GENEL KURUL KONUŞMASI
Konu: Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Pakistan İslam Cumhuriyeti Hükümeti Arasında Hükümlülerin Nakli Anlaşmasının Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun Teklifi münasebetiyle
Yasama Yılı:3
Birleşim:57
Tarih:13.02.2025

DEM PARTİ GRUBU ADINA SEVİLAY ÇELENK (Diyarbakır) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri, sevgili yurttaşlar; uluslararası sözleşmeler madde 1 kapsamında söz almış bulunuyorum.

Yaklaşık on saattir buradayız, konuşuyoruz ve söz çokluğu içindeyiz ama söz giderek hükmünü, ağırlığını kaybediyor; sanırım hepimizin hissiyatı bu ve söze ağırlık kazandırmamız gereken bir konjonktürdeyiz. Uluslararası konjonktür de böyle, ulusal konjonktür de böyle. Söze ağırlık kazandırmanın bir yolu da yaşamakta olduğumuz şeyleri, savaşları, çatışmaları kendi sıradan hayatlarımızla, kendi hâlindeki yurttaşın sıradan hayatıyla ilişkilendirmekten geçiyor. Bu ilişkiyi kurmadığımız sürece söze bir ağırlık kazandıramıyoruz. Bugün biz böyle dört tarafımız Suriye'den Gazze'ye, İran'dan Ukrayna'ya çatışmalarla çevrili bir biçimde yaşıyoruz ve sanki bu savaş ve çatışmaların hayatlarımızda hiçbir etkisi yokmuş gibi konuşuluyor. Bunlar devletler arasında, örgütler arasında, hatta şirketler arasında geçiyor ama bir türlü insanların hayatına ne yaptığına dair bir bilgimiz olamıyor. İnsanlar hayatını nasıl sürdürüyor, evlerine düşen ateşle nasıl başa çıkıyor, bir sonraki günkü mutfak meselesini, hayatı sürdürme, beslenme, barınma meselesini nasıl dehşetengiz zorluklarla yerine getiriyor; bunları çok bilmiyoruz çünkü bize bunu söyleyen bir konjonktür değil. İnsanlar bu çatışmaların ortasında ancak kitlesel ölümlerle, ölüler ve yaralılar olarak gündem olabiliyor, başka türlü bir hayat orada yok. Büyük rakamlar ve büyük sayılarla ölürseniz bir yeriniz oluyor. Bu çekilen fotoğraflarda halkların, yurttaşların bir resmi yok, bir karesi yok. Uluslararası ilişkileri de dış politikayı da bizimle ilişkili bir perspektiften kavramadığımız sürece bunlarla başa çıkma yolu yok ve bunu kavramak da bir zihniyet dönüşümü gerektiriyor. Bu zihniyet dönüşümü olmadan da bu kayıplardan kurtulamıyoruz, acılardan kurtulamıyoruz.

Bugün bu konuşma üzerine düşünürken bir yerde karşıma sanırım geçen hafta olan bir olayla ilgili bir haber geldi, olay değil de bir karşılaşma diyelim. Meclis Başkan Vekili Sayın Celal Adan, Batmanlı Kürt sanatçı Ahmet Güneştekin'in "Kayıp hayatları hatırlıyorum." diyerek açtığı Kayıp Alfabe sergisini gezmiş, sanatçı onu gezdirmiş. Bu, sembolik bir şey aslında, çok sembolik bir şey ve bir jest; bunun bir önemi var. Keşke hayatın olağan akışı içinde böyle bir siyasi strateji olarak değil de gerçekten de vuku bulsaydı bu jestler, gerçekten kendiliğinden de olabilseydi ama bunun da bir kıymeti var yani gerektiğinde bir strateji olarak da bu jestlerden, bu karşılaşmalardan yararlanılabilir çünkü bunların hepsi barışa hizmet eden şeyler.

Barış, ahlaki bir mesele ve ünlü Macar filozofu Agnes Heller'in dediği gibi, ahlak karşılıksız bir jestle başlar, karşılık beklemeyen bir jest ama bir karşılık bekleyen, bir strateji içine oturmuş jestlerin de değeri yok anlamına gelmez bu. Zihniyet dönüşümü ancak bu karşılaşmalarla, sanat ile siyaseti, hayat ile edebiyatı buluşturarak mümkün.

"Kayıp Alfabe" demiştim bir sergiden yola çıkarak. Buradan da yine böyle aslında dünya ölçeğinde ünlü bir roman aklıma geldi; bir Fransız yazarın, Georges Perec'in "Kayboluş" adlı romanı. Bu, enteresan bir romandır. 300 sayfalık bu romanda Fransızcada en çok kullanıldığı söylenen bir sesli harf "e" harfi hiç kullanılmamıştır. Ben bunu derslerde de çok örnek verirdim öğrencilere. Hiç kullanmadan yazmayı denemiştir Georges Perec Kayboluş'ta. Neden böyle bir şey yapmıştır? Çünkü ebeveynlerini, ailesinin çoğunu toplama kamplarında kaybeden bir yazardır ve hayata eksik başlamayı bir harf eksikliği gibi anlatır bu romanda.

Şimdi, biz buradan bakarsak, aslında, bu harf eksikliğini, bu dil eksikliğini görmeden, hissetmeden, birbirimizin diliyle yakınlık kurmadan bir barış olmayacağını da anlarız. Dilsiz bırakanın kendisinin de dili olmaz. Bunu gerçekten kavramak gerekir. Dilleri, hikâyeleri yaklaştırmak, ortaklaştırmak gerekir. Maalesef bugün siyaset bu işi yapamıyor, bunu yapabilecek mecralar bu işi yapamıyor. Tam tersi, mütemadiyen bugüne kadar hiçbir sonuç vermemiş, vermeyecek olan bir hamaset diliyle... Bugün belki de Türkiye'yi düze çıkaracak bir konjonktürde, barış perspektifini güçlendirecek bir konjonktürde bu dil bir türlü harekete geçemiyor. Ötekinin hikâyesini anlamaya, ötekinin anlatısıyla kendininkini birlikte düşünmeye izin veren bir dil. Bunu siyaset yapamıyor, medya da yapamıyor çünkü bunu yapacak olanlardan biri de medyadır. Medya ancak bir barış gazeteciliğine, barış diline hizmet etmeyi iş edindiğinde, bunu kendine ahlaki bir sorumluluk olarak tanımladığında bu süreçler içinde bir işlev kazanır, öteki türlü gerçekten çatışmaları derinleştirmekten başka bir işe yaramaz. Medya bunu yapamıyor çünkü aslında dünyanın her yerinde, çatışma bölgelerinde, bilhassa savaş bölgelerinde, sorunlu ülkelerde, otoriter rejimlerde medya büyük bir baskı altında. Bu, Gazze'den Türkiye'ye böyle, kuzey ve doğu Suriye'de de böyle. Bir yandan hakikate ilişkin bir habere erişme şansımız yok, bir yandan bunu bize eriştirmek isteyen gazetecilerin can güvenliği yok. Gazze'de yakın tarihin en yüksek sayıda gazeteci kaybı yaşandı, üç yüz seksen gün gibi bir sürede 180 gazeteci hayatını kaybetti. Rojava'daki kayıpları biliyoruz, bu kayıpların inkârı da her yerde aynı. Gazeteciler öldürülüyor, Ukrayna'da, Rusya'da, kuzey ve doğu Suriye'de ve Gazze'de, egemen devletler ve hükûmetler bize onların aslında gazeteci olmadığını söylüyor, siviller ölüyor, bize onların aslında sivil olmadığını söylüyor ve giderek herkes, gazeteciden akademisyene, sıradan yurttaşa, herkes "terörist" olarak tanımlanıyor, toplumlar "terörist" ilan ediliyor ve bunun gerçekten bir sonu yok, bunun dönüştürülmesi gerekiyor.

Bugün nerede barış adına bir şey yapılabilmişse, tarihten bugüne bir adım atılabilmişse, bunun içinde hep bu gerçekliği kavramış bir medya vardır. Başarılı barış örneklerine bakın, Güney Afrika Cumhuriyeti'nde de böyledir, Kuzey İrlanda'da da böyledir. Medya ne zaman çatışan tarafları barışa hizmet eder bir biçimde hikâyeye konu etmeye karar verdiyse orada barış kazanmıştır. Özellikle Kuzey İrlanda'da basının bu noktadaki rolü 80 sonrası gerçekten çok önemlidir. Hikâyelere yer açarak toplumların karşılıklı acı hikâyeleri birbirlerini anlamalarına imkân tanımıştır ve sürmekte olan barış süreçlerini... Biz her ne kadar Türkiye'de şu anda yaşanmakta olan yeni gelişmelere bir ad koyamıyorsak da bunu damgalamak isteyenler çok kolay isim koyuyorlar. Oysa burada da herkesin üzerine düşen görev; buradaki bütün niyetleri okuyabiliriz, konjonktür mü bunu gerektiriyor, gerçek bir şey mi var, bunu görebiliriz ama hazır böyle bir fırsat doğmuşken bu fırsatı işlevselleştirebiliriz. Bunu siyasetçiler olarak yapabiliriz, medya olarak yapabiliriz ve güçsüz bütün bu siyasetin nesneleri gibi olmaktan kendimizi çekip çıkarabiliriz ve bu zihniyet dönüşümünü birlikte gerçekleştirebiliriz. (DEM PARTİ sıralarından alkışlar)

Belki de işte gecenin bu saatinde illaki sözümün tümünü de tüketmem gerekmiyor. Bu, gerçekten, hepimizin üzerinde düşünmesi gereken bir konu; yıllardır böyle devam ettik, böyle devam etmemeliyiz. Barış gazeteciliğine imkân tanıyan bir dile siyasetimizde yer açmalıyız ve bunun haber kaynaklarını çeşitlendirmekten geçtiğini de görmeliyiz. Buradan da belki gazeteci arkadaşlarımıza, gazetecilere de sesleniyorum: Kaynaklar sadece hükûmetler ve askerî yetkililer olmamalıdır barış gazeteciliğinde, sadece çatışmalar değil aynı zamanda sosyal dinamikler olmalıdır. Bu sorumlulukla herkes üstüne düşeni yaptığında kimin niyetinin ne olduğunun hiçbir önemi yok ve o zaman barış kazanır, o zaman hepimiz kazanırız.

Hepinizi saygıyla selamlıyorum, değerli yurttaşlarımızın kandilini kutluyorum. (DEM PARTİ ve CHP sıralarından alkışlar)