GENEL KURUL KONUŞMASI
Konu: 2012 YILI MERKEZÎ YÖNETİM BÜTÇESİ VE 2010 YILI MERKEZÎ YÖNETİM KESİN HESAP KANUNU TASARISI
Yasama Yılı:2
Birleşim:33
Tarih:10.12.2011

BDP GRUBU ADINA ALTAN TAN (Diyarbakır) - Sayın Başkan, sevgili arkadaşlar; bugün diyanet işleriyle ilgili bir sunumda bulunacağım.

Sevgili arkadaşlar, din-devlet ilişkileri tarihin ilk dönemlerinden beri en fazla tartışılan, iktidarları belirleyen, toplumda büyük çalkantılar meydana getiren meselelerin başında yer alıyor. Çok kısa olarak bir tarifle başlayacağım. Bir ilkokul talebesine bile sorsanız "Teokrasi nedir?" "Teokrasi, devletin dinin emrinde olmasıdır." diyecek. Yine aynı ilkokul öğrencisi "Laiklik nedir?" sorusuna ise şu cevabı verecek: "Din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması." Peki, dinin devletin emrinde olmasıyla ilgili bir izahat var mı? Maalesef yok. Ama tarih boyunca en büyük tartışma ve dinlerin felaketi -bunun altını çizerek tekrar ifade edilmesi gerektiğini söylüyorum- dinin, devletin veya statükonun, güçlerin emrine girmesi olmuştur. Çok uzun uzadıya bir dünya tarihi anlatacak değilim, hızla bugüne geleceğim.

İlk büyük felaket Yahudilikte olmuştur. Yahudi hahamlar faizcilikten, bankerlikten, kendi yargı yetkilerini kötüye kullanmaya kadar her türlü ilişkileri azıtma noktasına getirdiklerinde Hazreti İsa gelmiştir ve Hazreti İsa'nın esas görevi Yahudi şeriatını aslına döndürmektir. Ama maalesef aynı felaket Hristiyanlığın da başına gelmiştir. Milattan sonra 313 yılında Milano fermanıyla Hristiyanlık din olarak kabul edilmiştir Roma İmparatorluğu tarafından, tanınmıştır ama o güne kadar gladyatörlere parçalatılan Hristiyanlar ve Hristiyanlık akidesi maalesef Roma'nın putperest, pagan inancı içerisinde orijinalitesini kaybetmiştir.

İslam tarihinde ise bu acı tecrübeler Emeviler döneminde başlar. İlk olarak düzenli orduların kurulması, dinin devletin emrine girmesi, iktidarın, sultanın, padişahın, kralın görüşleri doğrultusunda bir formata girmesi Muaviye'den itibaren Yezid dönemi ve ondan sonra Abbasi döneminde de devam eder. Buna bütün İslam âlimleri karşı çıkarlar. İmamıazam resmî görevi kabul etmez Abbasi halifesinin, "Bu haramdır." der ve işkence altında ölür. İmamı Şafii'nin başına gelen aynı şeydir, İmamı Hanbel'in başına gelen aynı şeydir, İmamı Malik yine aynı şekilde "Zorla alınan biat biat değildir." fetvasını verince mevcut kendine halife diyen padişah gayrimeşru duruma düşer ve İmamı Malik'in bir kolu sakatlanır işkencede.

İmamı Gazali Selçuklu Sultanı Sencer'in davetine katılmaz ve saraya sultanların sofrasına oturmaz. Caferi Sadık ve 12 imam da yine Şii akidesinde ve fıkhında aynı yolu takip ederler.

Dinin imparatorun emrinde olduğu en önemli örneklerden birisi Bizans modelidir ve Selçuklu dönemi de dâhil resmî devletin emrinde bir şeyhülislamlık makamı yok iken, Fatih Sultan Mehmet'ten sonra Yavuz Sultan Selim ve Kanuni Sultan Süleyman dönemlerinde tam kurumlaşarak devletin emrinde bir şeyhülislamlık kurumu meydana getirilir ve bu şeyhülislam sadrazamın da altında bir statüye tabidir; yani padişah vardır, sadrazam, başbakan vardır ve onun altında üçüncü sırada, onlara bağlı şeyhülislam vardır. Padişah ve sadrazam onu atar, istediği zaman azleder istediği zaman şeyhülislamın da kellesi gidebilir.

"Dinin felaketi." dedim. Niye dinin felaketi? Çünkü bağımsız, hür, devletten, iktidardan, paradan, güçten ve mevkiden azade bir inanç olmayınca egemenlerin istedikleri noktasında bir din ve fetva dönemi devreye girer. Bir Osmanlı padişahı III. Mehmet 19 kardeşini katleder, buna da fetva alabilir.

Yine, aynı şekilde cumhuriyetten sonraki dönemde de cumhuriyet Osmanlının bu şeyhülislamlık makamını önce Evkaf Vekaleti, bakanlığı olarak kurar sonra ise diyanet işleri teşkilatı kurulur. Bu, dinin emrinde bir devlet anlayışıdır. Öyle bir din ki 1932'de ezan Türkçeleştirilir. Dersim, Şeyh Sait, Ağrı olayları olur, on binlerce insan öldürülür, İskilipli Atıf Hoca, Maşallah Ali Efendi idam edilir ama o dönemdeki Diyanet İşleri Başkanından çıt çıkmaz, çıkamaz.

Peki?

MUSTAFA ÖZTÜRK (Bursa) - Dinle alakası yok, şahıslarla ilgili.

ALTAN TAN (Devamla) - Neyle alakası var? Şahıslarla alakası. Bir de AK PARTİ sıralarından söyleniyor. Çok ayıp.

MUSTAFA ÖZTÜRK (Bursa) - Din bunu emretmiyor.

ALTAN TAN (Devamla) - Din özgür olmazsa, devletin emrinde olursa, işte Pir Sultan'ın başına gelen de gelir, Hızır paşalar gelir kendi hocasını asar. Bu, Alevilikte de böyle, Şiilikte de böyle, Hristiyanlıkta da böyle, Müslümanlıkta da böyle. Sizin alkışlamanız lazım beni. Bunları sizin için söylüyorum.

Dini devletin elinden çıkarınız. Diyanet İşleri Başkanlığı özerk olsun çünkü Şeyh Edebali, İmam Gazeli, Şahı Nakşibendi, Ahmet Yesevi, Yunus Emre, Muhiddin Arabi, mevlitin yazarı Süleyman Çelebi, bunların hiçbirisi devletin emrinde çalışmadılar. Âlimin hür olması lazım. Dinin özgür olması lazım. Onun içindir ki bugün bizim ısrarla savunduğumuz ve söylediğimiz, bugüne gelirsek, Diyanet İşleri Başkanlığı yeni düzenlemelerde mutlaka din hizmetleri devletin herkese, bütün din, mezhep ve kurumlara, cemaatlere eşit mesafede olduğu eğer laiklik savunuluyorsa, gerçek laiklik ve nötr anlamında olmalıdır. Din hizmeti sivil alana bırakılmalıdır. Bu hizmeti görecek cemaatler, gruplar, kuruluşlar, mezhepler özgürce çalışmalıdır ve bu noktada devlet bütün dinlere, mezheplere, inançlara aynı mesafede olmalıdır.

Bugün bir düzenlemeye gidilirse, eğer Diyanet İşleri Başkanlığının kaldırılarak doğru bir şekilde yeni bir modelin ihdas edilmesi eğer çok zor geliyorsa, o hâlde bugünkü diyanet işleri yeniden düzenlenmelidir. Bu yeniden düzenlenmede diyanet işlerini mutlaka din âlimlerinin? Bakın, din adamı da demiyorum çünkü İslam'da bir ruhban sınıfı yok, tamamı seçmelidir. Diyanette Şiilik, Alevilik, Şafiilikle ilgili hizmetler, bölümler olmalıdır çünkü bizim Iğdır'da Şii kardeşlerimiz var Kars yöresinde, Kürt kardeşlerimizin büyük bir kısmı Şafii, aynı şekilde ciddi bir Alevi nüfusumuz var. Diyanet bunların tamamına hizmet vermelidir. Sadece bir mezhebin ve bir düşüncenin hizmetinde kesinlikle olmamalıdır. Eğer bütçeden bir aktarım olacaksa -ki, doğru olan birinci modelde tamamen sivil alana bırakılmasıdır- ama bütçeden bir destek olacaksa bu destek de yine cemaatlerin ve inançların, dinlerin nüfus ve temsil oranlarına göre eşit oranda olmalıdır, şahıs başına olmalıdır.

Din eğitiminin önü açılmalıdır. Şimdi, cumhuriyetin en netameli konularından birisi budur. Din eğitiminin önünün açılması ne demek? Çok açık şunu söylüyorum: Cemevleri de açılmalıdır, Heybeliada Ruhban Okulu da açılmalıdır; diğer Sünni bütün tarikatların ve cemaatlerin çalışmaları da yine -bugün illegal, gayriresmî, iç içe olan- legal bir şekilde olmalı ve serbest bırakılmalıdır.

Hiçbir devletin, bir dinin kendi eğitimini, YÖK'e göre, Millî Eğitim Bakanlığına göre müfredatını belirleme yetkisi yoktur. Yani isteyen istediği tefsiri, hadisi, fıkhı, istediği kitabı okutur, isteyen Hristiyan, Yahudi, Alevi, Şii veya başka bir inanca mensup bir cemaatte yine kendi müfredatını kendisi belirler çünkü bu bir özel alandır.

Şafiilikle ilgili mevzuda da yine en önemli noktalardan birisi, bugün, Türkiye'nin yaklaşık yüzde 20'si, 25'i Şafii iken bu konuda ciddi sıkıntılar yaşanmaktadır. En büyük Şafii âlimlerinden büyük din âlimi Saidi Kürdi, Saidi Nursi uzunca bir dönem cuma namazlarına gitmemiştir. Yani çok az kimsenin bildiği bir konudur belki. Bazen gitmiştir cuma namazlarına, hayatının bu son dönemlerini kastediyorum, kırk yıllık dönemi kastediyorum. Sorulmuştur: "Niye gitmiyorsun?" Şunu söylemiştir: "Ben Şafii'yim. Kırk kişinin cuma namazında Fatiha Suresini okuması lazım. Hanefi mezhebine göre camilerde kıldırılıyor. Ben, o Fatiha'yı imamdan sonra yetiştiremiyorum." Bu kendi eserlerinde var. Bir başka örnek: Yine kendi arkadaşlarıyla ayrı cuma namazı kılmak istemiştir, jandarmalar, polisler basmıştır. Bu olaylarla ilgili takibatı vardır. Mektubat adlı kitabına da başvurabilirsiniz. Bunlar tevatür veya dedikodu değil.

Dolayısıyla, özet olarak konuyu toparlarsak, bugün, dinin tamamen kendi asli mecrasında, hangi din olursa olsun -tekrar söylüyorum- hangi mezhep olursa olsun, devletten ayrı, özgür, kendi inancına, akidesine göre serbest olması lazım, kendi eğitimini, müfredatını kendisinin belirlemesi lazım, kendi ibadetlerini ve ritüellerini de kendi inancına ve geleneklerine göre kendisi uygulaması lazım. Ki Saidi Nursi, kendisine yapılan bu müdahaleyi, yine kendi tabiriyle bir cinayet olarak tabir ediyor, arkadaşlarıyla kıldığı cuma namazına yapılan müdahaleyi. Aynı şeyler Hristiyanlar ve Yahudiler için de tabii ki uygulanmalıdır. Dediğimiz gibi, devlet nötr bir durumda kalmalıdır.

Bugünle alakalı olarak da, bugün en büyük sorunlardan birisi, dinî, İslami hiçbir engel yok iken Kürtçe vaaz verilememektir camilerde. Hâlbuki bin dört yüz yıllık İslam tarihi boyunca Kürtçe, Zazaca, Arapça, Çerkezce, Çeçence, Boşnakça, Arnavutça kim hangi dili ne kadar anlıyorsa o bölgelerde o dille vaaz verilmiştir. Bunun önünde dinen hiçbir engel yoktur. Diyanet İşleri Başkanlığını da eğer böyle bir engel varsa fetvasını açıklamaya davet ediyorum.

Diyanet İşleri Başkanlığı, devletin emrinde bir kurum olduğu müddetçe tabii ki serbest olarak konuşamamakta, İslam dininden anladığını tam olarak ifade edememekte; çok büyük bir kadrosu, Türkiye'nin en büyük kadrosu ve en büyük bütçesine sahip olmasına rağmen de yeteri kadar hizmet maalesef verememektedir.

Yayınlar konusunda ciddi sıkıntılar vardır. İslam tarihi boyunca on binlerce cilt klasiğin, maalesef bu kadar büyük bütçeye rağmen, çok az bir kısmı henüz İslam toplumunun, Müslüman kardeşlerimizin hizmetine sunulabilmiştir. Zaten Şii kaynaklarıyla ilgili neredeyse yok mesabesinde bir çalışma vardır. Çünkü Şiilerin de kendine göre çok ciddi kaynakları, hadiste, tefsirde, kelamda ciddi eserleri vardır.

Yine aynı şekilde, İslam dininin temsilcisi olduğunu söyleyen din âlimleri, hiçbir toplumsal, hiçbir ekonomik, hiçbir ciddi meselede tarafsız kalamazlar çünkü Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi Vesellem'in ifadesiyle, bir hadisiyle âlimler enbiyaların varisleridirler. Bugün memleketimizin en büyük sorunlarından biri olan Kürt sorunuyla da ilgili bütün İslam âlimlerinin kavimlerin haklarıyla ilgili söyledikleri üçtür. Bütün kavimler, Arnavut, Boşnak, Kürt, Arap, Türk, Laz, Çeçen, Gürcü, Pomak üç hakkını kullanabilir.

1) Ana dille eğitimin önünde hiçbir engel olmaz.

2) Bu dili kamusal alanda kullanabilir.

3) Yönetime katılma iradesi vardır. Müslüman Müslüman'ın zimmisi yani ayrıcalıklı bir unsuru -gayrimüslimler gibi- olmaz, olamaz. Hiçbir Müslüman diğer bir Müslüman'ın zimmisi olamaz; siyasi olarak eşit haklara sahiptir, yönetime katılmada eşit haklara sahiptir. Eğer bu konuda da söylediklerimde bir ihtilaf, çarpıtma veya yanlışlık varsa yine Diyanet İşleri Başkanlığının bu tashihi yapmasını talep ediyorum.

Sevgili arkadaşlar, son olarak da Diyarbakır'la, bölgemizle ilgili birkaç talebim var. Burada da sekiz aylık Kur'an kursunu veren kadın arkadaşlarımıza ve fahri imamlara kadro verilmesi lazım. Bir de Diyarbakır'da Diyanetin hiçbir ciddi kurumu yok. Şafiilikle ilgili bir enstitü kurulmasını, ciddi ve büyük bir enstitü kurulmasını talep ediyorum.

Hepinize saygılarımı, sevgilerimi sunuyorum. (BDP sıralarından alkışlar)

BAŞKAN - Teşekkür ediyorum Sayın Tan.