| Konu: | 2012 YILI MERKEZÎ YÖNETİM BÜTÇESİ VE 2010 YILI MERKEZÎ YÖNETİM KESİN HESAP KANUNU TASARISI |
| Yasama Yılı: | 2 |
| Birleşim: | 44 |
| Tarih: | 21.12.2011 |
BDP GRUBU ADINA PERVİN BULDAN (Iğdır) - Teşekkür ederim.
Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; ben de öncelikle, Diyarbakır'ın Bismil ilçesinde meydana gelen trafik kazasında yaşamını yitiren yurttaşlarımıza Allah'tan rahmet, yakınlarına sabır diliyorum, yaralılara da acil şifalar diliyorum.
Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; 2012 Merkezi Yönetim Bütçe Yasa Tasarısı'nın tümü üzerinde Barış ve Demokrasi Partisinin görüşlerini sunmak üzere huzurlarınızdayım. Konuşmama başlarken Genel Kurulu saygıyla selamlıyorum.
Hükûmetler, bütçelerini toplum ihtiyaçlarını göz önünde bulundurarak planlarlar ve yürütmenin politik hedefleri doğrultusunda sosyal, kültürel ve ekonomik amaçlarla düzenlerler. Bu nedenle, AKP Hükûmetinin sahip olduğu bütçe programı, onun politik hedeflerinin ve faaliyetlerinin aynası niteliğindedir.
İki yasama dönemidir katıldığım bütün bütçe görüşmelerinde olduğu gibi ne yazık ki 2012 bütçesi de sahip olunan siyasi anlayışın bir sonucu olarak önümüze konmuştur ve bundan ötürüdür ki bütçe, yine kendi halkının gücüne dayanmayan, dolayısıyla halkın çıkarlarını gözetmekten uzak bir biçimde düzenlenmiştir. Demokrasiyi, bilimi ve hukuku, sosyal devlet anlayışını ve özgürlükleri temel alan bir siyasi anlayıştan yoksun olarak hazırlanan bu bütçede çalışanların, yoksulların, kadınların ve çocukların adı yok; toplumun dezavantajlı kesimlerine yönelik olarak ayrılan bir kaynak bulunmadığı gibi, bütçede kurumlar arası ve bölgeler arası eşitsizlikler beslenmeye devam etmektedir.
Bunun yanı sıra toplumun temel gereksinimleri olan sağlık, eğitim, adalet gibi alanlara ayrılan kaynak ise kendisini sürekli olarak tehdit altında hisseden bir devlet için, doğal olarak kısıtlı miktarlarla sınırlandırılmıştır. İç ve dış düşmanın varlığından gücünü alan bir devlet yapısının ortaya koyacağı üzere, Türkiye Cumhuriyeti devleti yine gelirlerinin ve gelecek olan kaynaklarının aslan payını savunma ve güvenlik giderlerine ayırmıştır. Savunma bütçesi bu sene hiçbir neden gösterilmeksizin yüzde 7,4 oranında arttırılmıştır. Üstelik, bütçenin bu kısmıyla ilgili harcamalar karanlıkta bırakılmaktadır.
Şimdiye kadar bütün iktidarlar döneminde yapıldığı gibi AKP Hükûmeti döneminde de örtülü ödenekten yapılan sınırsız harcamalar birer sır olmaktadır. Mevzu silah, tank, top, insanlı-insansız savaş uçakları ve operasyonlar olunca halkın sırtından elde edilen bütçe gelirleri sonuna kadar ve hesap vermeksizin harcanabilmektedir.
Bu harcamaların görünür olmasına gerek duyulmaması, demokratik hukuk devletlerinde kabul edilecek türden değildir. Bütçe şeffaflığı konusunda Türkiye, Uganda ve Zambiya'nın dahi gerisinde bulunmaktadır. Savunmaya ayrılan bütçe dışı kaynakların ise ne kadar olduğu açıklanmamaktadır; en azından, açıklanıyorsa dahi biz Türkiye Cumhuriyeti parlamenterlerine bu açıklama yapılmamaktadır. ABD'ye ve NATO'ya açıklanabiliyorsa bile bu bilgiler bizim ve aynı zamanda Sayıştayın da denetimine kapalı durumdadır. Örneğin Millî Savunma Bakanlığı bütçede de kendisine ayrılan pay dışında iki ayrı kaynaktan beslenmektedir. Bunların biri "modernizasyon" adı altında Türk Silahlı Kuvvetlerine ayrılan kaynak, diğeri ise Savunma Sanayi Fonu'ndan ayrılan bir paydır. Jandarma Genel Komutanlığının bütçesi ise ayrı. Bunların yanı sıra ihtiyaç duyulursa savunma harcamaları için Bakanlık bütçesinden kesinti yapılabilmektedir. Bu para Millî Savunma Bakanlığına aktarılmaktadır. Ortadaki rakamlara rağmen yapılacak bir operasyonun ekonomik maliyeti ise devlet sırrı olarak kalmaktadır. Tüm bunların yanı sıra çeşitli isimlerde kurulan askerî vakıf ve dernekler de silahlanmaya kaynak ayırmak için kullanılmaktadır. Âdeta devlet içerisinde devlet gibi özel bir güçle donatılan Türk Silahlı Kuvvetleri, dünya üzerinde holding sahibi olan tek ordu özelliğini taşımaktadır.
Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; bu sene sınır ötesine düzenlenen operasyonların yirmi altıncısı gerçekleştirildi. Peki, bu operasyonların ekonomimize maliyeti kaç Türk lirasıdır? Biz, bütçeyi kanunlaştıran, bu demokrasi mekânı kabul edilen Parlamentonun asli unsurları olarak bu maliyeti öğrenebilir miyiz? Hayır. Peki, neden, burası demokratik bir hukuk devleti değil mi? Bu iki durum arasındaki tezatlığı, Hükûmet, hangi haklı gerekçeye dayandırmaktadır? Özellikle savunma ve güvenlik amaçlı harcamaların bütçe içerisinde ayrı bir uygulamaya tabi tutulması şeffaflık ilkesini yok saymaktır. Bu Hükûmetin Maliye eski Bakanı Sayın Unakıtan "Hiçbir operasyonun ekonomik izlerini bütçede göremezsiniz." demişti. Sonradan Sayın Cemil Çiçek tarafından yapılan açıklamada, 1984 yılından bu yana PKK ile mücadelede devletin 300 milyar gibi korkunç bir rakamı harcamış olduğunu öğrenmiş olduk. İşte, maalesef, bu seneki bütçe hesaplarının da daha nice milyar dolarları heba etmek üzere denetimsiz ve saklı hesaplarla hazırlanmış olduğunu görmekteyiz. Dolayısıyla, bu bütçeye "hayırlı olsun" demek bizim açımızdan mümkün değildir.
Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; Türkiye, satın alma paritesine göre yapılan sıralamada, silahlanma harcamalarında 17 milyar ile dünyanın 14'üncü ülkesi konumundadır. Bu noktada, Türkiye'de silahlanmaya ayrılan bütçenin ne kadar olduğu, Türkiye'de silah sektörünün kimlerin elinde olduğu, Türkiye'nin hangi tür silahlara ihtiyacı olduğuna kimlerin, nasıl karar verdikleri; kimlerin, nereden, ne tür alımlar yaptıkları; aracılık yapan kurumların hangileri olduğu, nasıl lobi yaptıkları ve kaç lira komisyon aldıkları gibi konuların hepsi meçhuldür. Millî Savunma Bakanlığının bütçe dışı kaynaklar ile birlikte mal ve hizmet alımı giderlerine ne kadar harcandığını hiçbir zaman için tam olarak bilmemekteyiz. Çünkü bu konular devlet sırrı olarak tanımlanmıştır ve üzerine denetimlerin yapılması, bu konuların üzerinde konuşulması yasaktır.
Yine, Türk Silahlı Kuvvetleri personellerinin giderleri, Sağlık Bakanlığı, Adalet Bakanlığı gibi bakanlıkların personel giderlerinin oldukça üzerindedir. Ancak bu giderlerin harcama kalemleri de yine meçhul durumdadır. Valilerin, profesörlerin, müsteşarların maaşları kamuoyuna açıklanmakta iken subayların maaşları, ek ödemeleri ve tazminatları karşılaştırmalı tablolarda yer almamaktadır. Kısacası, son kırk yıldır Türk Silahlı Kuvvetlerinin her türlü malı, harcamaları ve tasarrufları, siyasetin, hukukun ve sivil denetimin dışındadır.
Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; bu durumun ülkemiz açısından elbette ki çok ağır sonuçları ortaya çıkmaktadır. Bedeli ödeyen kim? Yaşamı her geçen gün siyasiler tarafından kendileri için daha da çok zorlaştırdığımız halkımız. İşte, OECD raporu. Türkiye'ye "İşsizlik, yoksulluk ve gelir adaletsizliğinde liderlik sizde." diyor.
Yine, Türkiye, yolsuzluk sıralamasında hatırı yabana atılmayacak bir yere sahip.
Değerli milletvekilleri, ağır vergilerle halkımızın emeğinden elde edilen bütçe gelirlerinin silah tüccarlarının keselerini doldurmak üzere israf edilmesi bu halka yapılacak en büyük haksızlıktır. Bu halkın silahtan, bombadan önce insan onuruna yakışır bir yaşam standardına ihtiyacı vardır. Yaşamını idame ettirebileceği ve ülkesine hizmet edebileceği bir işe ihtiyacı vardır. Bilimsel eğitime, nitelikli bir sağlık hizmetine ihtiyacı vardır. Bu ülkede adalete ihtiyaç vardır. Adaleti sağlayacak doğru düzgün bir yargıya ihtiyaç vardır ve dahası bu halkın sokaklarında artık bombaların patlamadığı, silahların evlatlarını gencecik yaşlarda toprağa düşürmediği, barışçıl bir yaşamın hüküm sürdüğü bir ülkeye ihtiyaç vardır.
Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; Epir Kralı Yunanlı Pyrrhos milattan önce 280 yıllarında İtalya'ya savaş ilan eder ve savaşı kazanır. Savaşın sonucunda Pyrrhos'un 10 bin kişilik ordusundan geriye sadece 15 kişi kalmıştır. Pyrrhos bu kanlı zaferin sonucunda şunu söyler: "Tanrım, bir daha bana böyle zaferler nasip etme." Evet, değerli milletvekilleri, Pyrrhos kanlı zaferler istemediğini milattan iki yüz seksen yıl önce ilan etmiş fakat ne trajiktir, insanlık bin yıllardır savaşın kanlı pençesinden kendisini kurtaramamıştır. Bizim topraklarımız kırk yıldır yürütülen kirli savaştan ötürü acılı bir yurt hâline gelmiştir. Kırk yıldır oğullar, kızlar, her biri can paresi binlerce eş, evlat, kardeş toprağa düşmektedir.
Soruyorum: Silah tüccarlarından başka kim kazanıyor bu savaştan? Kim bu savaş sayesinde bu ülkenin kurtarılmış olduğunu söyleyebilir? Kim bu savaş sayesinde sokakta yürürken, parkta otururken güven içinde olduğunu söyleyebilir? Halkın emeğinden çalınan vergiler ile yürütülen bu savaştan, savaş tacirleri dışında kim karnının doyduğunu, yüreğinin ısındığını söyleyebilir?
Bu devlet, bu Hükûmet, içine saplandığı bu kirli savaş sarmalının içinde her geçen gün daha da kirlenmektedir.
Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; her namlunun iki yüzü varmış aslında, biri kurbanını öldürürmüş, öteki de tetiği çekenin vicdanını. Bu savaş, bu devleti öyle zalim bir hâle getirdi ki her türlü insanlık suçu işlendi bu ülkede. En ağırından trajediler yaşadık ve bu trajedinin tanığı olduk aynı zamanda. İşte, daha geçen hafta, İnsan Hakları Komisyonunda, Dersimli acılı bir baba, devletin silahlı güçleri tarafından kaçırılan kızının cesedinin nasıl parçalandığını anlattı. Doğrusu bu hikâyeyi dinlemeye dahi yürek dayanmıyor ama daha vahimi ise bu coğrafyada bu insanlık dışı hikâyeye sahip binlerce yurttaşımızın olduğu gerçeğidir.
BAŞKAN - Sayın milletvekilleri, ayakta duran sayın milletvekilleri, ayakta konuşan sayın milletvekilleri, eğer dinlemeyeceksiniz kulislere rica edeceğim sizi. Sizi sükûnete davet ediyorum.
Buyurun Sayın Buldan.
PERVİN BULDAN (Devamla) - Savaş bu devleti öyle bir canavara dönüştürdü ki devlet yurttaşını yutarken gözünü oymak, ayağını, kulağını koparmak istedi ve bunu binlerce, ısrarla söylüyorum, binlerce yurttaşımıza yaptı ve AKP Hükûmeti eliyle de devlet bu uygulamalarına, yıl 2011, hâlâ devam etmektedir. Meydana gelen çatışmalarda yaşamını yitiren cenazelere yapılanlar, cenazelere dahi nasıl bir vahşet uygulandığını gözler önüne sermektedir. Bu ülkenin yurttaşları, çocuklarının cenazelerini almaya gittiklerinde tam anlamıyla bir vahşet ile karşılaştıklarını acı içinde haykırmaktadırlar. Hakkâri'nin Çukurca ilçesinde sivil toplum örgütlerinin tespitlerine göre, Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından kimyasal silah kullanılarak öldürüldükleri iddia edilen gerillaların cenazeleri, haftalarca Malatya Adli Tıp morgunda bekletildiler ve ailelerin verdikleri bilgiye göre cenazeler tanınmaz durumda idiler. Birçoğunun kafasının olmadığı ifade edilmekteydi ve tamamen yanık durumda olan cenazeler yakınları tarafından teşhis edilemediler. Seksen yıldır öldürmeye ve öldürtmeye doymamış devlet politikalarının vahşet fotoğraflarını izlemek istemiyoruz artık. Avrupa'da faşist rejimler son nefeslerini verdi, dünya çapında diktatörler devri kapanmaya yüz tuttu.
Bizim ülkemizde devlet zihniyeti seksen yıldır zulmünden hiçbir şey yitirmedi. Bundan seksen yıl önce Dersimli bir Kürt'ün kesik başıyla fotoğraf makinesine poz veren zabitlerin vahşet saçan görüntülerinin üzerinden on yıllar geçti. Devletin güvenlik güçleri, JİTEM ve çeteler kesik baş ve uzuvlarla poz vermeye devam eder oldu. Vahşet çağı bu coğrafyada hiçbir zaman kapatılmamıştır çünkü. Kürt çocuklarının ölüsüne dahi her türlü hakaret yapılmaktadır. Gerilla cenazeleri insanlık dışı bir şekilde parçalanmakta, teşhir edilmekte, hiçbir dinî vecibenin yerine getirilmesine izin verilmeksizin bu cenazeler kimsesizler mezarlığına atılmaktadır. Oysa bu topraklarda yaşayanlara çok görülse dahi insan onuru diye bir şey vardır, bir ölünün dahi hak ettiği birtakım uygulamalar vardır, beden bütünlüğüne zarar verilmeden gerektiği gibi defnedilmesine müsaade edilmesi ve cenazesinin yakınlarına teslim edilmesi gibi. Bu yaklaşım insan olmanın gereğidir. Bütün dinler bunu buyurur ve bütün güzel ahlak öğretileri bunu gerektirir.
Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; 2012 bütçesini görüşüyoruz. 2012 yasama yılına da yeni anayasa çalışmalarıyla gireceğiz. En azından Hükûmet böyle söylüyor ve biz de bu yönlü bir beklenti içerisindeyiz. Peki, neden yeni bir anayasa? Çünkü mevcut Anayasa ile Türkiye'nin ilerleyemediğini hepimiz çok derinden hissediyoruz çünkü ülke, içine saplandığı çözümsüzlüğün ana damarını bu Anayasadan almaktadır. Bu Anayasa bütün organlarıyla gayrimeşru ve antidemokratiktir ve bu Anayasa faşist bir karaktere sahiptir. Fakat siyasal gelişmelere ve Hükûmetin icraatlarına baktığımız zaman özgürlük temelli bir toplumsal projenin geliştirilmediğini görmekteyiz. Tam aksine, Hükûmet antidemokratik uygulamalarına hız vererek demokratik bir anayasanın inşası için elverişli bir zemin yaratma çabasından uzak durmaktadır.
Le Monde gazetesi Türkiye'nin bu hâlini "Arap Baharı, Türk Sonbaharı" başlığıyla gayet iyi özetliyor. Mevcut uygulamalarla âdeta bir korku imparatorluğu yaratılmaktadır. Recep Tayyip Erdoğan dönemi McCarthy dönemi oldu. Türkiye'de bugün itibarıyla yürütülen gözaltı ve tutuklama operasyonları, tarihte Amerikan demokrasisinin kara lekesi olan McCarthy dönemini hatırlatmaktadır. Elinde taş izi olan, poşu takan, komünist akrabası olan, düz ovada siyaset yapan, Hükûmeti protesto eden, HES'lere karşı yürüyen, evinde Mahir Çayan'ın resmini bulunduran, Marx'ın, Engels'in kitaplarını okuyan, sola bakan, sağda durmayan, kısacası biat etmeyen binlerce yurttaşımız gözaltına alınıp tutuklanmaktadır. Belediye başkanı, milletvekili, akademisyen, avukatlar, gazeteciler ve öğrenciler; sayısı 13 bini bulan, terörist olduğuna karar verilmiş yurttaşımız hapishanelere kapatılmıştır.
Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; Hükûmetin sayın üyelerine sormak istiyorum: Demokrasi sandık başında oy kullanmaktan mı ibarettir? Muhaliflerin imha edilmeye çalışıldığı bir ülkede demokrasiyi konuşmak ne kadar mümkün olabilir? Çok iyi bildiğiniz üzere, siyaset sadece Mecliste yapılan resmî bir işlem değildir sayın milletvekilleri. Siyaset, insanın olduğu her yerde, okulda, parkta, sokakta, her yerde yapılabilir. Siyasi düşüncesi çerçevesinde örgütlenip eylem yapan her protestocuyu hapse atmaya yeltenirseniz, bu ülkeyi ne hâle koyacağınızın farkında mısınız? Darbeler dönemi de dâhil olmak üzere, cumhuriyet tarihinin hiçbir döneminde, hiçbir iktidar bu kadar çok siyasi tutuklama yapmamıştır. İstiklal mahkemeleri, DGM'ler nasıl çalıştıysa bugünkü özel yetkili ağır ceza mahkemeleri de aynı işlevi yerine getirmek üzere çalışmaktadır.
"Bizim Hükûmetimiz döneminde 90'lı yıllar dönemi kapandı." diyorsunuz. Kendi döneminizin uygulamalarına bakın, sizin 90'lı yılların uygulamalarından ne farkınız var? O dönemde Kürt milletvekilleri Meclisten yaka paça çıkarılarak cezaevine atılmışlardı, şimdi ise daha baştan Meclise girmelerine izin verilmedi. Bin yıllık devlet hilelerinizle 90 bin seçmenin ve 80 milyonluk Türkiye'nin gözlerinin önünde hiç kızarıp bozarmadan, hak yemenin sıkılmışlığını yaşamadan halkın iradesini çaldınız ve siyasi ahlaktan zerre kadar nasiplenememiş bir şahsiyet bu çalıntı makama büyük bir iştahla oturdu. Sorunumuz elbette ki bu şahsiyetin siyasi erdeme olan ihtiyacı değildir, ne var ki Hükûmetin bu denli çiğ bir şekilde siyasi gaspa soyunmaktan imtina etmek gibi bir mecburiyeti vardır, bu kadar aleni bir şekilde hukuku ayaklar altına almama sorumluluğu vardır.
Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; adalet sistemini oluşturamamış, yargı sistemi iktidarın istemleri doğrultusunda çalışan bir ülkenin cezaevlerini doldurması elbette kaçınılmaz olmaktadır. Her gün verilen mahkeme kararlarından adaletin çürümüşlük kokuları yayılmaktadır. Gözünün üstünde kaşın vardı misali, olmayan sebeplerle gençlerimizi, siyasetçi ve düşünürlerimizi hapishanelere kapatan yargı, tecavüzcüleri, işkencecileri, insanlık suçu işleyenleri ve katilleri bir bir serbest bırakmaktadır. Bu ülkede yakın tarihte işlenmiş 17 bin cinayetin failinden 1 tanesi bile ceza almamıştır. 17 bin cinayetin katilleri halkın içinde dolaşmaktadır. Dahası, yargı bu cinayetlerin soyut olduğuna karar vermiştir. Yargıya göre aydınlatılmayı bekleyen binlerce cinayet birer soyut iddiadan ibarettir. İddialar soyut olunca birkaç gün önce İbrahim Şahin ve adamları bırakılıvermişler bir anda. İşte bu kadar hazindir Türk adaletinin durumu. Yıllardır benim gibi adalet bekleyenlerin daha fazla tahammül edemediği yargının durumu bu kadar içler acısıdır.
12 Eylül darbesinde yaşamını yitirenlere gözyaşı döken, Dersim'de bir katliam yaşandığını kameralara açıklayan Sayın Başbakan, ne yapmayı düşünüyorsunuz? Siz bilmez misiniz ki bu devlet eylül darbesi ve Dersim'le sınırlı tutmadı vahşetini, bu devletin seksen yıllık tarihi katliamlarla doludur ve daha hiçbiri aydınlığa çıkarılmamıştır, hiçbirinin hesabı verilmemiştir henüz. 90 bin masum insan katledildi Dersim'de. İl başkanları toplantısında bir polemiğin tarafına haddini bildirmek amacıyla "Gerekirse özür de dilerim." denecek kadar hafife alınacak bir olay değildir.
İstiklal mahkemelerinde idam edilenlerin sayısı Kurtuluş Savaşı'nda ölenlerin sayısını aşmıştır. 16 bin kişinin katledildiği, 337 köyün yakıldığı, liderinin Diyarbakır meydanında ipe çekildiği Şeyh Sait ayaklanması belleklerimizde durmaktadır. Ağrı'da katledilen binler, Zilan Deresi'ne akıtılan kanlar, 6-7 Eylül olaylarında öldürülüp sürgüne yollanan Rumlar, Maraş katliamında zulmün ayyuka çıkarıldığı olaylar, Sivas'ta katledilen canlar ve daha birçok organize devlet katliamı toplumsal hafızamızda yerini korumaktadır.
Bunların hiçbirinin faili cezalandırılmadı. Devlet elbette ki bu kanlı tarihin hesabını bir gün verecektir. Geçmişiyle hesaplaşmak devletler için tarihsel bir zorunluluktur. Sizin döneminizde olmasa dahi bir gün bu yüzleşme mutlaka gerçekleşecektir fakat şunu bilin Sayın Başbakan: Faili meçhul tutulan binlerce cinayetten, binlerce köyün yakılmasından sorumlu olanlar şu anda, sizin döneminizde hâlâ işlerinin başında oldukları ve de evlerinde sefa içinde yaşadıkları için tarih sizi de yargılayacaktır. Bu devlet, sizin Hükûmetiniz döneminde gerçekleşen yargısız infazlar, hak ihlalleri, iyi çocuk eylemleri, cenazelere uygulanan vahşet ve tutuklama terörü gibi zalimane faaliyetlerin de hesabını vermek zorunda kalacaktır. Bütün hükümranlar saltanatlarını bir gün bırakıp gidiyor Sayın Başbakan, insanlığa kattıkları, halklarına reva gördükleri baki kalıyor yalnızca. Gelin, bu devletin asırlık kanlı politikalarının bir halkası olmaktan vazgeçin, yüzünüzü halkınıza dönün, bu topraklar bir asırdır adaleti, hak olanı, eşitliği ve barışı bekliyor. Bu devletin bütün olanaklarına sahipsiniz. Rotanızı savaştan, kıyımdan çevirin artık. Çocuklarımızı toprağa verdiğimiz yeter. Sırf barışın sesi olmak için çocuk bedenlerini ateşe verenlerin acısının üzerine başka acılar eklenmesin artık. Baskı, gözaltı, sindirme, operasyon, binlerce gözaltı, tutuklama ile Türkiye'yi felakete götürdüğünüzün farkında mısınız?
"Terörle mücadele" bahanesi adı altında Kürt halkına savaş açanlar, kaybedecektir. Bir siyasetçi, bir lider için en kötü durum Kürt düşmanı olmaktır. Kürt sorunu terör sorunu değildir. Ana dilde eğitim, kimlik, kültür, çoğulcu kültürel yaşamı, terörizm olarak suçlayanlar gaflet içindedir Kürt sorunu tarihî, sosyolojik, siyasi, sosyal, kültürel kimlik problemleriyle çözüm bekliyor. Barışa giden yol, demokratik çözüme giden yol uzlaşı ve diyalogdan geçer diyorum ve sözlerimi bu kürsüde birçok kez okunmasına rağmen Cahit Sıtkı Tarancı'nın hepimizin özlem duyduğu "Memleket" şiiriyle bitirmek istiyorum:
"Memleket isterim,
Gök mavi, dal yeşil, tarla sarı olsun;
Kuşların çiçeklerin diyarı olsun.
Memleket isterim,
Ne başta dert, ne gönülde hasret olsun;
Kardeş kavgasına bir nihayet olsun.
Memleket isterim,
Ne zengin fakir, ne sen ben farkı olsun;
Kış günü herkesin evi barkı olsun.
Memleket isterim,
Yaşamak, sevmek gibi gönülden olsun;
Olursa bir şikâyet ölümden olsun." diyorum, hepinizi saygıyla selamlıyorum. (BDP sıralarından alkışlar)