GENEL KURUL KONUŞMASI
Konu: 2025 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Teklifi ile 2023 Yılı Merkezi Yönetim Kesin Hesap Kanunu Teklifinin İlk Görüşmesi münasebetiyle
Yasama Yılı:3
Birleşim:29
Tarih:09.12.2024

İYİ PARTİ GRUBU ADINA DURSUN MÜSAVAT DERVİŞOĞLU (İzmir) - Sayın Başkan, siyasi partilerimizin muhterem Genel Başkanları, Meclisimizin yüceliğinin hakkını vermeye gayret eden kıymetli milletvekilleri; zamanın, emeğin, alın terinin kaynağı büyük Türk milletinin her bir ferdini bu vesileyle saygılarımla selamlıyorum.

Sözlerimin başında, Isparta'da cereyan eden helikopter kazasında hayatını kaybeden 6 askerimize Cenab-ı Allah'tan rahmet, kederli ailelerine ve aziz milletimize başsağlığı diliyorum.

Bugün, 2025 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Teklifi ve 2023 Yılı Merkezi Yönetim Kesin Hesap Kanunu Teklifi üzerine partimin görüşlerini açıklamak üzere huzurunuzdayım.

Bu Genel Kurul salonunda bulunduğu var sayılanlar, arkamızdaki duvarda yazan egemenliğin sahibi olarak isimlendirilenlerdir yani milletin ta kendisidir. Bizler ise bütçede neyin nereye harcandığını ve harcanacağını sormakla vazifeli olanlarız. Gelgelelim merkezî yönetim bütçesinin yüzde 90'ından fazlası, doğrudan yürütme organı yani Hükûmet tarafından kullanılmaktadır. Nasıl, nereye, kimlere ve hangi amaçla harcanacağının talimatlarını verense biliyoruz ki tek kişidir. Tüm harcamaların ve icraatların tek ve gerçek sorumlusu, yıllardır olduğu gibi bugün de oturması gereken koltukta bulunmamaktadır. Kendisi, birçok yetkisi budanan Türkiye Büyük Millet Meclisinin elinde kalan tek ve en önemli yetki olan bütçe yetkisinin icrasına dahi saygı göstermekten maalesef uzaktır tıpkı uzun zamandır Türk milletinden ruhen, kalben ve aklen uzak oldukları gibi.

Sayın Yılmaz, lütfen kusura bakmayınız efendim, sizi iyi bir bürokrat olarak biliriz ancak burası Türkiye Büyük Millet Meclisidir yani millî Meclistir. Mevcut rejimin geçici ve yapay koşulları ne olursa olsun, millî Meclisin muhatabı da doğrudan doğruya yürütmenin başıdır, yardımcısı değil.

Değerli milletvekilleri, aziz milletim; bütçe, bugüne ait bir mesele değildir; dünün tarifi, bugünün durumu ve geleceğin de ne olacağına ilişkin bir tasavvurdur. Bizse sadece bugüne odaklanan bir iktidara rağmen yarınlara da odaklanmamız gereken bir dönemdeyiz çünkü içinde yaşadığımız zaman, aldanmaya ve aldatılmaya çok müsaittir; buradaki muhatapları da bunu iyi bilirler. Yirmi iki yıldır yanılma payı ile hedef tutturmayı birbirinin yerine ikame etmiş, bu iki kavramı kalemler arasında geçiş hâline getirmiş bir iktidarla yönetiliyor oluşumuz, mevcut risk yüzyılını Türkiye için maalesef çok daha tehditkâr kılmaktadır. O yüzden, tahminleri temenni olmaktan öteye taşımakla hep birlikte yükümlüyüz. Fikirleri hayallerden ayırt ederek milletçe birlik olmanın ortak dilini bulmak zorundayız. Zaman aleyhimize işlemektedir, daha fazla aldanmaya ve aldatılmaya da tahammülümüz yoktur. Türkiye, havanda su döven bu iktidarla su gibi akıp giden zamanın hızına asla yetişemez. Bundan birkaç yıl önce dünya ve Türkiye üzerinde yoğunlaşmaya başlayan fırtına bulutlarından bahsederken bugün o fırtınanın kopuşuna şahit oluyoruz.

İnsanlık, her alanda âdeta üç boyutlu bir satranç oyunuyla imtihan olmaktadır; kuşkusuz, alışılageldik güç dengeleri de bu süreçte değişmektedir. Üretim biçimi, finansal ve ticari ilişkiler, bölüşüm ve dağıtımın nasıl olacağı, sosyal ve teknolojik değişimlerin baskısı altında her ülkeyi dönüşüme zorlamaktadır. 21'inci yüzyılın ilk çeyreğini geride bırakırken internet döneminden yapay zekâ çağına geçmiş bulunuyoruz. Kendi yaşadığımız doğal çevre muhtemelen geri gelmeyecek üzere bozulmakta iken bireysel ve kümülatif bilinci bu çevre koşullarından azade bir yapay bilince ya da yapay zekâya taşımanın hatta devretmenin eşiğinde durmaktadır insanlık.

Türk devletini yönetenlerin değişen güç dengelerini Türkiye'nin ortak çıkarları paydasında ne derece doğru okuyabildiği ise şüphelidir zira geleneksel kırmızı çizgilerimizin çoğu geçersiz bırakılmıştır. Hatırlanacak olursa 90'lı yıllarda Türkiye, dünyanın sınırsızlaştığı iddia edilen küreselleşme döneminde sınırlarını ve bütünlüğünü korumakla uğraşmış ve bunu başarmıştı. Şimdi ise sınırların tekrar devlet ve toplumların hayat memat meselesi hâline geldiği son yirmi yılda Türkiye, bizzat öncüleri tarafından bile rafa kaldırılmış küreselleşmeci bir bakışın en zararlı yönlerini kendisine rehber edinmiş bir iktidar tarafından taammüden sürekli uçurumların kenarında dolaştırılmaktadır. Egemenliğin yeniden ulus devlette temerküz ettiği bir dönemde bizler, mevcut iktidar tarafından ulus devlet egemenliğimizin sürekli aşındırılmasıyla yüz yıldır karşılaşmadığımız risklere açık hâle getirilmiş durumdayız. Kamunun üretim ve bölüşüm ilişkilerinde yeniden söz sahibi hâline geldiği pandemi sonrası süreçte, eğitim ve sağlık gibi en temel kamu hizmetlerinin kuralsızca ticarileştiği bir anlayışla savunmasız bırakılıyoruz. Hukuk düzeninin can ve mal güvenliğini sağlamaktan ve sürdürmekten dahi uzaklaşmış hâli düşünüldüğünde, ticarileşmeden öte anarşik bir metalaştırma süreciyle karşı karşıyayız. Toplumdaki genel ahlaki çöküşü doğuran ve besleyen faktörler de esasen burada aranmalıdır.

Bakınız, Çin ile Amerika Birleşik Devletleri arasındaki rekabet ne 19'uncu yüzyıldaki gibi sadece denizde ne de 20'nci yüzyıldaki gibi sadece kıtalar arası nükleer füzeler alanında sürmektedir. Dolayısıyla, dünün Kübası ile bugünün Tayvanını ayıran şeyin ne olduğunu iyi düşünmemiz gerekmektedir. Müstakbel bir Tayvan krizinin eşiğindeki dünyada 1962 yılında vuku bulan Küba krizindeki Türkiye olmamak için, mevcut konumumuzun çok iyi tahlil, tasnif ve tarif edilmeye ihtiyacı vardır çünkü dünün soğuk savaşı bugünün hem sıcak hem de soğuk savaşıdır; hem yerel hem küresel hem üretim hem de tüketim zincirlerine ilişkindir aslında bu olup bitenler; topyekûndür, eklektiktir ve öngörülmezdir; başlangıcını işaretlemek kadar bitişini de tahmin etmek zordur. Bu savaşın etkileri saliseler içerisinde tedarik zincirlerinden ticarete ve fiyatlara, dolayısıyla günlük hayata doğrudan etki etmektedir. Türkiye ise bu etki ve tepkilerden 20'nci yüzyılın totaliter mantığıyla kurulmuş bir İletişim Başkanlığının mesnetsiz propaganda faaliyetleriyle kurtulacağını zannetmekte, âdeta bir hayal âleminde yaşamaya mahkûm edilmek istenmektedir. Karşı karşıya bulunduğumuz devasa sorunlar İletişim Başkanlığının algı yaratma ve yönetme kabiliyetiyle aldatma ve kandırma furyasına dönüşmüş, gerçekler ile rüyalar birbirine karışır olmuştur ama buradan söylüyorum: Artık yeter, Türk milleti artık aldanmayacaktır ve aldatılamayacaktır! (İYİ Parti sıralarından alkışlar)

Saygıdeğer milletvekilleri, aziz milletim; bugünün en can alıcı meselelerinden biri iklim krizidir. Eğer biz iklim değişikliğinin sonuçlarını hafife alır, bugünü kurtarmayı gelecek kuşaklarımızı kurtarmaya tercih edersek sadece yükselen deniz seviyeleri ve kuruyan barajlarla değil, insanlık tarihinin gördüğü en büyük göç dalgalarıyla da yüzleşmek zorunda kalacağız. Kısaca, bugün yaşadığımız göç krizinin çok daha büyüğü karşısında boğulacağız çünkü yarın iklim krizinin kavurduğu topraklardan, susuz ve verimsiz arazilerden, boğucu sıcaklardan kaçan büyük kitleler göç yollarına düştüğünde, bugün kapatamadığımız kapı, sınır ve duvarlarımız yarın iklim felaketinden kaçanlarca çok daha büyük ve kontrolsüz bir akınla sınandığında ne yapacağımıza şimdiden karar vermek mecburiyetindeyiz. Dünyada tüm aklı başında iktidarlar iklim risklerini azaltmaya, yeşil dönüşümü hızlandırmaya, temiz teknolojileri yaygınlaştırmaya, toplumsal dayanıklılığı artırmaya odaklanırken biz hâlâ dar siyasi çıkar öncelikli, yönetilen çoğunluğun değil yöneten azınlığın konforunu önceleyen bir bütçe görüyoruz.

Geleceğin ekonomisi yapay zekâ, yenilenebilir enerji, sanal para birimleri ve yüksek teknoloji ürünlerin etrafında şekillenirken biz hâlâ arazi rantının kimlere ve hangi koşullarda dağıtılacağını hesaplayan bir iktidar görüyoruz karşımızda. Bugünün en güçlü ülkeleri verimli topraklarını korumanın, tarımsal üretimlerini güçlendirmenin yollarını ararken biz hâlâ arsa karşılığında vatandaşlık veren; hâlâ ovalarımıza, vadilerimize beton döken, döktükleri betonların ise depreme ne kadar dayanıklı olduğunu bile önemsemeyen bir aymazlıkla yönetiliyoruz. Sormak isterim: Büyüğünden küçüğüne, Rusya'dan Katar'a kadar petrol üreticisi ülkeler dahi ekonomilerinin dümenini yeşil dönüşüme doğru kırarken; biz Türkiye olarak sanayicilerimizin sıkıntılarını, sanayileşmenin eksikliklerini henüz hâlen giderememişken kapımıza dayanan yeşil dönüşüme acaba ne kadar hazırlanmaktayız? Topraklarımızdan geçen ticaret ve enerji yollarının, petrol ve gaz hatlarının stratejik değerini acaba ne kadar kullanabilmekteyiz? Çok geç kaldığımız, sonunda bir şekilde sahibi oluyoruz diye övünmek istediğimiz nükleer enerji dâhil olmak üzere, enerji kaynaklarımızın güvenliğini, istikrarını ve sürdürülebilirliğini ne kadar sağlamaktayız?

Evet, bunlar aslında bütçeyle ilgili konulardır çünkü hepsi, Türk milletinin kayıtsız ve şartsız egemenliğiyle doğrudan ilgilidir ancak tüm bu meselelerin ele alınış yönteminin bir kişinin ve onun yakın çevresinin güvenliğiyle ilişkilendirildiği bir iktidar boşluğu ve o boşluğun oluşturduğu zihniyet boşluğu, tüm bu ve bunun gibi yüzlerce hayati soruyu cevapsız bırakmaktadır.

Kıymetli milletvekilleri, aziz milletim; 100 yaşına 1 eklemiş cumhuriyetimiz, kurumları ve fertleriyle her gün kendisinden "bir" daha yitirmektedir. Türkiye'nin ekonomik ve sosyal göstergelerine; hele hele çarşıya, pazara, okula, hastaneye yakından bakıldığında tablo daha da kararmaktadır. Bu karanlık, başta çocuklarımızı, çalışanlarımızı yıllardır güneşin doğduğu aydınlık bir sabahın yerine zifiri karanlıkta uyanmak zorunda bırakan zihniyetin âdeta bir yansımasıdır. Aradan geçen yirmi iki yılda Kamu İhale Kanunu sınırlarımız gibi kevgire dönmüş, Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanunu ilkelerinden kendini muaf tutanların hazırladıkları kalkınma planları ve programları raflarda kalırken kendilerinin kalkınma planları hayata geçmiştir. On yıl önce verdikleri taahhütler; 2 trilyon dolar millî gelir, 25 bin dolar kişi başına gelir, 500 milyar dolar ihracat, yüzde 5 işsizlik ve tek haneli enflasyon hedeflerinin hiçbiri gerçekleşmemiştir. Vatandaş vergi yükü altında ezilirken yandaşlık müessesesine bütün kamu imkânları seferber edilmiştir. "Hesap verebilirlik" ve "mali saydamlık" sadece kâğıt üzerinde kalan kavramlar hâline gelmiş, Sayıştay işlevsiz kılınmış, Meclisin bütçe hakkı devamlı olarak gasbedilmiş, hatta Anayasa Mahkemesinin kararları dahi tanınamaz hâle gelmiştir. Açıktır ki bozulma ve çürüme, sadece bugüne ait meseleler değildir; Cumhurbaşkanlığı hükûmet sistemiyle birlikte benzeri görülmemiş bir şekilde bu süreç hızlanmıştır.

Türkiye ekonomisi, ekonomist olduğunu iddia eden bir zatın önderliğinde felakete sürüklenmiştir. Bizlerin bu kürsüde defalarca dile getirdiği bu gerçeği, 2023 seçiminin ardından yalvar yakar göreve getirilen Bakan Mehmet Şimşek de aslında tek tek itiraf etmiştir. İzlenen politikaların irrasyonel olduğunu, net rezervimizin eksiye düştüğünü, önlem alınmazsa millî gelirin yüzde 10'una ulaşacak olan bütçe açığını ve daha nice yanlışları ilk ağızdan bizzat kendisi teyit etmiştir.

Soruyorum: Türkiye Cumhuriyetinin 100'üncü yılı için tam on iki yıl önce 37 hedef ortaya koymuştunuz, sizleri tebrik ediyorum, bunların 34'ünü gerçekleştiremediniz(!) (İYİ Parti sıralarından alkışlar) Enflasyon tek haneye düşecekti, kendi iktidar döneminizin en yüksek enflasyon oranı olan yüzde 64,8'i 2023'te yakaladınız. İhracatta yüksek teknoloji ürünlerinin payı yüzde 20 olacaktı; 2011'de imalat sanayi ürünleri ihracatında yüksek teknolojinin payı yüzde 3,1 iken bunu yüzde 4'e bile çıkaramadınız. "İşsizlik oranı yüzde 5'e inecek." dediniz, 2023'ü yüzde 9,4'le bitirdiniz, görünen o ki bu yılı da 9 civarında tamamlayacaksınız. "Kayıt dışı istihdam yüzde 15'e inecek." dediniz, yüzde 26 oldu. "500 milyar dolar ihracat." dediniz, yarısını ancak geçtiniz. "Kişi başına gelir 25 bin dolar." dediniz, 13.243 doları ancak görebildiniz. "Yoksulluk sınırı altındaki nüfus azalacak." dediniz, 2011'de ortalama gelirin altında 21 milyon 730 bin kişi varken 2023'te bunun üzerine 3 milyon daha ilave ettiniz.

"Kadının iş gücüne katılım oranı yüzde 38'e gelecek." dediniz, ancak yüzde 35'e çıkarabildiniz ya da çıkarmak üzeresiniz. Bunları söylüyorum, bağışlayınız, Sayın Cumhurbaşkanı Yardımcım, yani zorlamak da istemiyorum ama bütün bunları söylerken şunu da hatırlıyorum: "Annelerin annelik kariyerinin dışında başka bir kariyeri merkeze almamaları gerekir." diye beyanat veren eski bir Sağlık Bakanınızı da buradan bu vesileyle yâd ediyorum. (İYİ Parti sıralarından alkışlar)

Üstelik, On İkinci Kalkınma Planı'nda 2028 için sunduğunuz hedeflere baktığımızda, 2023 için taahhüt ettiklerinizin 2028'de bile gerçekleşemeyeceğini kendi elinizle itiraf ettiğinizi görüyoruz. "2023'te 2 trilyon dolar olacak." dediğiniz gayrisafi yurt içi hasıla için son planda 2028'de 1,59 trilyon dolar hedef alınıyor; kişi başına gelir 17.554 dolar, işsizlik oranı yüzde 7,5; ihracat da 375 milyar dolar olarak belirleniyor; yüksek teknoloji ürünlerinin ihracattaki payı yüzde 5,5 olacakmış. Bunlar, 2023 hedeflerine kıyasla mahcup ama yine de bu siyaset anlayışı sürdükçe gerçekleşmesi pek mümkün olmayan boş hayaller manzumesinden öteye geçmeyecektir.

Unutmadan, bu vaatlerin yanında bir başka vaadiniz daha vardı, bu yıl aya sert iniş de vaatlerinizin arasındaydı. Evet, inişiniz oldukça serttir ama indiğiniz yer ay değildir; iktidardan düşüyorsunuz, farkında değilsiniz. (İYİ Parti ve Saadet Partisi sıralarından alkışlar)

Değerli milletvekilleri, bugün 2025 yılı bütçesini tartışmak için bir aradayız ancak karşımızdaki bu bütçe, tartışılmasına müsaade edilmeden dayatılmış bir muhasebe defterinden farksızdır. (İYİ Parti sıralarından alkışlar) Bu, benim parlamenter olduktan sonra Meclisteki 7'nci bütçem. Binlerce doküman geliyor sistem gereği saraydan, Komisyonda günlerce tartışma yapılıyor, akabinde binlerce sayfa tutanak tutuluyor. Bu dönemki mesaisi iki yüz elli beş saati geçmiş benim bildiğim kadarıyla.

CUMHURBAŞKANI YARDIMCISI CEVDET YILMAZ - İki yüz otuz beş saat.

DURSUN MÜSAVAT DERVİŞOĞLU (Devamla) - Ama el insaf, yedi yıldır şu bütçenin hiç olmazsa Komisyonda bir rakamını ya da bir harfini değiştirmeye muvaffak olalım! Aksi takdirde, Türkiye Büyük Millet Meclisine bedava mesai yapan ve zaman kaybeden bir insanlar topluluğu muamelesi yapılmış oluyor.

Bütçe, bugün bakıldığında, dayatılmış diğer bütçelerden farksız ve bu bütçe, kendinden öncekiler gibi israfın ve başıbozukluğun bir tablosudur. Gel gör ki muhasebat müflisliği gizleyememektedir. Müflislik Türkiye'nin düşürüldüğü hâlle ilişkilidir. Türk vatandaşı, dünya liginde olması gereken 1'inci ligden 3'üncü lige düşmüştür. Bir avuç azınlık, petrol şeyhleri gibi yaşarken geri kalan 80 milyon hukuksuzluktan, adaletsizlikten ve eşitsizlikten muzdariptir.

Bu rakamları çok önemsemediğinizi biliyorum

ama bakalım tabloya: Hukukun Üstünlüğü Endeksi'nde 2014 yılında 59'uncu sırada iken 2023 yılında 117'nci sıradayız. Küresel Barış Endeksi'nde 2014 yılında 128'inci sırada iken 2024 yılında 139'uncu sırada, Yolsuzluk Algı Endeksi'nde 2013 yılında 53'üncü sırada iken 2023 yılında 115'inci sıradayız.

Tebessümünüzü mutlulukla karşılıyorum Sayın Grup Başkanım.

ABDULLAH GÜLER (Sivas) - Bilgi vereceğim.

DURSUN MÜSAVAT DERVİŞOĞLU (Devamla) - Tabii ki verirsiniz.

Birleşmiş Milletler Dünya Mutluluk Raporu'nda 2017 yılında 69'uncu sırada iken 2022 yılında 98, Refah Endeksi'nde 2011 yılında 66'ncı sıradayken 2023 yılında 95, İnsani Özgürlük Endeksi'nde 2010 yılında 83'üncü sırada iken 2023 yılında 128, Ekonomik Özgürlük Endeksi'nde 2011 yılında 60'ıncı sırada iken 2022 yılında 138, Basın Özgürlüğü Endeksi'nde 2008 yılında 102'nci sırada iken 2024 yılında 158'inci sıraya gerilemiş bulunuyoruz. Bu rakamları ciddiye almadığınızı biliyorum, mutlaka bunlara da verilecek bir cevabınız vardır diye tahmin ediyorum.

ABDULLAH GÜLER (Sivas) - Var efendim.

BÜLENT KAYA (İstanbul) - Dış güçlerin işi(!)

DURSUN MÜSAVAT DERVİŞOĞLU (Devamla) - Ama durum o kadar vahim ki hani demişler ya deveye "Boynun niye eğri?" o da "Nerem doğru ki!" demiş.

ABDULLAH GÜLER (Sivas) - İnşallah mahcup olmazsınız.

DURSUN MÜSAVAT DERVİŞOĞLU (Devamla) - Neresi doğru ki nereyi düzelteceksiniz, onu söylemek istiyorum. (İYİ Parti ve Saadet Partisi sıralarından alkışlar)

Allah hepimizin yardımcısı olsun, bu memleket hepimizin. Aynı gemideyiz ama farklı denizlerdeyiz, öyle görünüyor. (İYİ Parti ve Saadet Partisi sıralarından alkışlar)

Bu veriler ortadayken Sayın Bakan Şimşek "orta vadeli program" adını verdiği bir programla dünyanın dört bir yanını gezerek yatırımcı aramaya çıktı. Bu sıralamalara bakan hangi aklı başında yatırımcının, hangi temiz paranın ülkemize geleceği ise benim tarafımdan hep merak konusu oldu ve elbette beklenen oldu ve Türkiye paranın, yatırımın en kötüsüyle karşı karşıya kaldı. Yıllarca içerideki saray ve avanesi tarafından sömürülen ülkemizin kaynakları birtakım dış yatırımcılara da peşkeş çekilecekti. Siz sürekli "Yabancı yatırımcı çekiyoruz." diyorsunuz ya ben işte ondan bahsediyorum; ekonomiden güven eksilince, öngörülebilirlik kalmayınca bırakın doğrudan yabancı yatırım çekmeyi, kendi vatandaşlarımızın yatırımlarını dahi ülkede tutamadık.

Eskiyle kıyaslayayım mı isterseniz, hani şu kara sabanla yaşadığımız döneme dönelim mi, Adalet ve Kalkınma Partisi yokken yani dünya bir gaz ve toz bulutu iken o dönemlerden bahsedelim mi? 2001 yılının son çeyreğinden 2002'nin son çeyreğine kadarki dönemde net doğrudan yabancı sermaye yatırımlarının millî gelire oranı yüzde 0,61; bugün ise son dört çeyreğin verilerine bakınca bu oran 0,45'e gerilemiş durumda, üstelik gayrimenkul satışını dışarıda bırakırsak bu oran yüzde 0,22'ye düşüyor. Bu ne demek? Emlakçılıktan öteye gitmeyen bir vizyon demek. 2021 yılı Eylül ayından itibaren faizi düşürerek ucuz kredilerle kendi saray azınlığını zengin eden bu iktidar, bu defa da faizleri artırarak tefecinin kibarcası olan "carry trade"cileri mutlu edecekti. Ürünü para etmeyen çiftçinin, açlık sınırında geçinmeye çalışan emeklinin, asgari ücrete mahkûm edilen on milyonlarca emekçinin, okula aç giden öğrencilerin mutluluğuyla ilgili bir mesele elbette Sayın Şimşek ve programının meselesi olamazdı.

Kıymetli milletvekilleri, dünyanın geçirmekte olduğu köklü dönüşümün temelinde sadece güç dengeleri, jeopolitik hamleler, enerji anlaşmaları ve ticari rekabetler yoktur. Aynı zamanda, küresel ölçekte ekonomik modeller değişiyor, teknolojinin ivmesi ve iklim krizinin dayattığı mecburi rota yeni kuralları da beraberinde getiriyor. Ne var ki ülkemiz bu büyük dönüşüme hazır olmadığı gibi, 20'nci yüzyıldan kalma açmazları 21'inci yüzyılın ortasına derinleştirerek devrediyor. İktidarın yıllardır sürdürdüğü yanlış politikalar, derin olmadığı muhakkak ama hazin stratejilerden ibaret yönetim anlayışı Türkiye'yi hızlı bir uyum sürecine sokacağı yerde, küresel trende yetişmeye çalışan ama her seferinde düşen bir koşucu hâline getirdi. Bugün Türkiye ne sanayisini güçlendirmiş ne tarımını modernize etmiş ne dijital çağa etkin uyum sağlamış ne de toplumsal sözleşmesini yenileyebilmiş bir ülke olarak görünüyor. Hukuktan sosyal adalete, eğitimden göç sorununa uzanan hazin stratejilerin yol açtığı derin krizler içinde savrulmaya devam ediyoruz. Diyebilirsiniz ki: "Bu durumdan kurtulmak için reforma, yeni bir toplumsal mutabakata, buna çatı olacak yeni bir anayasaya ve uzun vadeli vizyona ihtiyacımız var." Ancak yirmi iki yıllık bir iktidarda "reform" adı altında karşımıza çıkan tek gerçeklik, Sayın Erdoğan'ın tekrar Cumhurbaşkanlığına aday olabilmesi için yapılan hukuki cambazlıklar ve manevralardır. Nerede reform? Nerede anayasal dönüşüm? Nerede 21'inci yüzyılın koşullarına uygun bir siyasal, ekonomik, toplumsal uzlaşma metni? Ne yazık ki yok. Sadece kendisine özel bir zemin hazırlamak için Anayasa'yı oyuncak gibi kullanan, bu ülkeyi herkese uygun bir çatı hâline getiremeyen bir anlayışla karşı karşıyayız.

Kıbrıs Barış Harekâtı sonrası başlayan millî savunma hamlelerini devam ettirmeniz bir tarafa bırakılırsa tüm bu kaybın karşılığında övünecek bir nereden nereye hikâyesi var mıdır acaba? On yıllardır muasır medeniyet hedefini dilinden düşürmeyen iktidar, gerçek verilerin soğuk yüzüyle karşı karşıya kaldığında bırakın muasır medeniyeti, ülkeyi devraldığından daha kötü bir noktaya sürükledi.

İsterseniz yine eski Türkiye'ye gidelim yani kara saban dönemine yani o kara lastik dönemine.

AK PARTİ'nin iktidara geldiği Kasım 2002'de, TÜİK verilerine göre tüketici enflasyonu yüzde 31,8'di yani bu enflasyon oranı, aslına bakarsanız o dönemki hükûmeti seçimde devre dışı bırakmış ve barajın altına indirmişti. Aynı zamanda bu oranı -o zaman makaslar açık değil TÜİK'in rakamları ile diğer enflasyon platformlarının belirlediği enflasyon arasında- yani TÜİK enflasyonu yüzde 31,8 olarak belirlemişken İTO'ya göre bu oran yüzde 31,3'tü. O dönemde zaten uygulanmakta olan ekonomik program, enflasyonu istikrarlı bir biçimde aşağıya çekiyordu. Kim iktidara gelirse gelsin enflasyonun zaten yüzde 10'un altına doğru inmesi de bütün ekonomistler tarafından bekleniyordu.

Peki, ya bugün? TÜİK'in makyajlanmış rakamlarına göre yıllık enflasyon yüzde 47,1; İTO'ya göre yüzde 58. Fiyatlar ise son üç yılda TÜİK verilerine göre 4,39; İTO

verilerine göre 5,65 kat artmış. Sadece bu basit gösterge dahi, Türkiye'yi, iktidarınızın ülkeyi devraldığından daha kötü bir hâle getirmeyi başardığınızı gösteriyor.

Yirmi iki yılın sonunda enflasyonda geldiğimiz nokta ortada: Vatandaşı, alım gücünü eriten, gelirini buharlaştıran bir canavarla baş başa bıraktınız, enflasyon canavarını yeniden hortlattınız; bir ahlaksızlık ekonomisi yarattınız.

Kıymetli milletvekilleri, peki, heyecanlı heyecanlı anlatılan, gazetelerde boy boy reklamları dolanan "Doğrudan yabancı yatırımlar hakkında ne diyeceksin?" diyenler de çıkabilir. Türkiye'de parça üretmeyecek, istihdam sağlamayacak, sadece kendi çıkarı için gelip pazardan pay alacak Çin otomotiv şirketlerinin Türkiye'ye gelmesine acaba yabancı yatırım mı diyorsunuz siz?

Sermaye ve insan hareketleri konusunda Hükûmetin akla mantığa sığmayan bir yaklaşımı var. Çinli otomotiv şirketleri Türkiye'ye geliyor, Türk tekstil ve hazır giyim şirketleri de maalesef Mısır'a gidiyor. Nitelikli Türk insan kaynağı ABD'ye ve Avrupa'ya, niteliksiz Suriyeli ve Afgan kaçaklar ise Türkiye'ye. Bu ülke manda ve himaye rejimi altında yönetiliyor olsaydı da ancak bunlar olurdu.

TÜİK, 2008-2017 döneminde mezun olup 2018-2022 yılları arasında en az üç yıl, 2023 yılında ise kesin olarak yurt dışında bulunan vatandaşlarımızı 2023 yılı itibarıyla yurt dışına göçmüş olarak kabul ediyor. 2008-2017 dönemindeki yükseköğretim mezunlarınızdan bu kriteri sağlayanların oranlarına baktınız mı acaba? Genetik mezunlarının yüzde 18'i; elektronik mühendisliği mezunlarının yüzde 9,1'i; bilgisayar mühendisliği mezunlarının 8,4'ü; yazılım mühendisliği mezunlarının 7,8'i; ekonomi mezunlarının yüzde 7,6'sı. Bu gidenlerin alanlarında en iyileri olduğunu, hemen hepsinin en yüksek not ortalamalarıyla üniversitelerden mezun olmuş gençler olduğunu sanıyorum hepimiz biliyoruz. Daha önce doktorlarımıza dediğiniz gibi bunlara da "Giderlerse gitsinler." mi diyeceksiniz? Gitsinler ve siz de sınırlarımızdan içeri doldurduğunuz Suriyeli genetikçilerle, Afgan mühendislerle, Somalili yazılımcılarla Türkiye'nin yeşil dönüşümünü gerçekleştirecek, dijital devrimini sırtlayacak ve yüksek teknolojiye dayalı sanayi altyapısını mı kuracaksınız? En nitelikliler gidip onların yerini küresel vasatın bile altında olanlar doldurunca ülkede topyekûn vasatın altına doğru sürükleniyoruz. En nitelikli ekonomi mezunları yurt dışına göçünce ekonomiyi yönetmek de hısıma, akrabaya, Nebati Bey'e ve Kavcıoğlu'na kalıyor yani sizin gibilere kalıyor. AKP'nin manda rejiminin sebep olduğu nitelikli beyin göçü sebep, her alanda vasatın altına sürüklenen ülkemizin durumu da aslına bakarsanız sonuçtur değerli milletvekilleri. (İYİ Parti ve Saadet Partisi sıralarından alkışlar) Peki, bu bütçede, önceki bütçelerde insan kaynağı sorununu çözme niyetine yönelik herhangi bir işaret var mı? Ben baktım, bulamadım, yok. Gençler neden gidiyor? Çünkü siz kendinizden başka kimseye hayat hakkı tanımıyor, her ses çıkaranı ya "terörist" diye damgalıyor ya da "suçlu" diye cezaevine atıyorsunuz. İfade özgürlüğü ayaklar altına alınınca gençler kendilerine alan bulamıyorlar.

Dünya Bankasının Söz Hakkı ve Hesap Verebilirlik Endeksi'nde 2002'de 115'inci sıradayken, 2023'te 150'nci sıraya gerilemişiz. Mali'de ve Nikaragua'daki oranlarla bu noktada mukayese ediliyoruz yani bu süreçteki rakiplerimiz Mali ve Nikaragua. Mali'de askerî darbeler, Nikaragua'da Ortega rejiminin baskıcı uygulamaları var. Peki, Türkiye'de ne var? Türkiye'de, yirmi iki yıllık Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarı ve saray sultası var, aklı da beyni de kalmayan bir devlet idaresi var ve elbette bu yüzden de beyin göçü var. Başka ne var? Her alanda olan adaletsizlik var, sosyal adaletsizlik var, işsizlik var, umutsuzluk var. Geniş tanımlı işsizlik oranımızın yüzde 25,6'ya çıktığı bir ortamda iş bulamayan, umudu tükenen, tam zamanlı iş dahi aramayan insanlarımız var. Ben bunları içim yanarak söylüyorum. Bakın, bütün samimiyetimle söylüyorum ki salt eleştirmek için ifade etmiyorum bütün bunları. Ama Türkiye'nin bu gerçeklerin farkına varması lazım ve bu ülkeyi yönetenlerin de bunlardan ders alarak kendilerine bir çekidüzen vermesi lazım, onun için konuşuyorum. (İYİ Parti ve Saadet Partisi sıralarından alkışlar) Bu oran 2018'deki ucube sistemin öncesine kıyasla tam 9,3 puan arttı, iş bulanlar içinse ülke bir asgari ücret cehennemi, onunla beraber de bir vergi cehennemi.

Asgari ücret, adı üzerinde asgari bir yaşam standardı sunması gereken bir taban ücrettir. Bizde ise çalışanların en az yüzde 42'si asgari ücretli, yüzde 51'i ise asgari ücretin yüzde 10 fazlası veya altında maaş alabiliyor. İşe yeni başlama düzeyi olan, aslında bir istisna olan asgari ücret, Türkiye'de bir genel uygulamaya dönüşmüştür. Yani neresinden bakarsanız bakınız, insanımızın en az yarısına hak ettikleri insanca bir hayat yaşayacak kadar ücret sunamıyorsunuz. Bu asgari ücret konuşulurken Merkez Bankası yöneticilerinin 2025 enflasyon hedefleriyle uyumlu bir zam oranını savunması, iş dünyasını düşük oran taleplerinde bulunmaya teşvik etmesi ise trajikomiktir. Hangi hedefi tutturduğunuzu gördük ki şimdi asgari ücreti o hedefe uyduracaksınız.

Asgari ücreti tartışıyoruz ancak iktidardakiler tartışmıyor asgari ücreti, onlar tespit ediyor. Buraya dikkatinizi çekmek isterim: Komisyonun adı "Asgari Ücret Tespit Komisyonu." ama gerçekte ise kuru pastalar, portakal suları, karışık kuru yemişler ve bunların eşliğinde "sarayın rakamlarını onaylama komisyonu" bu Komisyonun adı. (İYİ Parti sıralarından alkışlar) Gerçekten asgari ücreti tespit etmenin yeri ise sokaklardır. Ya, kardeşim, hiç mi sıradan insanla karşılaşmıyorsunuz Allah aşkına? Vatandaşın ağzında dişi yok, dişi, bir lokmayı çiğneyecek dişi kalmamış, bir hırkayı giyecek omzu kalmamış; siz hâlâ vatandaşın kendinizi anlamasını bekliyorsunuz. Yani siz manda yoğurdu, Medine hurması, kestane balı yiyip yatarken vatandaşın tasarrufunu da vergi diye alıyorsunuz, tasarruf etmesini de bekliyorsunuz. (İYİ Parti sıralarından alkışlar) Türkiye yıllardır orta gelir tuzağına hapis, orta sınıf da asgari ücrete zincirlenmiş durumda; sizse yolsuzluklardan dahi tasarruf etmiyor, edemiyorsunuz.

Peki, bu bütçede, bütçelerde, bütçe kalemlerinde gençlerimizi, nitelikli insan kaynağımızı ülkede tutacak hamlelerin, dijital ve yeşil dönüşüm süreçlerini finanse edecek tedbirlerin izine rastlayabiliyoruz? Maalesef hayır. 2024'ün ilk on ayında bütçenin on binde 9,4'ü gençlik programına ayrılmışken 2025'te bu oran on binde 7,8'e düşüyor. Demek ki gençlerimizin memnun olduğunu, onlara yatırım yapmamıza gerek bile kalmadığını düşünüyorsunuz.

Aynı durum istihdam programları için de geçerli. 2024'teki yüzde 3,4 olan istihdam programı payı 2025'te yüzde 2,2'ye düşüyor. Ekonomide soğuma, şirket iflasları, konkordatolar, kapanan işletmeler, yayılan işsizlik sinyalleri ortadayken siz bu programların payını azaltıyorsunuz. Bu ne anlama geliyor? Değişen küresel rekabet koşullarına rağmen iş gücümüzü dönüştürmek ve nitelikli hâle getirmek için gerekli kamu yatırımını bile yapamıyorsunuz. Kimsenin değişen dünya şartlarına hazırlığını önemsemiyorsunuz çünkü seçim yaklaşmadan bu konularla ilgilenmek, aslında sizin pek işinize gelmiyor.

Yoksullukla mücadele mi dediniz? 2024'te toplam program harcamalarının yüzde 2,58'i yoksullukla mücadeleye gidiyordu. Bu yıl içinde bu oran yüzde 2,83'e çıkarak bir nebze ilerleme sinyali verdi ama 2025'te bu oranı tekrar yüzde 2,51'e düşürüyorsunuz. Soruyorum: Neden? Sonra 2026 ve 2027'de tekrar artacağı öngörülüyor. Neden 2025'te düşsün de 2026'da artsın? Ben bunu merak ediyorum. Elbette siz buradan baktığınızda, yolsuzlukla ve yoksullukla mücadele eden değil yoksulluğu teşvik ve tahkim eden bir iktidar olma özelliğinizle temayüz ediyorsunuz. Yoksulluk sorununu seçim takvimine göre ayarlayan bir iktidarsınız çünkü. Çaresizliği, yoksulluğu, bağımlılığı yönetmenin hazzıyla başınız dönüyor. Bu yüzdendir ki insanların acısını, çaresizliğini seçim tarihine ve anket verilerine endeksleyebiliyorsunuz. Bugün her 3 çocuktan 1'i ciddi maddi yoksulluk içinde yaşıyor, 7 milyon çocuk yoksul hanelerde büyüyor, 0-14 yaş grubundaki 10 çocuktan 4'ü yoksul. Çocuklarımız beslenme eksikliği sebebiyle gelişim bozukluğu yaşıyor, bu çocukların büyük kısmı da nüfus artışının en yüksek olduğu Güneydoğu Anadolu Bölgemizde yaşıyor. Ancak "Güneydoğu" denince sizin aklınıza sadece terör siyaseti geliyor, etnik siyaseti beslemek geliyor ama yoksul ve aç çocukları beslemek gelmiyor. O bölgede çocuklar iş, eğitim, sağlık, refah için çırpınırken siz ise siyasi rant peşindesiniz. Bu bölgelerin yoksulluğa mahkûm edildiğini, ülkenin geleceğinin bu çocuklara yatırım yapmaya bağlı olduğunu maalesef göremiyorsunuz. 2025 bütçesinde de bu konuda ne bir adım ne bir stratejik planlama ne de insan kaynağını geliştirmeye yönelik bir reform göremedim. Sizin "normalleşme" dediğiniz şey gerçekten olacaksa ancak bu sorunların çözümüyle mümkün olur. Çözülmesi gereken bir sorun varsa aslında işte budur, el uzatılması gereken birisi varsa işte bu çocuklardır, normale döndürülmesi gereken bir tablo varsa o da bu utanç tablosudur.

Aziz milletim, kıymetli milletvekilleri; biz bu bütçeye karşıyız çünkü bu bütçe Türk milleti için herhangi bir ihtiyacı karşılamayan, bilakis Türk milleti adına içinde doğru şeyleri barındırmayan, Türk milletinin beklentilerinin hilafına ortaya çıkmış bir zulüm bütçesidir. (İYİ Parti sıralarından alkışlar) Bu bütçe, devletin makamlarında oturan zevatın şatafat bütçesidir; bu bütçe, Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş ilkelerinden uzak, anayasal yükümlülüklerle ilgilenmeyen bir bütçedir; adaletten, şeffaflıktan ve hakkaniyetten uzak bir bütçedir. Hükûmet sürekli tasarruf tedbirlerinden bahsederken, lüks makam araçları, israf projeleri devam ederken vatandaşın temel hizmetlere erişimi kısıtlanıyor. 2025 bütçesi, tasarruf yerine israfı tahkim eden bir bütçedir; ortada gördüğümüz kalemlerden çok daha fazlasının da olduğunu biliyoruz. Bu bütçe, itibarı sosyal projelerde, fertlerin refahında değil gösteriş projelerinde arayanların bütçesidir.

Vergi sistemi adaletsiz ve baskıcıdır. 2025 bütçesi için toplam 12,8 trilyon lira gelir öngörülüyor; bunun yaklaşık 11,2 trilyon lirası vergi gelirlerinden sağlanacak ancak bu vergi gelirlerinin yüzde 66'sı dolaylı vergilerden oluşuyor yani vatandaş her alışveriş yaptığında, her yakıt aldığında, her lokma ekmeği sofraya koyduğunda bu adaletsiz sistemin bedelini ödüyor bu düzene. Peki, dolaysız vergilerin yani gelir ve kurumlar vergisinin payı ne? Yalnızca yüzde 30. Bu oran gelişmiş ülkelerde tam tersidir. Zenginden alınması gereken vergiler her zaman olduğu gibi bu ülkede garibanın sırtındadır. Vergi sistemi reformdan geçirilmeden bu ülkenin ekonomik sorunlarını çözemezsiniz; dolaylı vergiler azaltılmadan, dolaysız vergilerin payı artırılmadan hiçbir şeyi değiştiremezsiniz. "Vergi istisnalarını azaltacağız." dediniz; tasarruf paketinde yine adrese teslim vergi istisnaları çıktı, tasarruf yok. Zengine, aşırı kâr elde edene, ucuz krediyle ihya olana, onlara da vergi yok. Bari bu yapısal reform olsa diye bakıyoruz, bu bütçede o da yok.

Buradan sesleniyorum: Bu adaletsizlik sürdürülebilir değildir. Adaletsizlik her yerdedir. Özellikle en temel, en hayati iki Bakanlığın görevleri arasındadır; millî eğitimde ve sağlıktadır. Eğitimin eşitlikçi ve erişilebilir olması bir ülkenin geleceğini belirler ancak 2025 yılı bütçesinde eğitime ayrılan pay 1,45 trilyon liradır; bu, toplam merkezî yönetim bütçesinin yaklaşık yüzde 10'una denk geliyor. Ne güzel değil mi? Aslına bakarsanız artmış ama Değerli Hükûmet yetkilileri, bu bütçe artmış ama okullarda sabun yok ve temizlik görevlisi yok. Eğitimde fırsat eşitsizliği her geçen gün daha da derinleşiyor. Devlet okulları kaynak yetersizliğiyle boğuşmaya, eğitimin finansmanı velilerin, ailelerin sırtına yüklenmeye devam ediyor. Millî eğitimin millî niteliği, anayasal niteliği âdeta tarumar ediliyor. Cumhuriyetin bir köylüden bir Cumhurbaşkanı çıkartan niteliği bu sistem yüzünden yok ediliyor. Sağlık ise ticarileşmekten öte artık mafyalaşmanın kucağındadır. Sağlık harcamalarına ayrılan bütçe eğitimle aynı derecede aldatıcıdır. Şehir hastaneleri projeleriyle milletin sırtına büyük maliyetler yüklenmiştir. Sağlık sektörü metalaştırılmıştır. Sağlık bir insan hakkı, bir yurttaş hakkı olmaktan ziyade insanın bedeninin, canının ticareti hâline gelmiştir. Bu özelleştirme ve piyasalaşma değildir. Bu, doğrudan doğruya cana kastetmektir, doktoruna da hastasına da düşman olan bir sistemi inşa etmektir. "Okul yaptık." dediniz, içinde eğitim yok; "Adalet sarayı yaptık." dediniz, içinde adalet yok; "Hastane yaptık." dediniz, içinde sağlık değil, yenidoğan bebeklere kıymaktan dahi çekinmeyen rant çeteleri ve çarkları var. (İYİ Parti sıralarından alkışlar) "Köprü yaptık." dediniz, parasını geçmeyenden aldınız. Bu gözü dönmüş rant canavarını 2025 bütçesi de bize göre doyuramayacaktır. Türkiye'nin gıda enflasyonu dünyanın en yüksekleri arasında yer alıyor ancak tarımsal desteklere ayrılan bütçe üretimi desteklemekten ziyadesiyle uzaktır. Çiftçilerimiz yüksek maliyetlerle mücadele ederken ithalata dayalı politikalarla üretim gerilemektedir. 2025 bütçesi kırsal kalkınmayı ve tarımı besleyecek bir vizyondan yine yoksundur. İktidar, anayasal görevini yerine getirmeyi dahi düşünmemektedir. Bu ülke kendi üreticisini desteklemeden ayağa kalkamaz değerli iktidar mensupları; üretimi artırmak, tarımda dışa bağımlılığı azaltmak durumundayız. Bu bir güvenlik sorunu, aslında hepimiz için de bir gelecek sorunudur. Biliyorsunuz, 2024 yılı bütçesi de aynı zihniyetle yapılmıştı, 2025 yılı bütçesi de yine aynı zihniyetin, aynı kurgunun maalesef devamıdır.

2025 yılı bütçesi bir zulüm bütçesidir. Bu zulüm bütçesinde ihalecilere, faize, zarar ettirilen kurumlara, paradan para kazananlara ödenek vardır ama emekliye yoktur. 2025 zulüm bütçesi yine fakirden alıp zengine veren bir bütçe, sonuçlara değil, girdilere odaklanan bir bütçe. "Eğitime şu kadar, sağlığa bu kadar pay ayırdık." diyorlar, "Ne sonuç elde ettiniz?" diye sorduğumuzda bir cevap alamıyoruz.

2025 zulüm bütçesinde işsizlik var, yoktur diyen varsa gelsin buraya, söylesin; bu bütçede umutsuzluk var. 2025 zulüm bütçesinde milletin duygularını istismar etmek var, küresel tekelcilere kıyak çekmek var. 2025 zulüm bütçesinde yapısal reformlara yer yok, 2025 zulüm bütçesinde zengine, yandaşa ilave vergi yok. 2025 zulüm bütçesinde çiftçi yok, öğrenci yok. 2025 zulüm bütçesinde tasarruf yok. Şimdi, biz bu bütçeye "refah bütçesi" mi diyeceğiz? Bu bütçe elbette ki bir zulüm bütçesidir ve tarihe öyle geçecektir. (İYİ Parti sıralarından alkışlar)

Sizi millete şikâyet ediyorum. Bu milletin hakkını, hukukunu har vurup harman savurdunuz; bu büyük milleti fukaralığa mahkûm ettiniz; çiftçiyi tarlasından, hayvancıyı merasından, köylüyü yuvasından uzaklaştırdınız; esnafın haciz ve icralarla kepenklerini kapatma noktasına gelmesine sebep oldunuz; gençlerin umutlarını yıktınız, geleceklerini kararttınız, onları vize kuyruklarında beklemeye mahkûm ettiniz; siz hem gidecek hem de yaptıklarınızın hesabını vereceksiniz. Bu millet size hakkını helal etmeyecek, inşallah sizi Cenab-ı Allah affeder. (İYİ Parti sıralarından alkışlar)

Değerli milletvekilleri, 20'nci yüzyıla geçerken...

CEMAL ENGİNYURT (İstanbul) - Hesap kısmında...

DURSUN MÜSAVAT DERVİŞOĞLU (Devamla) - Oradan bile laf atman yetiyor kafamı karıştırmaya.

CEMAL ENGİNYURT (İstanbul) - Arada olsun Başkanım, sen hesap sormaya devam et.

DURSUN MÜSAVAT DERVİŞOĞLU (Devamla) - Sağ ol.

Değerli milletvekilleri, aziz milletim; 20'nci yüzyıla geçerken çok zaman kaybettik, çok da geç kaldık. 21'inci yüzyılın 2'nci çeyreğine girerken de tarih tekerrür ediyor. İktidarın tıpkı yerli ve millî gibi, demokrasi gibi, Anayasa gibi, burada tekrar etmeye dilimin varmadığı her türlü kutsalımız gibi dile getirdiği, propagandalarına malzeme ettiği her şeyi anlamsız ve geçersiz kılması yirmi iki yıllık değişmez hastalıklardır, karaktere dönüşen bir hastalıktır. Adına "Türkiye Yüzyılı" dedikleri masal için de aynı durum geçerlidir ama "masal" lafı da bir latiflik yaratmasın. Anlattıkları masallar Türk milletinin er ya da geç kâbusuna dönüşmüştür. Hepimiz bu masal kahramanlarının kimler olduklarını biliyoruz. "Türkiye Yüzyılı" dedikleri şey, işte bu rakamların, bütçelerin yol açtığı karanlık tablodur; özünde ne Türkiye vardır ne de 21'inci yüzyıl. Müflis tüccarın iş kurma vaadi gibidir bu iktidarın hâli; içinde ne cumhuriyetin asarı ne de Türk milletinin hürriyeti ve istiklali vardır. (İYİ Parti sıralarından alkışlar)

Evet, bugün, bütün veriler bizi karamsar olmaya itmektedir ama sönmeyen bir ateş gibi, umut, bu milletin yüreğinde yeşermeye devam ediyor. Haklı ve güçlü gerekçelerimiz vardır. Aşılmaz denileni aşmışlığımız, başarılamaz denileni başarmışlığımız vardır. Bu topraklarda bu büyük milletin defalarca yazdığı büyük destanlar vardır. Elimizde Mustafa Kemal Atatürk'ün emaneti cumhuriyetimiz vardır. (İYİ Parti sıralarından alkışlar) Yeter ki Mustafa Kemal'in dediği gibi, tarih yazanlar tarihi yapanlara sadık kalsınlar; Türk milletini yönetenler yalnızca Türk milletine sadık kalsınlar. İşte, o zaman, değişmeyen hakikatimiz, cumhuriyetimiz ve istiklalimiz yeni yüzyılda kaldığı yerden insanlığı yeniden şaşırtacak bir mahiyette yolunu şan ve şerefle çizecektir.

Sayın milletvekilleri, bilindiği gibi, Suriye'de olağanüstü gelişmeler yaşanmaktadır. Altmış bir yıllık zalim Esad rejimi düşmüş, Halep başta olmak üzere Suriyeli sığınmacıların yoğun olarak geldiği vilayetler rejim kuvvetlerinden arındırılmıştır. Suriyeli sığınmacıların Türkiye'de bulunmasına sebep olan şartlar fiilen ortadan kalkmış ve artık Suriyeli sığınmacıların Türkiye'deki varlık sebebi sona ermiştir. Türk milletinin talebi, hiç vakit kaybetmeden tüm sığınmacıların vatanlarına geri dönmesidir fakat akademik verilere ve tarihî vakalara göre uzun yıllar sonra gönüllü geri dönüş ihtimali son derece düşüktür. Dolayısıyla, İYİ Parti olarak bizim önerimiz, 2025 yılının ilk altı aylık döneminde gönüllü geri dönüşlerin teşvik edilmesi, 1 Temmuz 2025 tarihi itibarıyla Geçici Koruma Yönetmeliği'nin 11'inci maddesinin Hükûmete verdiği yetkiyle Suriyeli sığınmacılara sağlanan geçici koruma statüsünün iptal edilmesidir. (İYİ Parti sıralarından alkışlar) Sığınmacılara hiçbir şart altında vatandaşlık verilemeyeceği deklare edilmeli, Suriyelilere dağıtılan 238 bin vatandaşlık derhâl iptal edilmelidir. Suriyeli sığınmacılara tanınmış tüm ayrıcalıklar ortadan kaldırılmalıdır. Avrupa Birliğiyle para karşılığında yapılmış geri kabul anlaşması derhâl ama derhâl iptal edilmelidir. (İYİ Parti sıralarından alkışlar) Geçici koruma statüsünün iptal edilmesini müteakip kaçak duruma düşmüş tüm sığınmacıların ülkenin artık güvenli hâle gelmiş bölgelerine geri gönderilmesi esastır. Bu süreçte geri dönüşün sorunsuz, tam ve kâmil şekilde icra edilmesi için Göç İdaresinin kurumsal kapasitesini artıracak bir eylem planı da ortaya konulmalıdır. Bu eylem planı bizde var. Eğer lütfeder, muhalefetle de görüşmeyi kabul ederseniz, Türkiye'nin temel meseleleri üzerinde çözüm önerilerini de paylaşmaya hazır olduğumuzu bilmenizi isterim. Her ne şart altında olursa olsun tüm Suriyeli sığınmacılar vatanlarına geri dönecek, PKK'nın Suriye'de devletleşme süreci bertaraf edilecek ve sınırlarımızın teröristan olması engellenecektir. (İYİ Parti sıralarından alkışlar)

Emperyalist güçlerin stratejik planları ve operasyonları, Orta Doğu'da yaşanan jeopolitik gelişmeler ve iktidarın öngörüden yoksun politikaları sonucunda Türkiye Cumhuriyeti devleti 1.289 kilometrelik güney sınır hattında önemli milî güvenlik riskleriyle karşı karşıya bırakılmıştır. 1991 Körfez Savaşı, Irak'ın kuzeyinde oluşan güç boşluğunu tetiklemiş ve merkezî otorite eksikliğinden kaynaklanan belirsizlik ve kaos, Türkiye'nin sınır ötesinde yeni bir tehdit oluşumuna zemin hazırlayarak bölgede terör ve tedhiş faaliyetlerinin artmasına sebep olmuştur. İşte tam da o dönemde Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin 5 Nisan 1991'de 36'ncı paraleli kapsayan 688 numaralı -güvenli bölge- Kararı, bu bölgedeki güç boşluğunu daha da derinleştirerek PKK'nın Irak'ın kuzeyindeki varlığını tahkim etmesine sebep olmuştur. Evvela zemin hazırlanmış, sonra emperyalizm eliyle 2003 yılında gerçekleştirilen Irak işgali sonrasında bölgede 4 parçalı terör devletinin ilk adımı atılmıştır. Bu işgalin sonucunda 4 parçalı kürdistan projesinin Irak nezdinde 2 farklı varyantını oluşturan Irak Bölgesel Kürt Yönetimi ve PKK terör örgütünün bölgedeki gücü bilinçli olarak tesis edilmiştir. Emperyalistler, kukla terör devleti projesini tatbik edebilmek için, 2003'te Amerika Birleşik Devletleri işgalinden sonra hazırlanan Irak Anayasası'nda "2 toplumlu" yapı diyerek Irak'ı parçaladılar. Daha sonra, 25 Eylül 2017'de Irak'ın kuzeyinde yapılan sözde bağımsızlık referandumuyla bölgede ABD güdümünde 4 parçalı terör devleti kurma projesinin provasını yaptılar.

Değerli milletvekilleri, 1979 yılında, Amerika Birleşik Devletleri'nin Sovyetler Birliği'ne karşı Afganistan'ta desteklediği, Pakistan istihbaratı ve CIA desteğiyle medreselerde yetiştirdiği El Kaide, geçmişten bugüne kadar Batı'nın hedeflerini gerçekleştirebilmesi için bir araç olarak kullanılmıştır. Sadece Afganistan'ta değil, Irak'ta da El Kaide'nin kurulması 2003 yılında Amerika'nın Irak'ı işgalinden sonra gerçekleşecektir. 2004 yılında Irak'ın El Kaidesi kurulmuş ve bu "Irak El Kaidesi" denilen yapı Suriye savaşının başlamasıyla beraber 2012 yılında "El Nusra" adı altında Suriye'ye sızmıştır. İşte, bugün Türkiye Cumhuriyeti devletinin de terör örgütü olarak tanıdığı HTŞ aslında o El Nusra'dır dolayısıyla da El Kaide'dir.

PKK-YPG elebaşı Mazlum Kobani'nin "Bizim HTŞ'yle ilişkilerimiz var ve biz HTŞ'yle hiçbir zaman savaşmadık." ifadeleri, PYD eş başkanı Salih Müslim'in "HTŞ'yle diyaloğa hazırız." ifadeleri bu 2 yapının eş güdümlü olarak hareket ettiğinin bilinen bir kanıtıdır. Geldiğimiz noktada, tıpkı dün Irak'ta olduğu gibi, bugün Suriye'de ülkenin birliği ve bütünlüğü parçalanmış ve Suriye'nin yüzde 40'ı PKK terör örgütünün kontrolüne geçmiştir.

Büyük Orta Doğu Projesi kapsamında Irak ve Suriye'nin parçalanması ve bu bölgelerde PKK'ya bağlı otonom bölgeler oluşturulması Türkiye Cumhuriyeti devleti için bir beka sorunudur. Mart 2011'de Suriye savaşının başlamasıyla beraber, merkezî otorite boşluğundan yararlanan PKK, Suriye'nin kuzeyindeki bölgeleri işgal etmeye başlamıştır. PKK, işgal ettiği bölgelerde stratejik göç mühendisliği yaparak Suriyeli Arapları ve Türkmenleri Türkiye'ye sürmüş, bir PKK devletinin nüfus altyapısını oluşturmaya çalışmıştır. Emperyalizm eliyle Suriye'nin neredeyse yarısını işgal etmiş olan PKK'nın batıda Akdeniz, doğuda Irak-Sincar bağlantısını kesecek bir müdahalede bulunmak zaruridir. Münbiç'ten başlayarak güvenlik sahasının Tabka, Rakka ve Haseke bölgesini kesecek şekilde genişletilmesi, Ayn el Arap'ın teröristlerden arındırılarak PKK devleti projesinin akamete uğratılması sağlanmalıdır.

Türkiye, Suriye'deki savaştan en çok zarar gören ülkedir, diler ve umarım ki Suriye'deki barıştan da zarar görmez.

Ayrıca, bölgedeki Türkmen varlığı mutlaka korunmalıdır. Türkmenlerin yeni Suriye'nin kurucu unsuru olmaları ve anayasal bir statüye kavuşturulmaları tartışılmaz bir gerçekliktir. (İYİ Parti sıralarından alkışlar)

Türkiye'yi tarihî sorumluluklar beklemektedir. Türkiye Cumhuriyeti büyük bir devletin, Türk de büyük bir milletin adıdır. (İYİ Parti sıralarından alkışlar) İçinde yaşadığımız şu günlerde her zamankinden daha fazla birlik ve beraberliğe ihtiyacımız var. Yapılan hatalardan ders çıkarılmalı, emperyalist tuzaklara karşı da uyanık bulunmalıyız. Kimsenin bir karış toprağında gözümüz yoktur. İhtiyatlı ama aktif politikalarla millî güvenliğimizi korumak, vatan bütünlüğümüzü muhafaza etmek, hürriyet ve istiklalimizi garantiye almak mecburiyetindeyiz; bunun için verilmesi gereken her türlü doğru mücadeleyi vermeye kararlıyız, devletimizin ve milletimizin yanında olacağımızı da tüm dünyaya ilan etmekteyiz. (İYİ Parti sıralarından alkışlar)

Saygıdeğer milletvekilleri, aziz milletim; yeniden bütçeye dönelim. Bilinsin ki bu bütçe inşallah sarayın son bütçesidir, bir sonrakini yine inşallah millî Meclisimiz kendisi yapacaktır. Toplumun hiçbir kesiminin derdine çare olmayan bu zulüm bütçesine İYİ Parti olarak "ret" oyu kullanacağız. (İYİ Parti sıralarından alkışlar)

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

DURSUN MÜSAVAT DERVİŞOĞLU (Devamla) - Lütfeder misiniz Sayın Başkanım?

BAŞKAN - Bir dakika veriyorum.

Buyurun lütfen.

DURSUN MÜSAVAT DERVİŞOĞLU (Devamla) - Umutsuzluğa hiç gerek yok; Türkiye Büyük Millet Meclisi gün gelecek, Türk milletinin kendisine verdiği yetkiyle dayatılan bu Düyun-ı Umumiye defterini geçmişte olduğu gibi fırlatıp atacaktır; Türk milletinin geleceğini yine bu büyük milletin azim ve kararı kurtaracaktır. (İYİ Parti sıralarından alkışlar)

Her şeye rağmen 2025 bütçesinin hayırlara vesile olmasını temenni ediyor, Komisyondaki görüşmelere katkı sağlayan tüm milletvekillerine, uzman kadrolara, grup çalışanlarımıza, bürokratlara, Meclis emekçilerine ve süreci takip ederek kamuoyuyla buluşturan basın mensuplarına şükranlarımı sunuyorum.

Sabrınız ve dikkatiniz için hepinize teşekkür ediyor, yüce Meclisi saygılarımla selamlıyorum. (İYİ Parti, CHP ve Saadet Partisi sıralarından alkışlar)