GENEL KURUL KONUŞMASI
Konu: ÇUKUROVA ÜNİVERSİTESİNİN KKTC'DE KAMPUS KURMASINA İLİŞKİN ÇERÇEVE PROTOKOLÜN ONAYLANMASININ UYGUN BULUNDUĞUNA DAİR KANUN TASARISI
Yasama Yılı:2
Birleşim:66
Tarih:15.02.2012

BDP GRUBU ADINA ALTAN TAN (Diyarbakır) - Sayın Başkan, sayın milletvekilleri; Çukurova Üniversitesinin Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nde kampüs alanı oluşturmak ve daha sonra da orada fakülte veya fakülteler açmasıyla ilgili söz almış bulunmaktayım.

Tabii ki, buna bizlerin bir itirazı yok yani hangi üniversite olursa olsun eğer kanunlar, yasalar çerçevesinde bilime, sanata, kültüre başka bir amaç gütmeden katkı sağlayacaksa bunlar desteklenir. Ancak, Kıbrıs meselesi açılmışken birkaç şey söylemek istiyorum:

Bugün Kıbrıs, 1974'ten beri fiili olarak Türkiye'nin ekonomisini, siyasetini, kültür hayatını, her şeyini ilgilendiriyor ve alakadar ediyor. Ondan evvel de tabii ki, böyleydi ancak 1974'ten sonra fiilî bir durum ortaya çıktı, otuz sekiz yıl geçti. En sonunda, yine, Kıbrıs'ın kurucu Cumhurbaşkanı Sayın Rauf Denktaş'ın vefatıyla ilgili, yine, çokça Kıbrıs konuşuldu ve Türkiye siyasetinin neredeyse bütün duayenleri, mevcut ve eskiler, hepsi Kıbrıs'a gitti, törenler yapıldı.

Sevgili arkadaşlar, defalarca ifade ettik. Biz bazı meselelerin üstünü ne kadar örtersek örtelim, büyük sorunlar, büyük meseleler halledilmedikçe, bu sorunlar daha da katlanarak bir kartopu gibi, bir çığ gibi büyüyerek önümüze geliyor. İşte, bu çığlardan birisi de Türkiye'nin Kıbrıs politikalarıdır. Bazı soruları gündeme getirdiğimiz vakit, sorduğumuz zaman maalesef rahatsızlık duyuluyor ve hemen, millî dava meselesi öne geliyor. Şimdi soruyorum: Türkiye Cumhuriyeti'nin Kıbrıs'la ilgili stratejik ana politikası nedir? Kıbrıs, bir askerî üs müdür? Kıbrıs, güvenlik meselesiyle ilgili olarak mutlaka Türkiye'nin kontrolünde tutulması gereken bir ada mıdır? Kıbrıs'la ilgili, Türkiye'nin ticaret, turizm, sanayi, serbest pazar olma gibi bir politikaları var mıdır? Sevgili arkadaşlar, işte, bunlara doğru düzgün cevaplar verebilmek için, burada saatlerce konuşmamız lazım ve bir Meclis araştırması yapmamız lazım.

Bugün gelinen noktada -kimse alınmasın ve darılmasın- Kıbrıs, bir kumarhaneler merkezi, bir fuhuş merkezi, bir ekonomik bataklık ve aynı zamanda, uluslararası uyuşturucu trafiğinin de güzergâhından yapıldığı bir mekân hâline gelmiştir. İşte, otuz sekiz yıllık politikaların neticesi budur. "Bu böyle değildir, abartıyorsunuz." veya "Yanlış söylüyorsunuz." diyorsanız, lütfen, devletin elindeki bilgi ve belgeleri de ortaya koyarak gelin, bütün millî istihbarat belgeleriyle, bütün ekonomik verilerle, bütün yatırımlarla, maliyenin bütün harcamalarıyla gelin, Kıbrıs niye bu hâle geldi ve niye bu hâlde; konuşalım. Her yıl birkaç milyar dolarlık bir para o kara delikte kayboluyor, bunun hesabını veren yok. "Gelin, konuşalım." dediğimiz vakit de "Bu bir millî davadır. Ne yapmak istiyorsun? Sen vatan haini misin?" diye hemen bildik mevzular gündeme geliyor.

Sevgili arkadaşlar, Kıbrıs'la ilgili bu değerlendirmeleri yapmazsak uluslararası politikada sorun olmaya yine devam edecek ve aynı şekilde, mali olarak da, kültürel ve ahlaki olarak da bu sorun Türkiye'nin ayaklarına dolanmaya devam edecek. Bugün Kıbrıs neredeydi, nereye geldi? Güney Kıbrıs Rum Cumhuriyeti hangi ekonomik vaziyette ve Kuzey Kıbrıs hangi ekonomik vaziyette? Oraya harcanan paralar nereye gidiyor? Bu kara deliği kapatmak için orasıyla ilgili, cazibe merkezi olmasıyla ilgili nasıl bir plan hazırlıyorsunuz? Master planınız nedir? Maalesef, bunların hiçbiriyle ilgili derli toplu bir görüşme yok, sadece suskunluk ve millî dava var.

Sevgili arkadaşlar, bu durum böyle devam ettirilemez ve ayrıca, bugün orada daha başka şeyler de oluyor. Kıbrıs'ta yaklaşık 10 bin civarında Kürt Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı öğrenci öğrenim görüyor ve bunlar üzerinde de ciddi baskılar var; en son geçen ay 14 Kürt öğrenci, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı Kürt öğrenci hiçbir ciddi belge, mahkeme ve soruşturmaya dayanılmadan sınır dışı edildi. Bunları konuşmadığımız müddetçe tekrar -konuşmamın başında da söylediğim gibi- bu olaylar büyüyerek ve ayağımıza dolanarak bizleri kilitlemeye devam edecek. Otuz sekiz yılın muhasebesini bütün hükûmetlerin ve hususen de son on yılda mevcut Hükûmetin vermesi gerekiyor. Ne yaptınız? Buyurun anlatın ve toplam bugüne kadar Kıbrıs'la ilgili harcanan para kaç milyar dolardır? Bu soruların hiçbirisine soru önergeleriyle bile sormamıza rağmen doğru düzgün, ciddi cevaplar alamıyoruz, yuvarlanıp gidiyor.

En son, sevgili arkadaşlar, Sayın Denktaş'ın vefatı ve cenaze töreniyle ilgili de bazı duygularımı ifade etmek istiyorum. Bunları aynı gün veya o günü takip eden birkaç gün içerinde ifade etmek gerekirdi ama yanlış anlaşılabileceği veya farklı hassasiyetleri devreye sokacağı endişesiyle bugüne sakladım. İzniniz olursa yazılı olarak kaleme aldığım bu duygularımı sizlere de zaman yettiği müddetçe aktarmak istiyorum.

Düğünler de, cenazeler de bizde önemlidir. Kimlerin gelip kimlerin gelmediği, gelenlerin nasıl davrandığı, giyindiği elbiseler, kıyafetler, yeterince üzülüp üzülmedikleri, hâl ve hareketleri, her şey, hemen hemen her şey inceden inceye takip edilir düğünlerde de, cenazelerde de. Çocukluğumdan beri her ne hikmetse ben de bu ayrıntılara dikkat ederim. Bugün sizlere düğünlerden bahsetmeyeceğim. Sizlere katıldığım yüzlerce cenaze töreninden birkaç tanesini anlatmak istiyorum, hafızamdan silinmeyen ve içimi burkan birkaç tanesini ve bu ölümleri, yine aynı tarihlerde vefat eden bazı Müslümanların cenaze törenleriyle kıyaslamak istiyorum.

İskenderpaşa Cemaati'nin Şeyhi Profesör Doktor Esad Coşan Avustralya'da bir trafik kazasında vefat etti. Necmettin Erbakan'dan Turgut Özal'a kadar yüzlerce ünlü ve önemli kişinin mensubu olduğu bir tarikatın lideriydi. Tarikatın özel okulları, hastaneleri, televizyon kanalları ve daha birçok şirket ve kuruluşu vardı. Cenaze Avustralya'dan getirildi ve muhteşem bir törenle toprağa verildi. On binlerce vatandaşın yanında Türkiye'de bilinen, tanınan ne kadar cemaat, tarikat, vakıf, dernek, örgüt ve parti lideri varsa cenazeye katıldı. Sayfalarca gazete ilanları yayınlandı.

Esad Coşan'dan kısa bir müddet sonra vefat eden İzzettin Yıldırım ise Zehra Vakfının lideriydi. Benim tanıyabildiğim kadarıyla samimi bir Müslüman, dindar ve hiç evlenmediği, çoluk çocuğu da olmadığı için inancını anlatma ve yayma dışında bir özel hayatı da olmayan bir şahsiyetti. Yaşantısı oldukça mütevazıydı.  29/12/1999 tarihinde İlim Grubu tarafından -"Hizbullah" olarak bilinen kamuoyunda- bir Ramazan gecesi teravih namazından sonra Üsküdar'da kalmakta olduğu evden kaçırıldı ve yaklaşık bir ay sonra 28/01/2000'de öldürüldü. İşin en ilginç yanı, Hizbullah lideri Hüseyin Velioğlu'nun Beykoz'da polislerce öldürülmesinden iki hafta sonra cenazesi bulundu ve henüz birkaç saat önce öldürülmüş olduğu Adli Tıp Kurumu raporlarınca tespit edildi. Daha sonra ifadelerine başvurulan Hizbullah mensupları kaçırmayı kabul ettiler ancak öldürmeyi kabul etmediler. Velioğlu'nun öldürülmesinden iki hafta sonra kimlerin İzzettin Yıldırım'ı öldürdüğü bugüne kadar devlet tarafından açıklanmadı, tamamen mağdur ve mazlum bir ölüm olarak tarih sayfalarına geçti. Kaçırıldığı gecenin sabahından itibaren İzzettin Yıldırım'ın arkadaşları üzerlerine düşeni yaptılar. İstanbul Adli Tabipliğinin morgundaki cenazesinin teşhisinde bizzat ben de bulundum. İzzettin Yıldırım'ın Eyüp Sultan Camisi'ndeki cenaze töreninde Esad Coşan'ın cenazesine katılan ünlü ve önemli zevattan hiç kimse yoktu, İslami grup ve cemaatlerden ise birkaçının dışında kimse gelmemişti.

2008 ve 2009 yılında da beni etkileyen cenaze törenleri oldu, Cengiz Aytmatov, ünlü Kürt romancısı Mehmet Uzun, Muhsin Yazıcıoğlu, sinemacı Halit Refiğ ve Abdulmelik Fırat'ın cenaze törenleri; en son olarak da bu yıl, geçen ay kaybettiğimiz Sayın Rauf Denktaş'ın cenaze töreni. Bunları birbirine bağlayacağım biraz sabırlı olursanız.

Cengiz Aytmatov, ünlü Kırgız ozan; dinle, diyanetle arası ne kadar olduğu tartışmalı, kendi özel hayatı, hatta inanç anlamında Müslüman olup olmadığı da tartışmalı. Türkiye'nin en büyük İslami cemaatinin en önemli kişilerinden biri cenaze törenine katılmak için İstanbul'dan binlerce kilometre uzağa, Kırgızistan'a kadar gitti. Muhsin Yazıcıoğlu için de öyle; görüşüyordum, dostluk çerçevesinde bir arkadaşlığımız vardı. Allah rahmet eylesin. Türkiye'deki bütün sağcı, milliyetçi -tırnak içinde- dinci grupların en önemli şahsiyetleri askerlerin taşıdığı Türk Bayrağı'na sarılı tabutun arkasında yürüdüler. Türkiye'nin en büyük cemaatinin lideri gazetelerde sayfalarca ilan verdi.

Halit Refiğ'in vefat ettiği günün gecesi ise bir toplantıdaydım. Aynı toplantıya katılan yine çok önemli bir cemaatin çok önemli bir kişisi ertesi gün yapılacak cenaze törenini dahi beklemeden "Bu gece mutlaka aileye taziyede bulunmalıyım." gerekçesiyle toplantıdan izin alarak terk etti ve koşar adım taziyeye gitti. Taziye bizim kendimizce o çok önemli toplantımızdan daha da önemliydi.

Sayın Rauf Denktaş'ın cenaze töreniyse çok yakında oldu. Uzun uzadıya anlatmayacağım. Cumhurbaşkanımız Sayın Abdullah Gül'den, Başbakanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan'dan Sayın Bülent Arınç'a kadar devletimizin, siyasetimizin ve toplumumuzun bütün önemli kişileri ya bizzat cenazeye gidip tabutun altına girdiler veya Sayın Bülent Arınç gibi Meclis kürsüsünden bu konudaki konuşmalarını yaptılar.

İşte arkadaşlar şimdi de birkaç diğer arkadaşımın cenaze törenlerinden örnekler vererek bu konuşmamı bitirmek istiyorum.

Mehmet Uzun'a gelince. O zaten Cengiz Aytmatov ve Halit Refiğ kadar bile bizim -tırnak içinde- İslamcılarımızca dindar değildi, nasıl ölçüyorlarsa! Edebiyat değeri ise -yine tırnak içinde- tartışmalıydı! Kimselerin varlığını bile kabul etmediği bir dilde, Kürtçede romanlar, hikâyeler yazmanın ne kıymeti harbiyesi olabilirdi ki! Cenazesine katılan, ona kıymet veren Yaşar Kemal, Şerafettin Elçi ve benim gibi binlerce kişi de zaten onun gibi sakıncalıydı!

Abdülmelik Fırat 2009'un puslu bir sonbahar günü Ankara'da bir hastane odasında vefat etti. Hınıs'taki köyünden ayrılmak istemiyor, köyü Kolhisar'da ölmek istiyordu. Çok ağırlaşınca çocukları rızası hilafına Ankara'ya götürdüler. Son günlerinde tedavi olmak bile istemiyordu. Vasiyet etti, askerî tören de istemiyordu, Türk Bayrağı da Kürt Bayrağı da istemiyordu. Tabutunun üzerine sadece ayeti kerime yazılı bir örtü örttüler; inna lillahi ve inna ileyhi raciun. İnsan Rabb'ine giderken Rabb'inin ayetlerinden başka, bayrakların, sancakların ne önemi olur ki! Allah'tan geldik ve yine ona döneceğiz.

Her şey istediği gibi oldu. Ankara'nın anlı şanlı büyükleri, bakanları gece karanlığında hastaneye gelerek veya biraz daha çekinenler telefonla başsağlığı dileklerini ilettiler; gündüz cenaze töreninde bulunmaya yüzleri tutmadı. Hayatı boyunca sakıncalı birinin tabutuyla bile aynı fotoğraf karesine girmek istemediler.

Cenaze töreninde Başbakan Sayın Erdoğan da yoktu, Cumhurbaşkanımız Sayın Gül de yoktu, Sayın Bülent Arınç da yoktu, Sayın Necmettin Erbakan -ki bir dönem beraber politika yaptılar- o da yoktu.

Hınıs Kolhisar'daki cenaze namazına, çok büyük bir çoğunluğu babaları ve dedeleri Şeyh Sait Efendi'nin mürit ve askerleri olan köylüler katıldı; fakir, mazlum ve mağdur köylüler; Palu'nun, Bingöl'ün, Genç'in, Piran'ın, Guleman'ın, Karayazı'nın, Karaçoban'ın, Tekbaş'ın, Tekman'ın, Muş'un ve Bingöl'ün ve daha nice yerlerin mazlumları.

Öğle namazı, sararan sonbahar çimenlerinin üzerinde köy meydanında kılındı. Yıllardır huşu içinde kıldığım en sade ve en gariban cemaat namazı. Cenaze namazını ise amcazadesi Şeyh Sait Efendi, Kürtçe, Türkçe, Zazaca ve Arapça cenaze namazını izah ederek kıldırdı. Tam bir birlik ve beraberlik tablosu ve tekbirler, evet, sadece  tekbirler. Büyük dedesi Şeyh Mahmut Efendi'nin de metfun olduğu, yaklaşık 4 kilometre uzaklıktaki bir dağın doruğuna doğru giden bir cenaze. Arkasında binler ve binlerin ağzından dökülen tekbirler: "Allahu ekber, Allahu ekber, Allahu ekber ve lillahil hamd."

Evet, birkaç cenaze ve birkaç cenaze töreni. Tam da Yunus'un dediği gibi:

"Bir garip ölmüş diyeler,

Üç günden sonra duyalar,

Soğuk su ile yuyalar,

Şöyle garip bencileyin."

Sağcıların, milliyetçilerin, anlı şanlı tarikat ve cemaat önderlerinin, bakanların, başbakanların ne önemi var ki? Abdülmelik Ağabey zaten hayatı boyunca hiç kıymet vermedi onlara.

İslam âlimlerinin büyük bir kısmı, bir insana salt zenginliğinden dolayı, mevki ve makamından dolayı izzet, ikram gösteren bir kişinin imanının yarısının gittiği görüşündedirler. İslam dininin en önde gelen prensiplerinden biri, sevginin de buğzun da Allah için olması, gösteriş ve gururun işin içine karıştırılmaması.

Evet, Abdülmelik Ağabey zaten hayatı boyunca böyle yaşadı ve Necip Fazıl'ın bir şiiri aklıma geldi:

"Son gün olmasın dostum, çelengim, top arabam,

Alıp beni götürsün tam dört inanmış adam."

Evet, sevgili arkadaşlar, Kıbrıs'tan, Kıbrıs politikasından, Sayın Denktaş'ın cenaze töreninden buralara kadar geldik, bir ufuk turu yaptık. Sanırım, zülfüyâra dokundumsa da saygısızlık etmedim ama bütün bunları -Kıbrıs politikası da dâhil, bu cenaze törenleri de dâhil- böyle değerlendirmediğimiz vakit, eğriyi doğruyu doğru düzgün ortaya koymadığınız, koyamadığımız vakit, bugün Türkiye'nin aradığı barışı da bulması mümkün değil, kardeşliği de bulması mümkün değil.

Cenaze törenlerinde bile çifte standart var ise yazıklar olsun bu kardeşliğe. Selam, bütün mazlumlara ve barış isteyenlere olsun.

Saygılar sunuyorum. (BDP sıralarından alkışlar)

BAŞKAN - Teşekkür ederiz Sayın Tan.