın, bölüşüme ilişkin kaç tane cümle bulacaksınız orada? Ama Türkiye'nin en büyük problemlerinden biri gelir dağılımı bozukluğudur ve artan, hem yaygınlaşan hem derinleşen yoksulluktur.

Bakın, Türkiye'de -istatistik vereyim, TÜİK'in istatistiğini- en yoksul yüzde 5'in millî gelirden aldığı pay -yüzde 20'lik, 10'luk, 5'lik dilimler var- binde 9'dur. En zengin yüzde 5'in millî gelirden aldığı pay yüzde 23,3'tür, 26 katı. Bakın, böyle bir dengesiz büyüme modeli olmaz. İş gücü ödemelerinin millî gelirden aldığı pay düşüyor. 2016 yılında yüzde 36,3'müş, 2022 yılında yüzde 26,5 olmuş; 2023'te biraz yükselmiş gözüküyor ama daha çok emeklilikte yaşa takılanlarla ilgili kıdem tazminatı ödemelerinden kaynaklanıyor. Orada da 3 çeyreği vereyim: 2021 yılında yüzde 29,5'müş üçüncü çeyrekte, bir sonraki yılın -2022'nin- üçüncü çeyreğinde yüzde 26,1'e düşmüş; 2023'ün üçüncü çeyreğinde yüzde 34,3 ama dediğim gibi kıdem tazminatı ödemelerinden geliyor.

Asgari ücret açlık sınırının altında. Değerli milletvekilleri, bugün 4 kişilik bir ailenin 4'ü de çalıştığı zaman ancak yoksulluk sınırına ulaşabiliyorlar. Burada üzerinde durulması gereken önemli noktalardan biri şu: Enflasyon çok kötülüklerin anasıdır; enflasyonun gerçekten toplum üzerindeki -sadece ekonomi değil- ekonomi, sosyal hayat ve toplumsal kesimler üzerindeki olumsuz etkisi çok büyüktür. Bakın, toplumsal kesimlerin enflasyon karşısında savunma ve uyum yetenekleri farklıdır. Ticaret kesimi bazen enflasyona göre kendini ayarlayabilir, artan maliyetleri fiyatlarına aktarabilir ama sabit gelirli kesimin enflasyon karşısında savunma yeteneği yoktur. İşçiler, köylüler, memurlar, emekliler, esnaf, zanaatkâr bugün yükselen, gerçekte çok daha yüksek olduğu düşünülen, bilinen, alternatif hesaplamalar yapılan bu enflasyon karşısında ezilmektedir. Bugün insanlar aç; böyle bir ekonomik düzen olmaz, böyle bir ekonomik yapı olmaz.

Transfer harcamalarına, tarımsal desteklere 91,6 milyar lira ayırmışsınız. Ya, Tarım Kanunu'nun 21'inci maddesine göre yüzde 1'ini vermeniz gerekirdi, vermemişsiniz. 91,6 milyara baktım, onun alt detayında mazot desteği 16,1 milyar lira. Değerli arkadaşlar, çiftçinin kullandığı mazot yaklaşık 3-3,5 milyar olarak hesaplanıyor, oradan kesilen vergiler ne kadar biliyor musunuz? 46,1 milyar lira. Çiftçiye 16 milyar lira mazot desteği veriyorsunuz, 46 milyarı çiftçinin kullandığı mazota ödediği vergiyle geri alıyorsunuz. Öyle bir ekonomik model var mı? Nerede var, dünyanın neresinde var?

Atanamayanların problemleri, bakın, çok önemli problem. Bugün, bu ülkede atanmayı bekleyenler: Öğretmenler, ziraat mühendisleri, gıda mühendisleri, veterinerler, biyomedikal mühendisler, arkeologlar, sanat tarihçileri, sağlık teknikerleri gibi her alanda insanlar var. Bu insanların eğitim gördükleri alanda çalışmasından daha güzel ne olabilir? Ama ne yazık ki ihtiyaç da olmasına rağmen o insanlar bir biçimde çalışma hayatına katılamıyorlar ve bu sorunların çözülmesi için hepimiz uğraşıyoruz. Milletvekilleri olarak bize gelen mailleri görseniz, yağmur gibi sosyal medyada mail yağıyor bize "Lütfen, bu problemleri çözün." diye. E, bakıyorum bu bütçede bir şey yok, bütçede buna ilişkin hiçbir şey yok.

Faiz indirimi, 2021 yılının Eylül ayında Cumhurbaşkanı dedi ki: "Faiz sebep, enflasyon sonuç." Böyle saçma sapan bir şey yok, iktisat literatürüne aykırı fakat ilginç olan ne biliyor musunuz? On Birinci Kalkınma Planı'nın 288'inci paragrafında, Sayın Cumhurbaşkanı Yardımcısı, bir madde var, o paragrafta en diyor ki, bakın, ilk cümlesini söyleyeyim: "Yatırımlar, ekonomik büyüme ve enflasyon üzerinde yüksek faiz olumsuz bir etkiye sahiptir." Orada faizlerin düşürüleceğinin sinyali zaten veriliyor ve aynı zamanda bir nas tartışması çıktı ortaya. 2021 yılının Eylül ayında faiz yüzde 19'du, enflasyon da yüzde 19'du, dolar kuru 8 lira 30 kuruştu; dört ayda yüzde 19'u yüzde 14'e indirdiniz, Merkez Bankası indirdi. Şunu da söyleyelim: O Merkez Bankasının kanunla kendisine verilmiş olan görev fiyat istikrarını sağlamak yani paramızın değerini korumak. Faiz yüzde 14'e indi, dolar kuru dört ayda 18 lira 30 kuruşa çıktı, 10 lira birden arttı, enflasyon yüzde 36 oldu; kur korumalı mevduat sistemi geldi.

Kur korumalı mevduat sistemi... Bugün, tabii, açıklama yok. Biliyorsunuz, bu yılın temmuz ayına kadar Türk lirasından kur korumalı mevduat sistemine gidenlerin kur zararını hazine, dövizden dönenleri Merkez Bankası karşılıyordu. Hazinenin kur zararı yükümlülüğü de Merkez Bankasına devredildi. Artık rakamları bire bir göremiyoruz aylar itibarıyla ama şunu görüyoruz: Merkez Bankası analitik bilançosunun aktifinde diğer kalemler var, yaklaşık 850 milyarlık bir zarar var, kur zararı var. Bazıları diyebilir ki: "Ne olacak? Kur korumalı mevduat sisteminde birçok insanın parası var." Ama bakın, mevduat yapısı o kadar çarpık ki Türkiye'nin mevduat yapısında toplam mudi sayısı, hesap sayısı 162 milyon 784 bin 959 -tabii, birden çok hesaplar olduğu için- bu, orada da bölümlere göre ayrılmış, 10 bin liraya kadar hesabı olanlar, 10 bin-50 bin arası olanlar, 50 bin -250 bin arası olanlar, 1 milyona kadar olanlar, böyle gidiyor. 1 Milyon üzeri kaç hesap var diye baktım, 1,2 milyon kişinin hesabı var, binde 7,3; 250 bin lira ile 1 milyon lira arası hesap sahibi 3,5 milyon kişi, yüzde 2,16; ikisini topladığınız zaman yüzde 3,5. Yani buradan kazananlar elinde büyük parası olanlardır ve daha da ilginci, bu bir maliyettir ve bu maliyeti bu ülkede yaşayan milyonlarca insan ödedi ve ödemeye devam ediyor. Böyle bir sisteme geçmemiş olsaydık hiçbir şey yoktu, böyle bir şey hissedildiği anda biraz faiz artmış olsaydı hiçbir şey olmayacaktı ama sonra ne oldu? Bu irrasyonel politikalar seçimden sonra terk edildi, rasyonel politikalara dönüldü. Şu andaki Hazine ve Maliye Bakanı Sayın Şimşek söyledi "Türkiye'nin rasyonel politikalara dönmekten başka bir çaresi kalmadı." diye. 8,5'e kadar inmiş olan Merkez Bankası politika faizi yüzde 42,5'e çıktı; dolar kuru 29 lira 23 kuruş, enflasyon yüzde 62; yüzde 65 bekleniyor yıl sonunda. Hâlbuki bu faiz indirimleri olmasaydı bugün enflasyon yüzde 15, yüzde 20'ydi, dolar kuru da 12 lira, hadi olsun 13 lira olacaktı; bu, çok yüksek bir maliyettir ve bu maliyeti bütün toplum ödedi.

Tabii, bütçe sadece teknik bir metin değil, aynı zamanda politik bir metin. Böyle baktığımız zaman, bugün Türkiye'nin demokrasisini, mevcut sistemi göz önüne almak lazım. Bugünkü mevcut siyasal yönetim çoğulculuk ve katılımcılıktan uzak, sistemin denge ve denetim mekanizması yok, bu bir tek adam rejimidir. Böyle bir sistemin, ucube sistemin dünyanın hiçbir yerinde de bir benzeri yok. Güçler ayrılığı yok yasama, yürütme, yargı arasında; hukuk devleti ve yargı bağımsızlığı yok; yasama, demokratik geleneklere uygun kanun yapım ve denetim fonksiyonlarını icra edemiyor ve yürütme, tek adam yönetimi altında rasyonalitesini kaybetmiş durumda. Sayın Yılmaz diyor ki: "Artık bu hükûmet sistemini tartışmayalım -bütün konuşmalarında bunu söyledi- çünkü sonuçta, vatandaş gitti sandığa, oyunu verdi, demek ki bu sistemi tasvip ediyor." İyi de Sayın Yılmaz, 1876'dan başlayarak Türkiye'nin yüz kırk yedi yıllık bir parlamenter sistem deneyimi var. Hadi 1920'den, Meclis Hükûmetinden başlayalım, yüz üç yıl geçmiş üzerinden; daha henüz bu sistemin üzerinden beş yıl geçti ve bu sistemin ne kadar yanlış olduğunu siz de görüyorsunuz, bu Anayasa tartışmaları da buradan çıkıyor. Hani bir ara "Yüzde 50+1'i yüzde 40+1'e indirelim." önergeleri nereden çıktı? Bakın, böyle bir sistem olmaz, bu sistem, Türkiye'ye aykırı; Türkiye'nin tarihsel deneyimine, Türkiye'deki siyasi parti yelpazesine, Türkiye'nin siyasi parti yapısına ve siyasi kültürüne aykırı bir sistemdir. Böyle bir sistemle Türkiye bir yere gitmez. Yurttaşlık zayıflatılmıştır; hak ve özgürlükler taşıyıcı bir toplumsal özneden devletin zor gücüne itaat eden pasif, edilgen, tek tip bir konuma sıkıştırılmaya çalışılmaktadır.

Değerli milletvekilleri, demokrasi sadece beş yılda gidilen bir sandık değildir; bu, demokrasi için şekil şartıdır, gereklilik şartıdır ama yeterlilik şartı değildir. "Yeterlilik şartı" dediğimiz zaman, demokrasinin öz ve içerik olarak zenginleştirilmesi akla gelir. Kuvvetler ayrılığı, hukuk devleti, özgür basın, Anayasa'daki terimiyle hür ve sansür edilemeyen bir basın; düşünce, ifade ve bu doğrultuda örgütlenme özgürlüğü; toplantı ve gösteri yürüyüşleri hakkının özgürce kullanılması; sosyal haklar, barınma hakkı, çalışma hakkı, çevre hakkı, bütün bu haklar anayasal haklardır ama ne yazık ki bugün baktığımız zaman, bugün bu haklar kullanılamamaktadır. Kurumsal kapasite, bürokrasinin kapasitesi yok olmuştur bu sistem altında. Bugün âdeta bir paralel devlet vardır, bir tarafta başkanlıklar, ofisler, kurullar, öbür tarafta da -geleneksel baktığımız zaman- bakanlıklar var; aralarındaki ilişki bile belirlenmiş bir ilişki değil. Devletin en önemli kurumları kapatıldı; Devlet Planlama Teşkilatının kapısına kilit vuruldu, Devlet Personel Başkanlığı kapatıldı. Hâlbuki önemli olan kurumsal güçtür, o kurumlar güçlü olduğu zaman o ülke ekonomisi en büyük krizleri bile atlatır, hepsinin üstesinden gelir; yeter ki o kurumsal yapı olsun, yeter ki orada çalışan liyakatli insanlar olsun. Bilginin, birikimin, tecrübenin ve liyakatin önemli olduğu bir sistemi kurmak zorundayız, yoksa bir yere varamayız.

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

BAŞKAN - Sayın Türeli, lütfen sözlerinizi tamamlayın.

RAHMİ AŞKIN TÜRELİ (Devamla) - Piyasaların tahakkümü var, piyasalar içinde toplumsal kesimlerin müzakere ve pazarlık güçleri örselenmektedir. İşçilerin işveren karşısında, küçük üreticilerin tüccar karşısında, tüketicilerin marketler karşısında, kiracıların ev sahipleri karşısında pazarlık gücü gittikçe erimektedir. Her şeyin piyasaya bırakıldığı neoliberal bir sistem Türkiye'de hiçbir şeyi çözmez.

Son olarak birkaç şeyi söylemek istiyorum. Tabii, Türkiye'nin gerçek, bütüncül bir kalkınma stratejisine ihtiyacı var. Sanayileşmeyi öne alan, kamunun rolünü yeniden tanımlayan, ulusal üretici ve kaynakları kollayan, hem ihracata açık hem kısmen ikame yapan ve planlamayı yeniden devreye koyan bir model olmak zorunda ve bütçenin gelecek yaklaşımları önemli. Bakın, bütçenin literatürdeki en önemli konularından biri kuşaklar arası bütçeleme yaklaşımıdır.

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

BAŞKAN - Sayın Türeli, lütfen son sözlerinizi alalım.

RAHMİ AŞKIN TÜRELİ (Devamla) - Tamamlayacağım, Sayın Başkan.

Bugün yaptığın bütçelerin, özelleştirmelerin, borçlanmaların gelecek kuşaklara olan etkisi önemlidir. Sosyal güvenlik sistemi açıkları... Bakın "Özelleştirmeler yaptık." diyoruz, özelleştirmeden elde ettiğimiz gelirleri gelir olarak bütçeye yazıyoruz. İyi ama servet kayboldu. Bu, şuna benziyor: Gidiyorsunuz evinizi satıyorsunuz, aldığınız paraya "O benim gelirim." diyorsunuz, iyi ama servetiniz, varlığınız gitti. Böyle bir bilanço yaklaşımı yok özelleştirme içinde. Gelecek kuşakların kullanacağı kamu kaynaklarını satıyoruz. Büyük kentlerde kupon arazilerin satışı var. Gelecek kuşakların okul, hastane, park, kreş ihtiyaçlarını gelecekte nasıl karşılayacağız? Bütün bunların hepsini birleştirdiğimiz zaman Türkiye'nin ihtiyacı olan, büyük, uzun vadeli bir vizyondur, bütüncül bir kalkınma vizyonu, kalkınma stratejisidir. Bütçe bunun bir aracıdır, bir parçasıdır; bunun hayata geçmesini sağlayan, içinde parasal anlamda rakamların yer aldığı bir metindir.

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

RAHMİ AŞKIN TÜRELİ (Devamla) - Selamlıyorum Sayın Başkan.

BAŞKAN - Sayın Türeli, lütfen teşekkürünüzü yapın.

Buyurun.

RAHMİ AŞKIN TÜRELİ (Devamla) - Bu anlamda, Cumhuriyet Halk Partisi olarak 2024 Yılı Bütçe Kanunu Teklifi'ne ve 2022 Yılı Kesin Hesap Kanunu Teklifi'ne "ret" oyu vereceğimizi belirtiyor, yüce Meclisimizi saygıyla selamlıyorum. (CHP sıralarından alkışlar)