| Konu: | 2012 YILI MERKEZÎ YÖNETİM BÜTÇESİ VE 2010 YILI MERKEZÎ YÖNETİM KESİN HESAP KANUNU TASARISI |
| Yasama Yılı: | 2 |
| Birleşim: | 37 |
| Tarih: | 14.12.2011 |
BDP GRUBU ADINA NAZMİ GÜR (Van) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; Dışişleri Bakanlığının 2012 yılı bütçesi hakkında Barış ve Demokrasi Partisinin görüşlerini belirtmek üzere söz almış bulunmaktayım. Hepinizi saygıyla selamlıyorum.
Değerli milletvekilleri, öncelikle şunu belirtmek isterim ki iç ve dış politika birbirinden bağımsız değildir ve bir bütün olarak değerlendirilmelidir. Konuşmamı bu temelde yapacağım. Bunun da en somut örneği bildiğiniz gibi Van depreminde yaşandı yani iç politikanın dış politikayı nasıl etkilediği konusunda anlamsız bir ulusal gururla ilk yirmi dört saat uluslararası yardımları kabul etmedi ve kabul etmediği için de Türkiye, özellikle bu uluslararası arama ve kurtarma yardımlarını maalesef belki de yüzlerce yurttaşımız enkaz altında yaşamını yitirdi.
Türkiye'nin iç siyasette olduğu gibi dış siyasette de özellikle güvenlik odaklı bir yaklaşım sergilediği açıkça görülmektedir. Güvenliğin sağlanması tabii ki her devletin vatandaşlarına karşı sorumluluğudur ancak AKP Hükûmetinin güvenlik perspektifini biz BDP olarak kesinlikle doğru bulmuyoruz. Kısaca açmak gerekirse, Türkiye Cumhuriyeti'nin asli unsurlarından olan Kürtlerin siyaseten bastırılması ve Hükûmete muhalif bütün seslerin içeride ve dışarıda ortadan kaldırılmaya dönük politikaların izlenmesi ve özellikle muhalif seslerin neredeyse tamamının cezaevlerine tıkılması politikasını biz şiddetle eleştiriyoruz. Aynı yaklaşım sadece yurt içinde değil, yurt dışında da hastalıklı bir ilişki biçimi olarak sürdürülmektedir. Uluslararası silah veya ticaret anlaşmalarının yapılması karşılığında anlaşmayı yapacak şirketin tabi olduğu devletin Kürtlerin derneklerine ve kurumlarına yönelik polis baskılarının gerçekleştirilmesi son derece haksız ve vicdanları zedeleyici bir durumu ortaya çıkarmıştır. İtalya, Almanya, Fransa gibi ülkelerde Kürtlere yönelik baskılar, Türkiye'yle yapılacak askerî ve ekonomik anlaşmaların bir parçası, âdeta bir pazarlık unsuru olarak kullanılmaktadır.
Wikileaks belgelerinden anlaşılacağı üzere, Danimarka'da Roj TV'nin yasaklanması amacıyla ne gibi pazarlıkların yapıldığı artık tamamen açığa çıkmış, hepinizin malumudur.
Diğer yandan, Avrupa Birliğinin ilerleme raporlarında, genelde Kürt sorunu ve özellikle de KCK davasıyla ilgili olarak Avrupa Birliğinden sorumlu Sayın Bakan Egemen Bağış'ın ve ekibinin özel çabalarının hangi noktada olduğuna hepimiz tanıklık etmiş bulunmaktayız.
Avrupa'da Kürt derneklerinin AKP Hükûmeti tarafından kriminalize edilmeye çalışılması yetmiyormuş gibi bir de Avrupa merkezli vakıf ve derneklerin -Sayın Başbakan Erdoğan'ın kendi ifadeleriyle- BDP'li belediyelerle yürüttüğü sosyal projeleri "Terörizme destek." adı altında yaftalamaya çalışması, bize göre bir fişlenme yöntemidir ve kabul edilemez.
AKP'yle aynı fikirleri veya yaşam tarzını benimsemeyenlerin, siyasal hayatta, sosyal yaşam alanlarında, medyada, kısacası toplumsal hayatın bütün katmanlarında muhalefetin izole edilmesi için sadece Türkiye'de değil, Türkiye'nin sınırlarının dışında da devletin müdahaleci bir tutum sergilediğini bir kez daha vurgulamak isterim. Başta Kürt halkı olmak üzere, sosyalistler, Aleviler ve gazeteciler, AKP Hükûmetinin hedef tahtasına oturtulmuştur.
Değerli milletvekilleri, BDP olarak bizim amacımız, bu yaklaşımı eleştirmek ve uluslararası kamuoyunu bu totaliter ve tekçi yaklaşıma destek vermemeleri konusunda uyarmaktır.
HASİP KAPLAN (Şırnak) - Sayın Başkan, şu uğultuya bir el atar mısınız.
NAZMİ GÜR (Devamla) - AKP Hükûmeti tarafından Türkiye'de ileri bir demokrasi yaşandığı ve özgürlüğün sınırlarının genişletildiği yönündeki tezlere karşı, biz istatistikleri ortaya koyuyoruz. Rakamlarla oynamadıkça istatistikler yalan söylemez.
OECD, Dünya Bankası veya Birleşmiş Milletler raporlarına bakıldığında, yandaş medyanın iddialarının tersine, Türkiye'nin demokrasi gerçeğini daha yalın bir şekilde görüyoruz.
Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü'nün yıllık raporuna bakıldığında, dünya ülkeleri arasında, basın özgürlüğü sıralamasında Türkiye'nin 138'inci sıraya geldiğini görüyoruz. 2002'de Türkiye 99'uncu sıradaydı oysa. Burada anlaşılmalıdır ki Türkiye'de basın özgürlüğü yoktur. Tutuklu gazeteci sayısı 66 olan bir ülkeden bahsediliyorsa Türkiye'nin dış dünya sıralamasında en gerilerde olması da son derece doğaldır.
Birleşmiş Milletler Kalkınma Örgütü'nün 2 Kasım 2011'de yayımladığı İnsani Gelişme Raporu'nda Türkiye, 187 ülke ve bölge arasından kendisine ancak 92'nci sırada yer bulabildi. 2002'deki raporda Türkiye, 173 ülke ve bölge arasında 85'inci sıradaydı.
Bu raporda sadece ithalat veya ihracat hacmi hesaplanmadığından dolayı yani insanın en temel ihtiyaçları olan beslenme, eğitim, demokrasi ve sosyal güvenlik gibi alanları da kapsamamasından dolayı Türkiye'nin gerçek gelişmişlik düzeyi bu araştırma verilerine göre ortaya çıkmaktadır. Eğer Türkiye'nin sadece en zengin yüzde 5'lik dilimi hesaba katılsaydı, belki Türkiye daha üst sıralarda yer bulabilirdi.
Merkezi İsviçre'de bulunan Dünya Ekonomik Forumu'nun yıllık Küresel Cinsiyet Eşitsizliği Raporu'na göre Türkiye, 2011 yılı itibarıyla 135 ülke arasından 122'nci sırada yer aldı. 2010 yılında 126'ncı sıradaydı oysa.
Raporun ayrıntılı sıralamasına bakıldığında ise kadının ekonomiye katılımında Türkiye 130'uncu sırada, kadın-erkek eşitliği konusunda 89'uncu sırada, parlamentodaki kadın sayısı konusunda ise Türkiye 82'nci sırada, kadın devlet bakanı oranı sıralamasında ise 99'uncu sırada.
Bu raporlardan da anlaşılacağı üzere Türkiye'nin kadın konusunda en üst sıralamaya girebileceği tek konu kadına yönelik şiddettir maalesef.
Diğer yandan OECD'nin 2008 verilerine göre -ki bu veri son yayımlanan istatistiktir- Türkiye binde 17'lik bebek ölümü oranıyla OECD ülkeleri arasında en kötü durumdaki ülke konumunda. Yani Türkiye, OECD'nin 4,6'lık ortalamasının tam 3 katından fazla bir bebek ölüm oranına sahiptir.
Türkiye'de kadına, sağlığa ve genç nesle verilen değer sadece "En az 3 çocuk yapın." dayatmasıyla olacaksa Türkiye'nin bebek ölümü oranlarında daha da kötüye gideceği aşikârdır.
"Silahlanma konusunda Türkiye kaçıncı sırada?" diye sorulursa militarizm yanlılarını sevindirecek bir istatistik var karşımızda. Stockholm Uluslararası Barış Araştırma Enstitüsü tarafından sher yıl yayımlanan silah harcamaları istatistiklerine göre Türkiye 2009'da tam 15,6 milyar dolarlık harcama hacmi ile yüz elli dört devlet arasında İran'dan hemen sonra 17'nci sırayı almıştır. Ancak 2010-2011 yılları resmî olmayan verilere göre Türkiye, askerî harcama yani silah alımları, operasyon harcamaları, askerî personel giderleri vesaire konusunda dünya sıralamasında ilk beş ülke arasına girmeyi herhâlde hak ediyordur. Kısacası Türkiye istikrarı silahlanmakta buluyor diyebiliriz. Güvenlik eksenli iç ve dış politika anlayışı, komşularla sıfır sorun politikasıyla örtüştüğü de pek söylenemez. Sürdürülen bu politikalarla, gerilim politikalarıyla herhâlde yakında sıfır komşumuz olacak. Bu bağlamda Sayın Bakan herhâlde Yeni Zelanda'da bakanlık yapmayı çok isterdi çünkü en yakın komşusu Avustralya ve böyle bir ülkede ben de herhâlde, gerçekten, dışişleri bakanlığı yapmayı da çok isterdim. Ancak tutarsız ve pragmatist bir AKP Hükûmeti göz önüne alındığında bu yaklaşımın artık bize normal geldiği söylenebilir.
Son olarak AİHM davaları istatistiklerine bakıldığında ise 31 Ekim 2011 tarihi itibarıyla toplam 153.850 davanın yani AİHM'de bulunan davanın ve bunlar sonucunda verilen kararların büyük bir kısmının Rusya ve Türkiye tarafından paylaşıldığı ise bir gerçektir. Hemen rakamları verelim: Rusya 41 bin davayla ve yüzde 26'lık oranla birinci sırayı alırken AİHM'de ikinci sırayı ülkemiz, Türkiye almakta, 16.800 dava ile yüzde 10,9'luk oranıyla ikinci sırada yer almaktadır. Nüfus oranına göre kıyaslarsak Türkiye yine bu konuda birincidir. Diğer yandan sadece ifade özgürlüğünün ihlali davalarına bakıldığında Rusya'daki büyük bir nüfus oranına rağmen Türkiye açık arayla önde gitmektedir.
Associated Press Haber Ajansının dünya çapındaki araştırmasına baktığımızda ise Türkiye'de sözde "terörle mücadele" kapsamında kaç yurttaşımızı cezaevlerine kapattığını daha açık görebilmekteyiz. Başta belirtmek gerekirse uzun tutukluluk süresi ve Türkiye'deki terör suçu kapsamı, evrensel bir hak olan ifade özgürlüğü ile çakışmaktadır. Bu nedenle, 2001'den bu yana dünyada terör suçu işlediği suçlamasıyla tutuklu veya hükümlü bulunan 35.117 kişinin neredeyse yarısı yani 12.089 kişisi Türkiye'dedir. Bu sayı her geçen gün artmaktadır. Türkiye'de yürüyüş yapan öğrenciler, emekten yana olan sendikacılar, kimliğini savunan Kürtler, sesini duyurmaya çalışan solcular, eleştirebilen yazarlar, gerçekleri gören ve objektif haber yapan gazeteciler, yürüyen emekçiler ve mücadeleci gerçek aydınların terörist suçlamasıyla yıllarca cezaevlerinde tutulduğu bir Türkiye'den bahsediyoruz. Neredeyse AKP'ye karşı muhalefet yapanların tamamını cezaevlerine koyacaksınız.
Şimdi sormak gerekir. Türkiye'nin ileri bir demokrasi örneği ya da Orta Doğu'da bir model olabileceğini hangi siyasetçi veya vatandaş ifade edebilir? İşte, biraz önce Türkiye'nin demokrasi karnesinin küçük bir kısmını size söyledik. Bu karneyle Türkiye'nin ileri demokratik bir ülke olduğunu iddia etmek herhâlde son derece gülünç olur. Ama ne yazık ki Dışişleri Bakanlığı temsilcileri ve AKP'li siyasetçiler uluslararası görüşmelerde veya konferanslarda Türkiye'nin bir "istikrar gemisi" ya da "demokrasi adası" olarak tanıtmasını açıkça biz BDP'liler olarak bir ciddiyetsizlik olarak görüyoruz.
Değerli milletvekilleri, Türkiye bulunduğu coğrafyada gerçekten bir istikrar adası olmak istiyorsa öncelikle kendi sorunlarına çözüm üretmesi gerekmektedir. Kendi sorunlarıyla boğuşan bir Türkiye'den Orta Doğu'da, Akdeniz'de, Balkanlarda ve Kafkaslarda olumlu bir katkı sunabilmesi beklenemez.
Örneğin, İsrail ile Filistin arasında yaşanan böylesi derin ve tarihsel bir sorunda bize sadece ilke sahibi ve kendisini her iki tarafa da kabul ettirebilen, güçlü demokrasisini oturtabilen bir ülke ara bulucu rolünü üstlenebilir ya da Türkiye gibi iç sorunlarıyla boğuşan bir ülke ancak demokrasisini ve gerçekten yaşam standartlarını yükselterek ancak bu güveni, başkasının güvenini kazanabilir.
Bu nedenle, değerli arkadaşlar, bizler bu coğrafyada çözüme katkı sunabilmesi için Türkiye'nin, güçlü, öncelik güvenliğe değil fakat güçlü bir demokrasiye sahip olması gerektiğini düşünüyoruz.
Bu açıdan bakıldığında, Türkiye'nin son dönemlerde Suriye'nin de iç işlerine karışmaya başlaması bize göre son derece tehlikelidir. Suriye'deki Kürtlerin Irak'taki gibi bir öz yönetim modeline kavuşmaması amacıyla şimdiden Suriye'deki Sünni Arapların desteklendiği anlaşılıyor. Türkiye'deki iç dengelerin dikkate alınmasıyla oluşturulan bir Suriye politikasının Suriye'yi iç savaşa götürebileceği riskini de giderek artırmaktadır ve bu tehlikenin tüm Orta Doğu'ya olumsuz yansıması kaçınılmazdır. Bu nedenle, Türkiye dış politikasına yön veren karar verici şahsiyetlere, tarihten gelen tecrübeleri göz önüne alarak Orta Doğu'yu yeni bir Osmanlıcılık macerasına sürüklememelerini tavsiye ediyoruz.
Değerli milletvekilleri, neo Osmanlıcılık, ümmetçilik veya Turancılık gibi devri geçmiş yaklaşımların Türkiye dış politikasına yansıtıldığını görüyoruz. Bizler diğer ülkelerin iç işlerine hiçbir biçimde karışmamalıyız çünkü bizler karıştığımız oranda onların da bizim iç işlerimize karışma hakkını da peşinen vermiş oluyoruz.
Değerli arkadaşlar, Irak'ta yaşayan ve Türkiyeli resmî yetkililerce "soydaş" olarak tanımlanan Türkmenleri örgütlemeye çalışarak Türkmenlerin bölgedeki Kürtlere karşı bir koz gibi görülmesini de eleştirmekteyiz. Yani bir taraftan Suriye'nin diğer taraftan Irak'ın iç işlerine doğrudan müdahalesi Türkiye'nin kabul edilemez. Etnik ve kan bağını işaret eden bir söylemle "soydaşlık" üzerinden bir ülkenin iç işlerine karışılması Türkiye'nin de iç işlerine karışılmasının önünü açar ve bu nedenle Türkiye'nin en temel sorunu olan Kürt sorunu, artık uluslararası bir sorun olarak karşımıza çıkar. Başkaları da bu soruna müdahale eder, kaşır ve sizin karşınıza çıkar. Açıkçası Türkiye'deki Kürt sorunu, siyasal ve diplomatik açıdan uluslararası bir boyut kazanmıştır ve bundaki temel nedenin inkâr ve ırkçılık politikaları olduğu da gözden kaçmamaktadır.
Turancı, ümmetçi ve Osmanlıcılığın Türkiye dış politikasına yansıdığı bir diğer coğrafya ise Kıbrıs'tır. Kıbrıs Cumhuriyeti'nin "yavru vatan" edebiyatı ile Kuzey Kıbrıs'ın Türkiye'nin Lefkoşa'daki elçiliğinden yönetildiğini hepimiz biliyoruz ve dolayısıyla Kıbrıs'ın demografik yapısına bakıldığında ise Türkiye'nin ekonomik ve siyasal açıdan kısıtlayıcı politikaları nedeniyle Kuzey Kıbrıslı gençlerin başta İngiltere olmak üzere yurt dışına göç ettikleri ve yerlerine de Türkiye'deki ucuz iş gücünün yerleştirildiği de aşikârdır.
Tekrar samimiyet açısından şu soruyu sormamız gerekir: Türkiye hükûmetleri 1960'lardan bu yana Kıbrıs'ta yaşayan Türk nüfusu için hangi hakları talep ediyorsa aynı hükûmetler Türkiye'de yaşayan kimlikler için de aynı yaklaşımı sergileyebiliyorlar mı? Bu bir ölçüttür değerli arkadaşlar. Artık bu ve buna benzer soruların sorulması ve tartışılması gerekiyor. Biz militarist politikaları ve devlet güvenliğini merkeze alan, Türk etnisitesine dayanan iç ve dış politikaya "Hayır." demeliyiz. Şimdiye kadar askerî darbelerle yönetilen bu ülkenin devlet politikası hâline gelmiş iç ve dış politika yaklaşımlarına hâlen askerî zihniyetle müdahil olunmasına artık son vermeliyiz.
Değerli milletvekilleri, AKP Hükûmeti özünde değişime direnen statükocu anlayışı ile Türkiye'nin Avrupa Birliğine üyelik sürecinde giderek tıkayıcı bir rol oynamaya başlamıştır. Sayın Erdoğan'ın 2002'den bu yana Avrupa Birliğine üyelik müzakerelerinin yürütülmesinde ve reformların hayata geçirilmesi konusunda istekli bir duruş sergilemediğini özellikle vurgulamak isteriz. Sembolik adımlarla ilerleme sağlandığı görüntüsü verilerek tam anlamıyla bir makyaj politikası devreye sokulmuştur. Dokuz yıldan bu yana sadece görebildiğimiz, sivil bir oligarşik yapının kuruluyor olmasıdır. Zaten statükocu olan bir sisteme karşı başka statükocu anlayışın AKP tarafından geliştirilmekte olduğunu görüyoruz. Başta "hukuk reformu" adı altında HSYK AKP'nin denetimine girdi. "Serbest piyasa ekonomisine geçiş" adı altında AKP ile yakından ilişkili olan holdinglere risksiz yatırım imkânları tanındı. Özelleştirmelerle emekçilerin patronlara biat etmesinin zemini hazırlandı. Bu gelişmeler Avrupa Birliğine uyum yasalarının hayata geçirilmesi bahanesiyle oluştu. Bunların haricinde, "AB ile uyumlu hukuki düzenlemeler" adı altında 2006'da Terörle Mücadele Yasası'nın kapsamı genişletildi. Böylece fikir özgürlüğünün de sonu getirilmiş oldu.
Değerli arkadaşlar, bizler, özellikle düşünce ve örgütlenme özgürlüğü, gösteri ve toplantı yürüyüşleri gibi eylemler, sivil eylemler, protesto eylemlerinin kriminalize edilmesini şiddetle kınıyoruz. Savcılar, akıllarına gelen veya akıllarına getirilen herkesi yıllarca cezaevlerinde çürüterek bir cezalandırma yöntemini devreye soktu.
Kısacası, bu son yıllarda karşılaştığımız akıl almaz hukuki skandallarla AB'ye uyum reform paketleri sonrasında karşılaşmak, bizi Türkiye'nin demokratikleşebileceği konusunda karamsar bir hâle getirdi. Dahası, Türkiye'nin AB'ye uyum sağlamasını beklerken AB'nin Türkiye'ye uyum sağlamaya başladığı gibi gerçekten şaşırtıcı bir sonuçla karşı karşıyayız. Bunu da özellikle Avrupa Birliği ülkelerinin kendi ülkelerinde bulunan Kürtlerin kurumlarına ve siyasetçilerine saldırılarından anlamak mümkündür.
Değerli milletvekilleri, Dışişleri Bakanlığının sahip olduğu sorumluluklar ve yetkileri göz önüne alındığında, tüm vatandaşların benimseyebileceği bir dış politikanın oluşturulması gerektiğini savunmaktayız. Dış politika, sadece bir siyasi partinin enstrümanı veya enformasyon merkezi olarak görülemez. Herhangi bir konuda dış politikanın belirlenmesi sürecinde, en azından Mecliste grubu bulunan partilerle danışılması, tartışılması ve planlanması gerektiğini savunuyoruz. Biz burada tüm ülkenin temsil ve çıkarlarının söz konusu olduğunu düşünüyoruz. Yani uluslararası temsili, temel çıkarlarımızı hep birlikte tartışmamız gerektiğini ve hep birlikte planlamamız gerektiğini öneriyoruz. Bu nedenle, Dışişleri Bakanlığı, daha katılımcı ve çoğulcu bir yaklaşımla karar verme mekanizmasını işletmelidir. Örneğin, Malatya'da "füze kalkanı" olarak belirtilen sistemin kurulmasında ne siyasi partilerle görüşülmüş ne de Malatyalılara danışılmıştır. En kötü senaryonun gerçekleşmesi durumunda Malatya halkının karşılaşabileceği yıkımın hesabını AKP Hükûmeti verebilecek midir? Daha birkaç gün önce İranlı yetkililer, olası bir İran saldırısına karşı ilk vurulacak hedefin Malatya'daki üsler olduğunu açıkça ilan etmiştir.
Değerli arkadaşlar, biz, özellikle uluslararası alanda Dışişleri Bakanlığının hem Parlamentoya hem de Parlamentoda grubu bulunan partilere çok daha fazla bilgi vermesi gerektiğine inanıyoruz.
Konuşmam muhakkak daha da uzundu ama sürem az kaldı. Fakat "Nasıl bir dış politika istiyoruz?" konusu son derece önemli bir konu. Dışişleri Bakanlığının ve Bakanımızın insanı temel alan, evrensel değerleri gözeten, barışçıl, diyalogdan yana, halkların kardeşliğini esas alan kapsayıcı ve çözüm odaklı bir dışişleri bakanlığının Türkiye'de faaliyet yürütmesi hepimizin arzusudur.
Sevgilerle ve saygılarla Parlamentoyu selamlıyorum. (BDP sıralarından alkışlar)
BAŞKAN - Teşekkür ediyorum Sayın Gür.