GENEL KURUL KONUŞMASI
Konu: (8/35,36,37,38,39,40) Esas No.lu Srebrenitsa soykırımının unutturulmaması, Filistin halkına yönelik benzer saldırıların ve bu türden insan hakları ihlallerinin önlenmesine yönelik tedbirlerin görüşülmesi, 11 Temmuz Srebrenitsa soykırımını anma günü ilan edilmesi, Gazze'de yaşanan insani krizin sona erdirilmesi ve kalıcı barışın sağlanarak benzer soykırımların önüne geçilmesi konularında genel görüşme açılmasına ilişkin önergelerin Görüşmesi münasebetiyle
Yasama Yılı:2
Birleşim:102
Tarih:11.07.2024

MHP GRUBU ADINA SAFFET SANCAKLI (Kocaeli) - Sayın Başkanım, değerli milletvekili arkadaşlarım ve bizleri televizyonları başında izleyen büyük Türk milleti; hepinizi saygıyla selamlıyorum.

Evet, duygusal bir gün, Srebrenitsa'yı anma günümüz. Tabii, şu anda, inanın, Bosna'dan Türkiye Büyük Millet Meclisini seyrediyorlar ve bugün burada alınmış olan bir karar, bütün partilerin ortak görüşüyle böyle bir görüşmenin açılması, gerçekten, bunun tekrardan dünyaya duyurulması açısından Bosna'dan da büyük teşekkürleri var, büyük minnetleri var. Ben de herkese teşekkür ediyorum bu vesileyle.

Tabii, Srebrenitsa'yı anlatacağım biraz, orada yaşanmış bazı hikâyeler var, onlardan da size bir şeyler anlatacağım ama Srebrenitsa katliamından on beş yirmi yıl öncesine dönerek size Yugoslavya'nın nasıl dağıldığı ve bugünlere nasıl gelindiği, Srebrenitsa katliamına nasıl gelindiği hakkında birkaç şey anlatmak istiyorum. 1970'li yılların ortasında Yugoslavya, dünyada komünizmle yönetilip en iyi yaşayan ülkeydi, refah seviyesi de diğer ülkelere göre çok yüksekti, lideri de Cumhurbaşkanı da Mareşal Tito idi; oldukça eşitlikçi bir adamdı yani kimsenin dinine, ırkına pek karışmak istemiyordu, mümkün olduğu kadar yumuşak davranıyordu. Tabii, o zaman kimler vardı Yugoslavya'da? Sırplar var, Boşnaklar var, etnik gruplar var, Hırvatlar var, Makedonlar, Slovenler, Kosovalılar, Karadağlılar. 70'li yılların ortasında yavaş yavaş şey konuşulmaya başlanıyor: "Ya, ana dilinde eğitimi biz de alalım, herkesin kendi dilinde, ana dilinde eğitim alsın, bu da resmîleşsin. Bayrağın yanına biz de bayraklarımızı koyalım, ülke öyle yönetilsin." Tabii, bu dilleniyor yavaş yavaş, basında yer alıyor, insanlar arasında konuşulmaya başlanıyor. Tito'nun danışmanları gelip Tito'ya bunu anlatıyorlar, diyorlar ki: "Böyle böyle bir istek var halkımızdan." "Ne yapalım?" diyor. Diyorlar: "Ya, bir referandum yapalım, bakalım halkımız bunu hakikaten istiyor mu, istemiyor mu?" Ve bir referandum yapılıyor. Bu referandumda çok yüksek bir yüzdeyle "evet" çıkıyor ve bütün gruplara hem ana dilinde eğitim hem kendi bayraklarının da Yugoslavya'nın bayrağının yanına konulmasına izin veriliyor. Birkaç sene sonra, 1980 senesinde Tito ölüyor. 1991'de de Yugoslavya parçalanıyor. 18 milyonluk bir Yugoslavya yediye bölünüyor. Küçük küçük devletçikler var şu anda hepinizin bildiği gibi; herhâlde en yüksek nüfuslu, 4-5 milyon ve daha az.

Tabii, bunu niye anlattım, niye böyle bir başlangıç yaptım? Bazen tarihten ders almak lazım, eğer tarihten ders almazsak -Allah korusun- başımıza her şey gelebilir. Bazen Türkiye'de de birtakım istekler, konuşmalar oluyor; kendilerine göre belki haklı taraflar olabilir ama bizim birlikte olmaktan başka çaremiz yok. Bu Anadolu coğrafyasında biz bin yıldır beraber yaşıyoruz, kardeşçe yaşıyoruz ve bundan sonra da aynı şekilde yaşamamız gerekiyor.

Tabii, savaş nasıl başladı? İşte, 90'lı yılların başında ortalık karıştı iyice, herkes kendi tarafından çekmeye başladı, bağımsızlıklar ilan edilmeye başlayınca, tabii, Sırplar da Yugoslavya'nın kendisinin olduğunu düşündüğü için de buna kendilerine göre bir müdahale etmeye kalktılar ve ortalık karışmaya başladığı anda Partizan-Velez Mostar maçı var Belgrad'da; Partizan, Sırpların takımı; Velez Mostar da Müslümanların takımı. Orada olaylar başladı ve onlarca kişi katledildi Belgrad'da. O, en son kıvılcım oldu işte, o kıvılcımdan sonra da ortalık tamamen karıştı, zaten savaş başladı. Bu savaşın sonunda sadece Müslümanlardan 300 binin üstünde şehit edilen var; bunun 44 bini kadın, 17 bini çocuk ve 20 bin de kayıp var.

Tabii, Srebrenitsa'ya gelecek olursak da o gece neler oldu orada? Savaş başlamış, büyük bir katliam var, Batı her zamanki gibi seyrediyor, müdahale etmiyor, ölüye yatıyorlar; Avrupa'nın göbeğinde katliam var, hiç kimse bir şey demiyor. Tabii, Srebrenitsa'nın bir özelliği var, Birleşmiş Milletler askerlerini getiriyorlar oraya, güya işte, orada bir silahsızlanma yapacaklar, bir güvenli bölge oluşturacaklar ve başlarına da Hollandalı bir general getiriyorlar, ismi de Thom Karremans. Tabii, o akşamın olduğu günden bir gün önce diyor ki: "Bu bölge, güvenli bölge; silahsızlanacak bu bölge." Bütün Müslümanların evinden silahlarını toplatıyorlar. "Burada silaha gerek yok, biz varız, bize emanetsiniz..." Hatta orada anlatıyorlar, diyorlar ki: "Bu Hollandalı askerler bize yemek veriyordu, bizimle akşamları top oynuyorlardı, bize çok yakın davranıyorlardı; biz bunları çok yakın dost zannettik." Ama o silahlar toplandıktan sonra da... İşte, Sırpların lideri var, o zamanki komutanları Ratko Mladiç, bunlar anlaşmışlar -o gecenin videolarını seyrettim ben, mutlaka siz de izlemişsinizdir. O silahları toplattığı gece bu Hollandalı generalle Sırp general kadeh tokuşturuyor- Hollandalı general diyor ki Sırp generale: "Evet, artık Türkler senindir, ne istersen yapabilirsin." Kendisi de diyor ki: "Evet, Türklerden intikam alma günümüz geldi, bugün bu intikam alınacak." Ve topluyorlar herkesi o meşhur akü fabrikasına, erkekleri kamyonlarla götürüp öldürüp gömüyorlar, kadınları da orada tutuyorlar.

Tabii, orada ilk belirlemeye göre 8.372 gibi konuşuluyor ama aşağı yukarı 20 bin kişi... Çünkü hâlâ şu anda 12-13 bin kayıp var bulunamayan. Erkekleri infaz ediyorlar, kadınlara günlerce orada tecavüz ettikten sonra kadınları da öldürüyorlar. Yani İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra yapılan en büyük katliamdır dünyada.

Tabii, bu olaylar olduktan sonra, 1995 senesinde, üç sene geçmiş, katliam var Avrupa'nın göbeğinde, diyor ki Birleşmiş Milletler: "Ya, bir dakika, bu savaş nereden çıktı? Biz bunu durduralım." Ne zaman diyorlar? Ne zaman ki Müslümanlar, Türkler güçlendi, askerini, ordusunu kurdu -kazanmaya başlayacağız- savaşı da durdurdular. O zaman da bir Dayton Anlaşması imzaladılar ki o Dayton Anlaşması da hiçbir zaman Bosna'nın huzur içinde yaşamayacağının anlaşmasıdır. Ama bizimkiler mecbur kaldı imzaladı "Savaş dursun." diye. Şu anda bildiğiniz gibi, Bosna'da -üç tane- kantonlar var: Sırplar var, Müslümanlar var, Boşnaklar var ve Hırvatlar var. Her birinin cumhurbaşkanı var. Ülkede sekiz ayda bir Cumhurbaşkanı değişiyor. Bir Cumhurbaşkanı Konseyi var; hiçbir karar alamıyorlar, hiçbir şey yapamıyorlar özellikle bizimle ilgili konularda. Tabii, bunun üstüne, 2002 yılında bir rapor hazırlandı, Hollandalılar "Evet, biz katliamı önleyememişiz." dedi ve 2002 senesinde Hollanda Hükûmeti toplu istifa etti. Sonra Birleşmiş Milletler, işte, 23 Mayıs 2024'te bir karar aldı; 11 Temmuzu Srebrenitsa Soykırımını Anma Günü ilan etti. 193 üye var; 84'ü "evet" demiş, 19'u "ret", 68'i çekimser. Tabii, bu nedir? Cinayeti işleyen katil bir de gidip cenazesinde ağlar. Kendilerine göre günah çıkarıyorlar ama zamanında müdahale etseydiniz de bunlar olmasaydı.

Tabii, bir sürü hikâye var orada, mutlaka biliyorsunuz ama belki de bilmediğiniz birkaç tane hikâye vardır, vaktimi iyi değerlendirmek için onlardan size bahsedeyim biraz.

Savaş bitti. Ben ailece o savaşı orada yaşamış ve bizzat içinde bulunmuş bir ailenin çocuğuyum. Biraz evvel konuşmacı bir arkadaşımız şey söyledi: "'Göçmen' diyorlar size, işte, sığınmacılarla veya bilmem kimlerle karıştırıyorlar." Bunu sakın kimse karıştırmasın. Benim atalarımı Osmanlı, Konya'daki Karaman bölgesinden oraya göndermiş uç beyliği yapmak için. Yüzyıllarca kalmışız; sonra tekrar geri çağırmış, biz gelmişiz. Onun için, kimse Balkan Türklerini "sığınmacı", "göçmen" veya başka bir dille adlandırmasın, sizden rica ediyorum. (MHP, AK PARTİ, CHP ve İYİ Parti sıralarından alkışlar)

Tabii, savaş bitti; 20 bin kayıp var, kimsenin haberi yok bu toplu mezarlardan. Sabahları Bosna'da kahve içme kültürü vardır, böyle büyük cezveye yaparlar, herkes 4-5 tane kahve içer. Tabii, kayıplar için de -eşini kaybetmiş, anasını kaybetmiş, çocuğunu kaybetmiş- karşıya bir kahve daha koyarlar ve o bir gelenek oldu sonra. "Neden yoksun?" diye -"..."(*) Boşnakçası- böyle bir ritüel yapıldı. Herkes kayıpları arıyor ama kimse bulamıyor. İşte, şu meşhur mavi kelebekler hikâyesi. Hikâyenin de aslı tam şöyle: Kayıplar var, bulunamıyor, bu mavi kelebekler bir vadiye geliyorlar, o vadide çeşitli çiçekler var ama sadece bu mavi kelebekler Artemis çiçeğine konuyorlar yani bu sembol olarak "Srebrenitsa çiçeği" dediğimiz Artemis çiçeğine konuyorlar, sonra akşam kaybolup gidiyorlar. Bu günlerce, haftalarca sürüyor, "Ya, bu nasıl bir iş?" diyorlar, takip ediyorlar, bulamıyorlar. Bilim adamlarını çağırıyorlar, diyorlar ki: "Gelsenize ya, burada bir doğa olayı var, biz bunu çözemedik." Bilim adamları geliyor, bakıyorlar bu mavi kelebekler her gün geliyorlar, o vadide bir sürü çeşit çiçek var, sadece buna konuyorlar. "Ya, dur, bunları biz takip edelim, akşam nereye gidiyor bunlar?" diyorlar. Akşam bunları takip ediyorlar, bunlar bir tane vadiye geliyorlar, sadece Artemis çiçekleri var. Bu böyle her gün gidiyor, geliyor, hep aynı şey, diyorlar ki: "Akşam bu kondukları Artemis çiçeğinin olduğu vadiyi bir kazalım, bakalım, buradan ne çıkacak?" İşte arkadaşlar, orayı bir kazıyorlar bu en büyük toplu mezar orada çıkıyor. Bu da Allah'ın bir hikmeti olarak bu mavi kelebekler ve bu Artemis çiçeğinin manasını bize gösteriyor.

Şimdi, o kahveyi içiyorlar ya sabahları. Bosna'ya tabii gitmişsinizdir, görmüşsünüzdür, Bosna'da kahve fincanlarının kulpu yoktur yani kahveyi böyle içeriz ya biz bu üç parmakla, kulp yoktur. Bunun da nedeni şudur: Savaş zamanında Sırpların o aşırı fanatikleri olan ve "Çetnik" diye tabir edilen insanların bir tane selamı var. Bu selam da şudur, buradan göstermek istemiyorum. Serçe parmağını ve yanındaki yüzük parmağını kapatarak 3 parmağını havaya kaldırıp Çetnik selamı yaparlar bunlar. İşte savaş zamanında Müslümanların serçe parmağını ve yüzük parmağını kestiler, dediler ki: "Bundan sonra siz kahve içerken Çetnik selamıyla kahve içeceksiniz, 3 parmakla içeceksiniz. Onun için savaştan sonra bütün kahve fincanlarının kulpları kırıldı ve Bosnalılar şöyle içer, göstereyim: Hilal şeklinde, doğal olarak böyle içer kahvesini çünkü kulp yoktur o fincanlarda. Bunu bile dayattılar o zaman yani illa bizim selamımızla, siz kahvenizi bile içerken bizi anacaksınız diye. Tabii, Müslümanlar bunu kabul etmedi, Türkler bunu kabul etmedi. 1994 senesinde ben Belgrad'a gittim, o zaman savaş devam ediyordu. Ana haber bültenlerini dinliyorum orada, aynen şöyle söylüyorlar... Şimdi, Balkanlara gittiğinizde görmüşsünüzdür, Balkanlardaki herhangi bir ülkedeki bir Müslüman'a "Turcin" derler. Turcin, Sırpça Türk demek. Yani "Müslüman" demezler, "Boşnak" demezler, "Makedonyalı" "Kosovalı" demezler, "Turcin" derler. O gün ana haber bültenlerinde diyor ki: "Bugün yapılan çatışmalarda 275 Türk'ü öldürdük." Yani onların bize bakış şekli ve bakış açısı aynen böyledir. Onun için, biraz önce söylediğim gibi, onlar bizim direkt ailemizdir, direkt bizim soyumuzdur oradaki insanlar.

Gene bir gün, ben siyasete başladığımda, bir televizyon programında bana dediler ki: "Siz Balkanlardan geliyorsunuz herhâlde. Nereden geliyorsunuz?" Ben de dedim ki: "'Türk'üm' demenin zor olduğu yerden geliyorum ben." Spiker baktı: "Ne diyor bu acaba?" İşte Balkanları bilmeyenler benim ne dediğimi zaten anlayamazlar. Biz eğer oradaki, Balkanlardaki soydaşlarımıza sahip çıkmazsak, eğer onlara gerekli desteği vermezsek inanın, oradaki zayıflama bizim ana vatanımızda bizi zayıflatacaktır. Onun için, bizim Balkanlara her zaman sahip çıkmamız gerekiyor.

Bir hikâye daha anlatayım size: Şimdi, rahmetli Aliya İzzetbegoviç, arkadaşlarımın hepsinin, konuşmacıların hepsinin söylediği o meşhur sözünü söylemiştir: "Katliamları unutmayın, soykırımları unutmayın çünkü unutursanız bu tekrarlanacak." Yani bu tarihte hep böyle olmuş. Ve savaş sırasında da rahmetli Aliya İzzetbegoviç "Biz onlar gibi davranmayacağız, biz intikam almayacağız, biz adalet istiyoruz." diyor. Bu, Türklüğün, Müslümanlığın ferasetini göstermektedir. İşte, bu büyük lider, savaşın bitiminde... Mostar şehri var; Mostar'da -o bölge ağırlıklı Hırvatların yaşadığı bölge- Hum tepesi var yukarıda, yüksek bir tepe; dünyanın en büyük haçını diktiler oraya betondan yani böyle inişe geçtiği zaman uçaktan bile görülen çok büyük bir haç yaptılar. Tabii, bütün bu olan olayların, yüzyıllardır olan olayların haç ve hilal savaşından doğan ihtilaftan dolayı ve mücadeleden dolayı olduğunu da zaten hepimiz biliyoruz. Tabii, Hırvatlar orada bir gövde gösterisi yapmak için dünyanın en büyük haçını diktiler oraya ve oranın generali -ismi şu anda aklımda değil- rahmetli Aliya İzzetbegoviç'i çağırıyor "Aliya, sana bir şey söyleyeceğim: Bu kadar savaştınız ettiniz, 300 binden fazla şehit verdiniz ama görüyorsunuz, biz gene de buraya, Bosna'nın göbeğine dünyanın en büyük haçını diktik. Ne diyorsun bu konuda?" diyor. Rahmetli bakıyor, "Akşam sana cevap versem olur mu?" diyor. "Tabii, niye akşam?" diyor. "Öyle, akşam cevap vereyim ben sana." diyor. Akşam oluyor, Aliya geliyor "Tekrarlasana bir daha, ne sormuştun bana?" diyor. Hırvat general "Dünyanın en büyük haçını diktik; bakalım siz böyle bir hilal dikebilecek misiniz?" diyor. Aliya da "Gel, sana bir şey göstereyim." diyor. Gökte de bir hilal var akşam, "Bak, oraya iyi bak. Siz ne kadar büyük haç yaparsanız yapın, hiçbir zaman o hilali geçemeyeceksiniz." diyor ve tarihî bir cevap veriyor. Onun için şu anda da aynı şey; işte, 1995, 2003, 2004, 2023, aynı şey Gazze'de yaşanıyor arkadaşlar. Yani bunlar hiçbir zaman durmayacaklar zaten, hep devam edecekler bu işe. Onun için bizim birlikte hareket etmemiz lazım, birlik olmamız lazım. Bizim birbirimize yapışmamız lazım ki bu Türkiye Cumhuriyeti'ni dünyanın en güzel memleketini... Hakikaten bir cennet varsa bu dünyada onun da Türkiye olduğunu hepimiz biliyoruz, sahip çıkmamız lazım. Evet siyaset yapıyoruz, evet çeşitli düşüncelerimiz olabilir ama birinci düşüncemiz Türkiye Cumhuriyeti'ni ilelebet payidar etmektir ve onu yaşatmaktır. Onu da bize kim söylüyor? Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk söylüyor. Bizim o zaman ona göre davranmamız lazım, ona göre hareket etmemiz lazım.

Ben tekrardan teşekkür ediyorum böyle bir oturum yapıldığı için, bütün partiler buna "evet" dediği için. Şu anda da Bosna'dan bizi seyrediyorlar ve inanın, çok memnunlar. Birkaç tane telefon aldım ben, dediler ki: "Böyle böyle bir oturum olacak, doğru mu?" Tabii ki böyle bir oturum olacak, hem güzel olan tarafı, daha da iyi olan tarafı bütün partilerin ortak isteğiyle ve ortak imzasıyla yapılıyor ve bütün partililer de bunlarla ilgili gerekli konuşmaları yapacaklar dedim, çok mutlu oldular.

Ben, beni dinlediğiniz için teşekkür ediyorum. Bugün biraz duygusallık var tabii ama normal bu da. Bir kez daha söylüyorum: Birlikten, beraber olmaktan başka çaremiz yok; biz bu cennet vatana sahip çıkmak zorundayız.

Hepinize beni dinlediğiniz için teşekkür ediyorum, saygılar sunuyorum. (MHP, AK PARTİ ve İYİ Parti sıralarından alkışlar)