| Konu: | 2012 YILI MERKEZÎ YÖNETİM BÜTÇESİ VE 2010 YILI MERKEZÎ YÖNETİM KESİN HESAP KANUNU TASARISI |
| Yasama Yılı: | 2 |
| Birleşim: | 44 |
| Tarih: | 21.12.2011 |
BDP GRUBU ADINA NURSEL AYDOĞAN (Diyarbakır) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; Barış ve Demokrasi Partisi adına bütçenin geneli üzerine söz almış bulunuyorum. Hepinizi saygıyla selamlıyorum.
Bütçe üzerine görüşlerimizi ifade etmeden önce, bugün Diyarbakır-Bismil kara yolundan bir kaza haberini aldık. 24 yurttaşımız bu kazada yaşamını yitirmiş. Ben öncelikle yaşamını yitiren bütün yurttaşlarımıza Allah'tan rahmet diliyorum, yaralılara acil şifalar diliyorum, geride kalan ailelerine de sabır ve başsağlığı diliyorum.
Değerli milletvekilleri, elbette ki 2012 yılı bütçesinin son gününde geneli üzerine değerlendirmeler yapıyoruz. Şunu ifade etmek isterim ki 2012 yılı bütçesinin bize göre en çarpıcı yönü, emniyet, güvenlik ve bir bütün savunma bütçeleriyle ilgili olarak bütçenin önemli bir kısmının, yani yüzde 37'lik bir kısmının bu bütçeye ayrılmış olmasıdır. Türkiye tabii ki genç bir nüfus, genç bir ülke, Millî Eğitime ayrılan oran yüzde 35 değerli arkadaşlar. Nüfusun büyük çoğunluğunun genç olduğu bir ülkede, okula gidenlerin ilkokuldan üniversiteye kadar olanlarının yüzdesinin çok yüksek olduğu bir ülkede Millî Eğitime ayrılan bütçe yüzde 35 ama bir bütün savunma ve güvenlik harcamalarına ayrılan bütçe yüzde 37. Üstelik bu dönem savunma ve bir bütün güvenliğe ayrılan bütçede yüzde 7'lik de bir artış var değerli arkadaşlar. Bu çerçeveden baktığımızda, bu bütçedeki güvenlik, emniyet ve savunma bütçesinin daha fazla bu ülkede çatışmalı süreçlere zemin hazırlanmak üzere oluşturulduğu ve bir savaş bütçesi olduğunu söyleyebiliriz.
Elbette ki şunu ifade etmek istiyorum: Bir kadın olarak Parlamentoda bu bütçenin bir barış bütçesi olmasını çok isterdim, arzu ederdim ve hatta Hükûmet adına söz alan arkadaşımız bu kürsüye geldiğinde Türkiye'nin en temel sorunu olan Kürt sorununun çözüldüğünü, demokrasi sorunlarının çözüldüğünü, dolayısıyla bu ülkede artık emniyet, güvenlik gibi konulara çok fazla bütçe ayrılmaması gerektiğini ve daha fazla, bu ülkede yaşayan insanların daha müreffeh bir yaşam sürmesi için eğitime, sağlığa, kültüre daha fazla bütçe ayrıldığını söylemesini isterdim ama ne yazık ki 90'lardan itibaren, yaklaşık yirmi-yirmi bir yıldır böyle bir söylemle bu Mecliste karşılaşmadık. Şunu ifade etmek isterim: Umarım ve dilerim ki bundan sonraki yıllar Türkiye'de barış bütçesinin yapıldığı yıllar olur.
Değerli arkadaşlar, elbette ki AKP iktidara geleli dokuz yıl gibi bir zaman oldu. Tabii ki Türkiye'de yaşananlar dokuz yılla sınırlı değildir. On yıllardan beri bu ülkede insanlar yaşamlarını yitiriyorlar ve elbette ki en önemlisi bu ülkede çocuklar yaşamını yitiriyor. Daha bir hafta önce Mardin'de Fırat İzgi adlı bir genç çocuğumuz, on beş yaşındaki bir genç çocuk kendini yakarak "Bu ülkede barışın sesi olmak istiyorum." diyerek yaşamına son verdi değerli arkadaşlar. Sanıyorum Sağlık Bakanımız da burada. Hastaneye getirilen yani Mardin Devlet Hastanesine getirilen bu gencimiz hastanedeki yetersizlikler nedeniyle başka bir hastaneye nakledilemeden ve elbette ki o sırada -İçişleri Bakanımız da inşallah buradadır- yanmış bir çocuktan ifade almak istenmesinden dolayı zaman gecikti ve bu çocuğumuz ne yazık ki Mardin Devlet Hastanesinde yaşamını yitirmek zorunda kaldı ve yine bu ülkede hazırlanan bu bütçeler nedeniyle yani güvenlik, emniyet bütçeleri nedeniyle Diyarbakır'da Mustafa Malçok isimli bir gencimiz yine kendini yakarak yaşamına son verdi. Yine Evrim Demir Muş'ta ve yine Ceylan Önkol gibi, Uğur Kaymaz gibi, Mehmet Aytun gibi daha bir buçuk yaşındaki küçücük bir bebek polis kurşunuyla yaşamını yitirdi.
İşte, değerli arkadaşlar, şunu ifade etmek istiyorum size: Bütün bu yaşananlardan hareketle diyorum ki, bu Meclisin, bu yaşamını yitiren, bu gencecik yaşta, daha küçücük yaşta, bir buçuk yaşındayken yaşamını yitiren bu çocuklara karşı bir özür borcu olmalıdır onlara daha güzel bir Türkiye, daha güzel bir dünyayı yaratamadığı için. Ben kendi adıma bu yaşananlardan dolayı tüm çocuklardan özür diliyorum ve düşünüyorum ki bu sıralarda oturan bütün milletvekilleri ve başta kadın milletvekilleri arkadaşlarımızın bu çocuklardan bir özür borcu var ve bu özür önümüzdeki dönem mutlaka dilenmelidir diyorum.
Değerli milletvekilleri, şu anda, tabii ki, iktidarda olan AKP'nin iç politikası tamamen kapitalist, modernist bir karaktere sahip olduğu gibi dış politikası da aynı şekilde kapitalist, modernist paradigma temelinde şekillenmektedir. Bu paradigma temelinde şekillenen iç ve dış politikanın elbette ki başarı şansı yoktur. Nitekim AKP Hükûmetinin hem iç hem dış politika konusunda ne kadar başarılı olduğu bugün ve önümüzdeki dönemlerde en fazla konuşulacak, en fazla tartışılacak konulardan biri olacaktır Türkiye'de.
Özellikle, AKP Hükûmetinin Dışişleri Bakanı gibi Başbakan da neredeyse zamanının büyük çoğunluğunu yurt dışında geçirmesine rağmen, son bir yıldır özellikle Orta Doğu politikası çökmüştür değerli arkadaşlar. Komşularımızla sıfır sorun politikasından bütün komşularla sorun politikası başlamıştır. Suriye, İran ve Irak'la PKK karşıtlığı üzerinden kurulan diplomasi, ABD'nin Büyük Orta Doğu Projesi kapsamında Orta Doğu'yu yeniden şekillendirme, yeniden dizayn etme projesiyle başarısız olmuştur. 2002'lerde bu proje kapsamında Orta Doğu'da Ilımlı İslam Projesi'ni yerleştirme çerçevesinde desteklenerek iktidara gelen AKP Hükûmetinin de bu desteğin geri çekilmemesi için ABD politikalarına yattığını, bu nedenle de "Kardeşim Esad" dediği Beşar Esad ile nasıl ilişkilerini kopardığını, yine İran'a rağmen füze kalkanını nasıl Malatya'ya yerleştirmeye çalıştığını ve Türkiye'yi nasıl bir kaosun içerisine sürüklemeye çalıştığını, yine ihracatının önemli bir kısmını Irak'a yapan bir ülke olarak ihracatının bu nedenden dolayı fazla etkilenmemesi için Irak'la olan ilişkilerini tehdit düzeyinde bıraktığını hep birlikte izliyoruz ve biliyoruz değerli arkadaşlar.
Yine, Orta Doğu'da otoriter rejimler ve kırk yıllık diktatörlüklerle 2002'den beri AKP Hükûmetinin çok iyi ilişkileri vardı ancak Büyük Orta Doğu Projesi kapsamında Orta Doğu'ya yönelik müdahale kapsamında diktatörler bir bir ABD tarafından yerlerinden ve koltuklarından edildiler değerli arkadaşlar. Bununla birlikte AKP Hükûmetinin de ne yazık ki bu ülkelerle olan ilişkilerini kopardığını görmekteyiz.
Elbette ki uluslararası ilişkilerin önemli oranda bize göre insan hakları ve demokrasi çerçevesinde kurulması lazım. Elbette ki ülkelerin ve devletlerin de ekonomik çıkar temelinde kurduğu ilişkiler de mutlaka olacaktır ancak yine de bizler, kurulan ilişkilerde ilkesel bir tavır ve duruşun da olması gerektiğine inanıyoruz.
Sayın milletvekilleri, Türkiye'de 2002 yılında yüzde 3-4 civarında bir büyüme öngörülmektedir. Bu büyümenin emekçilerin ve halkın sırtından sağlanmak istendiğini bizler biliyoruz. Yine sendikasızlaştırma politikası, grev hakkının olmayışı ve düşük ücret politikası bu büyüme hedefinin gerçekleşmesi için esas alınmaktadır. Kürt muhalefetinin dışında ne yazık ki bu ülkede güçlü bir muhalefet olmaması, hem Hükûmetin elini güçlendirmekte hem de yasama, yürütme ve yargıyı elinde bulundurmanın verdiği otoriter güçle istediği kanunu çıkarabilmekte ve bu büyümeyi devam ettirebilmektedir değerli arkadaşlar. Ama büyüyen ekonomiye rağmen, halkın refah ve yaşam düzeyinde çok önemli de bir farklılık yoktur. İşsizlik, gerçek anlamda, çok yüksek düzeydedir ve kronikleşmiştir. İş istihdamı son derece düşüktür. Ücretliler bu büyümeden istedikleri payı alamamaktadırlar.
Adaletsiz bir vergi politikası vardır. Sürdürüldüğü söylenen güçlü bütçeyi tüketicinin sırtından, yüzde 70 dolaylı vergilerle sağladığı bilinmektedir. Dünyanın hiçbir yerinde değerli arkadaşlar, böylesine adaletsiz bir vergi sistemi yoktur. Dolayısıyla, bölüşümde ve paylaşımda da bir adaletsizlik söz konusudur.
Özelleştirmelerle -ki, hemen hemen Türkiye'de özelleştirilmedik kamu kurumu kalmadı diyebiliriz- özellikle TOKİ yatırımlarıyla da AKP Hükûmeti kendi çevresinde organik bir sermaye grubu oluşturmuş, bunları ciddi şekilde de palazlandırmaktadır yani bu yüzde 3 veya 4'lük büyüme çalışan ve işsizlere ayrı bir şey getirmemiştir değerli arkadaşlar.
Sayın milletvekilleri, 13 milyon ücretlinin yaşadığı bir ülkede maalesef sendikalaşma oranı son derece düşüktür, bunun yüzde 10 civarında olduğunu söyleyebiliriz. Örgütlü olanlarda da maalesef hem örgütlenme özgürlükleri kısıtlanmakta hem grev hakkı verilmemektedir. Başta Kürt muhalefeti olmak üzere, öğrenciler, muhalefet edenler baskı altında tutulmakta, cezaevlerine atılmaktadır. İşte bugün, 21 Aralıkta KESK ve Türk Tabipler Birliği tüm bunları protesto etmek için bir günlük grev hakkını kullandı ve alanlardalar. Ben buradan, greve çıkan bütün emekçileri, kamu emekçilerinin grevlerini ve eylemini selamlıyorum.
Sayın milletvekilleri, 1924 Anayasası'yla başlayıp kangren hâline dönüşen Kürt sorununun çözülemediğini, her geçen gün can yakmaya devam ettiğini görüyoruz. Sadece son bir yılda bu sorun çözülemediğinden yüzlerce insanımız yaşamını yitirmiştir.
Yine cezaevlerinde ölümler devam etmektedir. En son Erzurum Cezaevinde Mehmet Aras isimli bir yurttaşımız, kanser hastası olan bir yurttaşımız insan hakları örgütlerinin yoğun girişimleri olmasına rağmen ve kanser hastası olmasına rağmen hastaneden evine gönderilmemiş, ne yazık ki, hastane koşullarında ve cezaevinde yaşamını yitirmek durumunda da kalmıştır.
Hâlen cezaevlerinde 18'i ağır olmak üzere, 111'i ölüm sınırında olan yurttaşımız vardır. Hükûmetin cezaevi politikasını acilen değiştirmesi gerekir diyoruz.
Sayın milletvekilleri, Adalet Bakanlığı devasa adliye saraylarını yapmakla övünmektedir. KCK adı altında yürütülen operasyonlarda olduğu gibi mahkemeye çıkarılanların hiçbir adalet anlayışıyla karşı karşıya kalmadıklarını hep birlikte izliyoruz. Sadece ana dilleriyle ifade veremedikleri için üç yıldan beri, bu dava kapsamında tutuklananlar içerdedir.
Şimdi, insan yaşamının cezaevlerinde hiçleştirildiği ve insanı yaşatmak için bir bütçenin ayrılmadığı bir ülkede adalet saraylarının olmasının ne anlamı olacağını ben gerçekten Adalet Bakanına sormak istiyorum.
Başbakanın "Bizden iyi niyet beklemesinler." ve "Terörle mücadele, siyasetle müzakere" açıklamalarından sonra, faaliyetleri açık ve gözetim altında olan belediye başkanlarımız, il, ilçe yöneticileri, belediye il genel meclisi üyelerinin tutuklanmalarına hız verilmiş, bu kapsamda da tutuklananların sayısı 4 bini aşmıştır değerli arkadaşlar.
Son olarak da Başbakan Yardımcısı Sayın Beşir Atalay'ın "KCK ve askerî operasyonların hepsi bir koordinasyon dâhilinde yapılmaktadır. Bunların hepsi kararlaştırılmış, planlanmış ve yürütülmektedir." söyleminin üzerinden daha üç beş gün geçmeden, dün sabah saatlerinde, DİHA, Özgür Gündem, Etik Ajans, Demokratik Modernite ve Gün Matbaası gibi kurumlar basılmış, çok sayıda gazeteci ve çalışanı gözaltına alınmıştır. 90'lı yıllarda, özgür basında çalışanların binaları kundaklanıyordu, yakılıyordu şimdi ise özgür basında çalışanlar tutuklanıp gözaltına alınıyor, cezaevlerine konuyor değerli arkadaşlar. Herhâlde böyle bir demokrasi ve adalet anlayışının olduğu, dünyada, ülke sayısının çok az olduğunu belirtebilirim.
Değerli arkadaşlar, Türkiye'de, tutuklu gazeteci sayısı 71'dir. Bu hâliyle dünyada ilk sıralarda olduğumuzu daha önce belirtmiştik. Buna rağmen Hükûmet, tutuklanan gazeteciler için, ısrarla, mesleklerinden kaynaklı değil gazetecilik faaliyeti dışındaki faaliyetler nedeniyle tutuklandıklarını ifade ediyor. Bize göre onlar illegal faaliyetleri için tutuklanmadılar, sadece, AKP politikalarına karşı oldukları için ve bu politikalara boyun eğmedikleri için tutuklanmışlardır. Ne yazık ki AKP'nin "Ya benden olursun ya da karşıdan olursun." yaklaşımı var. Bu yaklaşım nedeniyle de zaten değerli arkadaşlar, bu yaklaşımın karşısında olanlar her gün, peyderpey, bir bir yakalanıp, tutuklanıp cezaevine atılmaktadır. Zaten, uzun tutukluluk süreleriyle de henüz verilmeyen cezanın da infazı bu şekilde yapılıyor olmaktadır.
Değerli milletvekilleri, dünyaya demokrasi dersi vermeye kalkan Başbakanın ülkesinde, bir buçuk yaşındaki, Şırnak'taki Mehmet Uytun bir polis kurşunuyla öldürüldü; Halil İbrahim Oruç, Bismil'de, 18 Nisanda, bir gösteri sırasında yine polis kurşunuyla öldürüldü ve hâlen Halil İbrahim Oruç hakkında İçişleri Bakanlığının hiçbir çalışması yoktur değerli arkadaşlar; yine, Ceylan Önkol bu şekilde katledildi; Uğur Kaymaz, Yahya Menekşe Şırnak'ta, yine Hakkâri'de bir çocuk öldürülerek dereye atıldığında; yine, bir çocuğun kolu kameralar önünde polis tarafından kırıldığında; yine, eylemlerde, gösterilerde gazlarla yaşlılar öldürüldüğünde; yine, Solin bebek ve ailesi Türk Silahlı Kuvvetlerinin hava bombardımanı sonucu yok edildiğinde; yine, Nusaybin'de polisin ve jandarmanın on iki yaşından daha küçük olan Kürt çocuklarını önlerine katarak mayın tarlasına sürdüğünde ve daha sonra kameralar önünde o çocuklara işkence yapıldığında; yine, üç yaşındaki Y. E. Nusaybin'de polis tarafından beyninden vurularak komaya girdiğinde aile ve sosyal politikalardan sorumlu Bakanın ağzından tek bir kelime çıkmadığı gibi, İçişleri Bakanlığı da hiçbirinin faillerinin bulunması konusunda bir çalışma içine girmedi. Yine Hakkâri Çukurca'da, Kazan Vadisi'nde 36 PKK'linin kimyasal silahlarla öldürüldüğüne dair iddialara da İçişleri Bakanı bir cevap vermediği gibi, bununla ilgili olarak da bir araştırma yapılmasıyla ilgili Meclisin herhangi bir çalışması olmadı. Biliyorsunuz kimyasal silah kullanmak bir insanlık suçudur, bu da herhâlde ileri demokrasinin olduğu ülkemizde Hükûmetimizin iyi bir pratiği oldu.
Değerli milletvekilleri, 2004 yılında Başbakan Moskova'da sorulan bir soru üzerine "Düşünmezseniz Kürt sorunu yoktur." demişti. Bugün atanan İçişleri Bakanı da ona benzer şeyler söylüyor: "Gittim, aradım, bulamadım Kürt sorununu, ne sağlıkta gördüm ne eğitimde." gibi söylemler. "Madem Kürt sorunu yoksa, niye bölgede yüz binlerce asker ve on binlerce polis görevlendiriliyor?" diyoruz biz de. Bugün AKP bölgede polis terörüyle özgürlük ve demokrasi isteyen halkın taleplerini bastırmaya çalışıyor değerli arkadaşlar. Bunun için İçişleri Bakanlığı bütçesinden ne kadarının gaz bombalarına ayrıldığını doğrusu ben merak ediyorum. Ayrıca, atılan gaz bombaları sonucu Van'da İl Genel Meclisi üyemiz Yıldırım Ayhan'ın ve nicelerinin hayatını kaybettiğinin de yine İçişleri Bakanlığı tarafından izah edilmesi gereken bir konu olduğunu düşünüyorum ve Türkiye'de Türkiye kamuoyunun da böyle bir beklentisi olduğunu biliyorum. Hâlbuki sözde güvenlik ve emniyete ayrılan bütçe eğitime ayrılabilirdi değerli arkadaşlar. Bölgede ücretli öğretmenlik meselesi almış başını gitmektedir. Henüz okuldan yeni mezun olan, lisans veya ön lisans mezunu olduklarına dahi bakılmadan öğretmenler, bölgede "geçici öğretmen" adı altında görevlendirilmektedir. Oysa, sırada bekleyen binlerce, on binlerce üniversite mezunu öğretmemiz var. Umuyor ve diliyorum ki, AKP Hükûmeti en kısa zamanda bu arkadaşlarımızı da görevlendirerek sorunlarına bir nebze de olsa çözüm getirecektir.
Değerli arkadaşlar, kadınların özgürlük mücadelesi, tüm insanlığın özgürlük ve demokrasi mücadelesidir. Kadınlar özgürleşmeden insanlığın gerçek anlamda özgürleşmesi ve özgür bir dünyaya kavuşmak da mümkün değildir. İlk baskı, sömürü ve istismar, erkek tarafından kadın üzerinde gerçekleştirilmiştir. Devletçi-iktidarcı sistem, erkek egemenlikli bir sistem olarak şekillenmiştir. Kadın köleliği, baskısı ve istismarı üzerinden şekillenen bu gerçeklik, kadın özgürleşmeden ortadan kaldırılamaz. Bu nedenle, kadın özgürlüğü sadece kadını değil tüm toplumu ilgilendirmektedir. Oysa Türkiye de, maalesef üzülerek belirtmek isterim ki, toplum ahlaki ve manevi olarak bir erozyona uğramaktadır. Siyasi haklardan tutalım yaşam hakkına kastetmeye, kişilik haklarına kadar erkek egemenlikli devlet ve Hükûmet tarafından yöneltilen saldırılar, bir tecavüz zihniyetinin sonucudur. Kadın katliamları, cinayetleri, kadına yönelik şiddet konusunda AKP Hükûmetinin olumlu anlamda yasal ve anayasal değişiklikler yaptığını belirtebilirim. Ama buna rağmen, Mardin'deki N.Ç. davasında ve son günlerde, son bir ay içerisinde İzmir'de polis karakolunda dayak yiyen Fevziye Cengiz olayında da görüldüğü gibi, bir zihniyet değişiminin hâlen Türkiye'de sağlanmadığı görülüyor. Bu zihniyet değişiminin sağlanmamasının önemli nedenlerinden birinin de değerli arkadaşlar, ben, AKP'nin muhafazakâr paradigması olduğunu düşünüyorum.
Değerli milletvekilleri, 2012 bütçesi toplumsal cinsiyete duyarlı bir bütçe değildir. Hiçbir bakanlığın bütçesinde, kadına yönelik politikalarla ilgili bir bütçenin ayrılması söz konusu değildir. 326 milletvekili olan iktidar partisinin Hükûmette tek kadın bakanı vardır. Meclis komisyonlarında yer alan kadın üye sayısının da minimum düzeyde olması bir zihniyeti açığa çıkarmaktadır. İşte, bu zihniyet de değerli arkadaşlar erkek egemen zihniyettir.
Sayın milletvekilleri, şu anda Meclisin gündeminde yeni bir anayasa yapımının gerekli olduğu konusunda Türkiye'de yaşayan tüm toplumsal kesimlerin ve demokrasi güçlerinin bir mutabakatı vardır. Ancak, AKP Hükûmetinin nasıl bir demokratik anayasa yapacağı konusunda tüm toplumsal kesimlerin kafası karışıktır. Bize göre Hükûmet, Anayasa'yı kendi zihniyetine uygun hâle getirmek istiyor. Çünkü, her yere gidip, Türkiye'de ileri demokrasi olduğunu iddia ediyor. Sadece uygulamada bazı eksiklikler olduğundan, eksikliklerin var olduğundan bahsediyor. İleri demokrasi olduğunu söyleyen bir zihniyet, demokratik anayasa yapımına engeldir, ancak kendine göre eksik gördüğü bazı yerleri yamalar. Hâlbuki Türkiye'de, çok köklü, Kürt sorunu gibi çözülmesi gereken demokrasi sorunları olduğu açıktır. Bu anayasa, bu sorunların çözümünü eğer içermiyorsa, asla ve asla yeni bir anayasa olmayacaktır değerli arkadaşlar.
Demokratik bir anayasa, bir partinin Parlamentodaki siyasal gücüne göre yapılamaz. Küçük büyük her toplumsal kesimin temel demokratik haklarının tanınması gerekir. Bir toplumsal kesime "Senin cüssen nedir ki bu kadar hak istiyorsun" asla denilemez. Bunu diyen zihniyet demokratik değildir. Güçlünün zayıfı ezebildiği, zayıfın da büyük olanın dediğini kabul edeceğini söylemek, demokratik olmayan otoriter bir zihniyettir değerli arkadaşlar.
Bir etnik, dinsel ve sosyal kesimin toplumdaki siyasal gücü ve Meclisteki yansıması yüzde 5 olabilir. Böyle bir kesime "Sayın kadar konuş, sayın kadar hak iste" denilebilir mi? "Türkiye'nin kabul edeceği düzeyde hak talep edin" diyebilenlerin zihniyeti de işte bu zihniyetten farklı değildir değerli arkadaşlar.
AKP ve çevresindekiler, egemen ulus zihniyetinin düşünce hegemonyası altında düşünenler bu dayatmanın kabul edilemeyeceğini bilmeliler. "Baskılarız.", "Töhmet altında bırakırız.", "Geriletiriz." deyip ve sonuç olarak toplumdaki en yaygın deyimle "Alavere, dalavere, Kürt Mehmet nöbete." deniyorsa, buna verilecek cevap da elbette ki bunların zamanının çok geçtiğidir yani "Geçti Bor'un pazarı, sür eşeğini Niğde'ye." cümlesi tam da buna uygundur değerli arkadaşlar.
Başbakan "Bu vatan hepimizindir." diyor ama tek milletten vurgulu bir biçimde söz ederek, Türkiye içinde yaşayan diğer halkların haklarını reddediyor. Kürtlerin ve diğer toplulukların varlığı açıkça tanınmayacaksa, Kürtlerin ve diğer toplulukların siyasi iradesi ve öz yönetimleri tanınmayacaksa, ana dilde eğitim olmayacaksa o zaman Türkiye herkesin ortak vatanı olamaz değerli arkadaşlar.
Başbakan, hep "Tek millet.", "Tek dil.", "Tek vatan." gibi tekçi söylemlerle hareket ediyor. "Tek millet." ve "Tek dil." söylemi Kürtlerin Anayasa ve yasalarda kimliğinin ve ana dil talebinin kabul edilmeyeceğini ifade ediyor.
Tek vatanda ısrar eden Başbakana da bizim ısrarlı olarak cevabımız şudur arkadaşlar: Ortak vatanda özgür birliktelik.
Sayın milletvekilleri, AKP nasıl bir anayasa düşünüyorsa bizce kalkıp kamuoyu önünde bunun çerçevesini çizmesi ve kamuoyuyla da bunu paylaşması gereklidir. Kürt sorunu aynı zamanda bir Anayasa sorunudur. Kürt sorununu yaratan 1924 Anayasası'dır. Bu Anayasa yani 1924 Anayasası, Kürtlerin, sol ve siyasal İslamcıların sistemin dışında tutulması sonucu ortaya çıkmış bir anayasadır. Oysa, şimdi AKP'ye bakıyoruz değerli arkadaşlar, kendisi sistem içine girince demokrasi sorunlarının bittiğini ve Türkiye'nin demokratikleştiğini iddia ediyor. İşte, kendine Müslüman ve kendine demokrat anlayışı da bu olsa gerek değerli arkadaşlar.
Sayın milletvekilleri, bölgenin her tarafına irili ufaklı onlarca baraj yapılıyor. Bizler başta Hasankeyf gibi kültürel ve tarihî mirası yok eden yeni barajların neden yapıldığını biliyoruz. Bölgedeki barajların yapımı elektrik üretimini artırmaktan öte Kürt sorunuyla ilgilidir. Bölgenin bütün dere boylarının, yani bütün yerleşim yerlerinin su alanları altında bırakılması planlanıyor. Böylelikle önemli bir coğrafya, hem de verimli bir coğrafya insansızlaştırılmak isteniyor. Bölgeyi bir bütün olarak incelemek yerine sadece Dersim'i değerlendirmek belki bize bu konuyla ilgili vahametin ortaya çıkması açısından yeterli olacak.
Değerli arkadaşlar, Dersim zaten yıllardır askerî, sosyal, ekonomik, kültürel politikalarla önemli oranda boşaltılmıştır. Herhâlde nüfusu oranında en fazla nüfusun kendi toprakları dışında yaşadığı bir ildir. Kalan nüfus da bu yeni barajlarla yok olacak değerli arkadaşlar ve böylece Dersim'in demografik dengesi bozulacak. Elbette ki Dersim'de sadece yok edilmek istenen Dersim'in nüfusu değil, aynı zamanda Alevi kültürünün de yok edilmesidir değerli arkadaşlar.
Barajlar doğa ve kültür katliamıdır. Karadeniz halkı doğa katliamı nedeniyle HES'lere karşı çıkıyor. Bu değerli bir bilinçlenmeyi ifade ediyor değerli arkadaşlar. Ne Karadeniz halkı ne Türkiye'de yaşayan farklı halklar artık kendi coğrafyasında HES'ler istemiyor. Halklar HES'lere karşıyken maalesef AKP Hükûmeti de HES'lerle ilgili yapılacak yerleri âdeta bu halka müjdelemektedir. Türkiye'de enerji açığının olduğu muhakkaktır. Ama bizim AKP Hükûmetine naçizane tavsiyemiz HES'ler ve nükleer santraller yerine daha doğal enerji kaynaklarının bu ülke için yaratılması olacaktır.
Değerli arkadaşlar, şimdiye kadarki yaşadığımız süreç toplumu tüketim toplumu hâline getirmiştir. Ama aynı zamanda yoksulluk o kadar ciddi boyutlardadır ki Dünya Bankasının yoksulluğu yönetme politikası Türkiye'de devreye konulmuştur. Sosyal devlet olma anlayışı büyük oranda ortadan kaldırılırken, yoksulluğu yönetmenin tek yolu, sadaka dağıtan devlet anlayışı olmuştur. İşte, bugün Hükûmetin yaklaşımı, sosyal devlet yaklaşımı değil, sadakacı bir devlet yaklaşımıdır. Bu politika, 2008'de IMF'yle yollarını ayıran AKP Hükûmetinin, yollarını ayırmasına rağmen uygulamaya koyduğu bir IMF politikasıdır. Bu politika da "Halkı yoksullaştır, muhtaç et ve kendine bağla." politikasıdır. Bu politika, AKP'nin bu ülkede yüzde 50 oy alabilmesinde önemli bir faktördür, yani vatandaşın temel hakları sadakaya tahvil edilerek bu yapılmıştır arkadaşlar.
Bugün, Türkiye'de halktan toplanan vergilerin, biz, ne kadarının militarist fonlara gittiğini bilmiyoruz değerli arkadaşlar. Bu Meclisin önemli görevlerinden birinin de halktan toplanan vergilerin nasıl harcandığının halk adına denetlenmesi olduğunu biliyoruz. Bu nedenle, bundan sonraki bakanlıkların bütçelerinin daha şeffaf ve denetlenebilir olması gerektiğini ve bu Meclisin de bu konuda bir irade beyan etmesi gerektiğini ifade ediyorum.
Değerli arkadaşlar, sürem az kaldı, bitmek üzere.
Ben, bir kez daha, hazırladığımız bütçenin, Türkiye'de barışa, demokrasiye, özgürlüğe vesile olmasını diliyorum ve halkın bütçesi olmasını diliyorum. Bundan sonra, bu ülkede yapacağımız bütçelerin barış bütçesi olması temennisiyle hepinizi bir kez daha?
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)
NURSEL AYDOĞAN (Devamla) - ?saygıyla selamlıyorum. (BDP sıralarından alkışlar)
BAŞKAN - Teşekkür ederim Sayın Aydoğan.