| Konu: | BARIŞ VE DEMOKRASİ PARTİSİ GRUBU ADINA GRUP BAŞKAN VEKİLLERİ IĞDIR MİLLETVEKİLİ PERVİN BULDAN VE ŞIRNAK MİLLETVEKİLİ HASİP KAPLAN'IN, NEVRUZ BAYRAMI KUTLAMALARI İLE EĞİTİM SİSTEMİNE İLİŞKİN KANUN TEKLİFİNE KARŞI YAPILAN PROTESTO GÖSTERİLERİNİN YASAKLANDIĞI VE BU GÖSTERİLERE KATILANLARA YÖNELİK POLİSİN ORANTISIZ GÜÇ KULLANDIĞI İDDİASIYLA İÇİŞLERİ BAKANI İDRİS NAİM ŞAHİN HAKKINDA GENSORU AÇILMASINA İLİŞKİN ÖNERGESİNİN ÖN GÖRÜŞMESİ |
| Yasama Yılı: | 2 |
| Birleşim: | 95 |
| Tarih: | 17.04.2012 |
CHP GRUBU ADINA GÖKHAN GÜNAYDIN (Ankara) - Teşekkür ederim Sayın Başkan.
Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; İçişleri Bakanı Sayın İdris Naim Şahin hakkında verilmiş gensoru önergesi üzerinde Cumhuriyet Halk Partisinin görüşlerini sizlerle paylaşmak üzere söz almış bulunuyorum.
İdris Naim Şahin, 2002 yılından bu yana Türkiye Büyük Millet Meclisinde görev yapan bir milletvekili yani bugün itibarıyla on yıldır milletvekili olan bir Bakan üzerinde konuşuyoruz. 2002 ve 2007 yıllarında İstanbul Milletvekili. 2011 yılından itibaren memleketi olan Ordu'ya transfer edilmiş ve Facebook sayfasında da "Ordu'ya hayırlı olsun." diye duyurulmuş. Bence bu hayırlama, değerli arkadaşlar, sonradan olacakların bir habercisi niteliğindedir çünkü Sayın İdris Naim Şahin, Ordu'dan milletvekili gösterilmesini kendisi için hayırlı bir iş olarak değil, Ordu için hayırlı bir iş olarak görmektedir. Düşünsenize, Ordulular İdris Naim Şahin gibi bir milletvekiline nihayet kavuşacaklardır ve bunun hayırlaması da Facebook sayfasından Sayın Şahin'in bizatihi kendisine düşmektedir.
Şimdi, o gün dikkati çekmemiş bir olay -zaman geçti- 13 Temmuz 2011 tarihinde yani seçimlerden bir ay sonra Sayın İdris Naim Şahin'i İçişleri Bakanlığı koltuğuna taşıdı. Bugün 17 Nisan 2012; yani değerli arkadaşlar, dokuz ay dört günlük bir bakan hakkında verilmiş -benim saydığım kadarıyla- ikinci gensoru üzerinde konuşuyoruz. Daha kaç tanesi verilir bilmiyorum ama şunu itiraf etmek gerekir ki: Türkiye Cumhuriyeti'nin Başbakanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan'a millet sitem etmektedir ki "Böylesine değerli bir şahsiyeti neden yıllarca bizden sakladınız?"
Çünkü Sayın İdris Naim Şahin, AKP Genel Sekreterliği dönemindeki o uzun suskunluk döneminin rövanşını alma kararlılığı içerisindedir. Ben sanmıyorum ki bugün Türkiye Cumhuriyeti'nde yaşayan ve belirli çağa gelmiş olan yurttaşlardan Sayın Şahin'i tanımayan bir kişi olabilsin? Yani bu dokuz ay dört günü çok iyi değerlendirmiştir Sayın Bakan kendisini tanıtma konusunda. Ancak, acaba, bu tanıtma hayırlı bir iş midir, hayırlı bir şekilde devam etmekte midir, bu biraz tartışma konusu.
Bakın, değerli arkadaşlarım, benden evvel konuşan arkadaşlar bazı örnekler verdiler, ben bunları tekrar edecek değilim ama Sayın Başbakanın da "Sürçülisan etmiş." diye tanımladığı bir şeyi sizlerle bir paylaşayım: "Tabii, kara harekâtı bugün yarın başlamış, başlıyor değil. Şartlara göre her an olabilir; bugün olabilir, bir saat sonra da olabilir. Bunun tarihini vermiş değiliz, verecek de değiliz. Yapıldığı zaman fark edilir, yapılır mı yapılmaz mı o da değerlendirilir."
Şimdi, arkadaşlar, anlamaya çalışıyorum, bir kişinin bu cümleleri peş peşe kurabilmesi için o zihin dünyasında kurduğu bir olguyu, bir düşünceyi aktarma çabası içerisinde olması gerekir. Acaba Sayın Bakan konuşmanın şehvetiyle bu cümleleri kurarken topluma ne mesajı vermeye çalışıyor? Bir İçişleri Bakanı olarak vermek istediği bir mesaj var da biz mi algılayamıyoruz? Şimdi, açık ki algılayamayanlar arasında Sayın Başbakan da var çünkü "Sürçülisan etmiş." diyor. Ancak, bu sürçülisanlar burada bitmiyor. Ben bir küçük örnek daha vereceğim ve ondan sonra bu bahsi kapatacağım. Sayın Bakan Muharip Gaziler Derneği Ordu Şubesini ziyaret ediyor ve diyor ki: "Bedel ağır ödendi. Bu bedeli yok sayamayız. Bu bedel çocuk oyuncağı değil. Bu işin şakası olmaz, bu işin ciddisi de olmaz, bu işin hiçbir şeyi olamaz." Şimdi aynı cümleleri bir daha kurmak istemiyorum. Yani Bakan bir şey ifade etmek istiyor -yoksa bu cümleleri niye kursun- ama biz bunu algılamakta biraz güçlük çekiyoruz.
Söyleyecek çok şey var arkadaşlar ancak biz burada bir fâni olarak Sayın İçişleri Bakanını masaya yatırıp sadece onun üzerinde konuşacak değiliz. Eğer Türkiye Büyük Millet Meclisi çatısı altında ciddi bir konuşma yapıyor isek aslında Sayın Şahin'in temsil ettiği Adalet ve Kalkınma Partisinin içişleri politikası üzerine birtakım değerlendirmeler, birtakım sözler söyleyebilmeliyiz. Bir kere, toplum, İçişleri Bakanından Türkiye'nin içinde yaşadığı sorunu, 3152 sayılı Yasa ile kendisine verilmiş olan görev alanını içselleştirmesini bekler, bu çerçeve içerisinde olgulara yaklaşmasını, yurttaşlarla bu çerçeve içerisinde sohbet edebilmesini bekler. Eğer bu içselleştirmeyi yapabilmiş olsaydı Sayın Bakan, Kızılay'da bombayla havaya uçmuş yurttaşlarımızı adet üzerinden saymaya kalkışmazdı. Bakın, bu bir sürçülisan değildir çünkü yurttaşa "adet" demek aslında onu bir insan olarak görme konusunda sıkıntı yaşamak demektir çünkü hukuk fakültesinde insanlara mislî eşyalarla mislî olmayan eşyalar anlatılır.
Erhan Ar adlı bir çavuşumuz var. 24 askerimizin şehit olduğu olayda vücut parçalarını bulamıyoruz askerimizin ve diyor ki Sayın Bakan: "Ceset parçaları bulundu." Bir şehidi ceset parçası olarak tanımlayabilmek, İçişleri Bakanının içinde yaşadığı toplumun hassasiyetlerini ve kendisine verilen görev alanının taşıması gereken sorumluluğu içselleştiremediğini anlatır. Onun için basit bir söz dizimi yanlışı üzerinde durmuyoruz.
Eğer Sayın Bakan bu memlekette yaşayan çoluk çocuğun eksi 20 derece altında o geceleri nasıl geçirdiğini hissedebiliyor olsaydı çadırı gezerken "saray" esprisi yapamazdı. Ben televizyonda, birlikte gezdiği Diyanet İşleri Başkanının o saray esprisi yapılırken gözlerinde nasıl derin bir üzüntü olduğunu görebiliyorum çünkü oranın saray olmadığını asgari standartlarda hayatı gözleyebilen herkes fark edebiliyor.
İki tane güncel meseleden örnek vererek burayı tamamlayacağım. Sayın Bakana göre biber gazı zararlı değildir. Biber gazı o kadar zararsızdır ki sürekli yeni ihalelerle biber gazı alınır ve polis de bunu yerli yersiz kullanır. Bakın, Türkiye Cumhuriyeti'nde bakanlar eğer bir şeyin zararsız olduğunu iddia ediyorlarsa -ki vardı bir zamanlar radyasyonlu çayın zararsız olduğunu iddia eden Bakan, oturup o çayı içmişti; sonradan anlaşıldı ki Karadeniz'de o radyasyon çok ciddi zararlar verdi- ben öneriyorum Sayın Bakana: Gelsin toplumun karşısına, yanına da bir tane polis arkadaşımızı alsın, biber gazını yarım metreden suratına sıksınlar, vücudu en azından gözyaşı vermek suretiyle bir tepki gösterecektir. O gözyaşınız niye akıyor? Çünkü vücudunuz o biber gazına, o zehre bir reaksiyon gösteriyor. Hele sizin eğer kalp hastalığı gibi, eğer solunum yolları rahatsızlığı gibi çeşitli sorunlarınız varsa o biber gazı sizin için ölümcül etkiler yapabiliyor.
Nitekim, değerli arkadaşlar, on yıllık dönemde 10'un üzerindeki yurttaşımızın, bu ölçüsüz biber gazı kullanımı nedeniyle yaşamını yitirdiği bağımsız tabip raporlarına geçmiş durumdadır. Burada "ölçüsüz" derken ne demek istiyorum? Biber gazının ölçüsü mü olur? Biber gazının tadını, şiddetini bilen bir arkadaşınız olarak söylüyorum: Eğer biber gazını kullanacaksanız, kamu düzenini bozan, insanların, örneğin toplanma ve gösteri yürüyüşü yapma hakkına engel olmaya çalışan gruplar varsa, sokak ortasında cinayet işlemeye şartlanmış gruplar varsa o biber gazlarını onun için kullanırsınız, o zaman bu kamu yararına bir işlem anlamına gelebilir.
Bakın arkadaşlar, Erzurum'un Aşkale ilçesinde 5 TEDAŞ görevlisi arkadaşımız, buz tutmuş bir gölde, kendilerini görevli ve sorumlu sayarak göl bisikletiyle içeriye giriyorlar, o elektrik arızasını tamir etmeye çalışıyorlar ve deniz bisikleti ile göle düşüyorlar, cep telefonu görüntülerinden anlıyoruz ki iki saat, o buz tutmuş gölde, çırpına çırpına ölüyorlar.
Ben önce şunu söyleyeyim: Ey İçişleri Bakanı, neden o iki saat, o arkadaşlar buz tutmuş gölde çırpınırken, bir helikopterle kurtarma operasyonu düzenlenemiyor? Acaba bunun sorumluluğunu kendi içinizde hiç duydunuz mu? Eğer duymuş olsaydınız şu cümleyi kurmazdınız? Aşkale'ye gidiyorsunuz, Aşkale'den Pasinler'e geçiyorsunuz -arası en fazla iki saattir- yani bir taziye ziyaretinden sonra iki saatlik başka bir mesafeye gidiyorsunuz ve orada altmış yaşındaki bir vatandaşımız -adı Mustafa Boğaçayır- geliyor size "Sayın Bakan, sizi gördüğüme çok sevindim." diyor. Herhâlde bir yurttaşın kurabileceği bir sevgi cümlesidir bu: "Sizi gördüğüme çok sevindim." Arkadaşlar, böyle bir kibir dünyanın neresinde vardır? Ben sizlere soruyorum: Hangi diktatöryel ülkede "Sizi gördüğüme çok sevindim." diyen bir vatandaşa karşı, bakan falan değil, diktatör "Öyle mi, nereden anlayayım ben senin sevindiğini? Bir takla at da göreyim." der? Böyle bir şey hangi ülkede olabilir sizlerin vicdanlarına sorarım. Güneş gözlüklerinizi takıp yurttaşa yukarıdan bakarak "Sevindiğini bana anlatmak istiyorsan bir takla at." diyebilmek, Türkiye Cumhuriyeti Bakanı olabilecek bir kimsenin söyleyebileceği bir söz değildir. Altını çizerek söylüyorum: Bu bir söz dizimi yanlışı değildir; bu bir hayatı okuma meselesidir, bu, yurttaşa karşı duyulan derin kibrin artık saklanamayacak ifadesidir. (CHP sıralarından alkışlar)
Bakın, bugün 17 Nisan 2012. 17 Nisan 1940 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi 3803 sayılı Yasa'yla köy enstitülerini kurdu. Bu enstitülerde okuyan çocuklar kendi okullarını kendileri inşa ettiler, kendi buğdaylarını kendileri yetiştirdiler, hem keman çalmayı öğrendiler hem matematik hesabı yapmayı öğrendiler. Oraya gelmiş bir Başbakana şeker hastası olduğu için farklı bir menü çıktığı zaman o köy enstitüsünde çalışan, okuyan öğrenciler "Niye Başbakan bizim yediğimiz menüden yemiyor? Niye Başbakana başka bir menü çıkartılıyor?" diye soru sordular, sorgu yaptılar. İşte biz bu köy enstitülerini kapattığımız için, işte bu sorgulayan yurttaş yerine biat eden yurttaş yetiştirdiğimiz için, Mustafa Boğaçayır size "Sen kim oluyorsun? Millet benim, sana o vekâleti veren benim. Sen ne hakla bana bu soruyu soruyorsun?" demedi ve sizin çaldırdığınız çalgıyla oynamaya çalıştı. (CHP sıralarından alkışlar) Bu, Türkiye'nin içine düşürüldüğü acıklı durumun en açık ifadesidir.
Değerli arkadaşlar, bir kez daha söylüyorum: Sadece İçişleri Bakanının kişiliği üzerinden konuşmuyoruz. Aslında, biz, burada, İçişleri Bakanlığı politikaları üzerinde konuşuyoruz. Çünkü, örneğin örgütlenme hakkını istedikleri için, örneğin parasız eğitim istedikleri için, öğrencilerin suratına yarım metreden biber gazı sıkılması, yirmi dört ay F tipi cezaevlerinde tutulmasına ilişkin bir içişleri politikasıdır bizim sorgulamamız gereken.
Sayın Başbakan diyor ki: "Kürt sorunu yoktur, olsa olsa Kürtlerin sorunu vardır." Hemen arkasından İçişleri Bakanı o trene atlıyor, diyor ki: "Ben de bakıyorum; Nişantaşı'ndan bakmıyorum, Şişli'den bakmıyorum, bulunduğum yerden bakıyorum, `Kürt sorunu, Kürt sorunu var.' diyorlar, ben de bakıyorum, göremiyorum." Sayın Bakan, eğer göremiyorsanız, örneğin sizden evvel İçişleri Bakanlığı yapmış, Başbakan Yardımcılığı yapmış olan kişilere bir sorun bakalım, Atatürk Orman Çiftliğinde kimlerle ne görüşmeleri yapmışlar? Habur'da ne yaptınız? Bir dikkat edin bakalım, Hakan Fidan, Emre Taner, Afet Güneş, sık sık el ele tutuşup Oslo'ya tatile gidiyorlar. Bir merak edin, oralarda ne görüşmeleri yapıyorlarmış bakalım. Acaba sizin yok saydığınız meseleyi konuşmak için mi, müzakere etmek için mi oralardalar? Acaba kimlerle yüzde 95 oranında uzlaştınız, anlaştınız? Bu ikiyüzlü politika daha nereye kadar devam edecek ve daha nereye kadar inkâr ederek, yok sayarak, diğer taraftan da sonuna kadar müzakere edip Türkiye Büyük Millet Meclisinin bilmediği anlaşmaları uluslararası gözlemcilerin emrinde, huzurunda yerine getirerek daha ne kadar devam edeceksiniz? Bu ikiyüzlü politika daha nereye kadar sürebilir?
Zamanım azalıyor, birkaç temel konuya da dikkatinizi çekmek istiyorum.
İçişleri Bakanlığının görevleri arasında Anayasa'nın ve 3152 sayılı Yasa'nın kendisine verdiği bir idari vesayet yetkisi vardır. Bu idari vesayet yetkisi keyfî, ucu açık, takdire bağlı bir yetki değildir, bağlı yetkidir. Yani kamu yararı için, yani hizmetin bütünlüğü ve devamı için idari vesayet yetkinizi kullanacaksınız.
Size sordum, dedim ki: "Bu idari vesayet yetkinizi büyükşehir belediyeleri arasında nasıl kullanıyorsunuz? Bana bunun bir dökümünü verir misiniz?" Döküm geldi. Ben size söyleyeyim: Şu anda İzmir Büyükşehir Belediyesinde 8 mülkiye müfettişi, 8 Sayıştay denetmeni, 52 vergi denetmeni, -8 özel yetkili savcının görevlendirdiği- bilirkişi, 20 de müfettiş olmak üzere 96 kişi görev yapıyor. Yani İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı her sabah Belediyenin kapısını bu 100 kişiyle beraber açıyor, 100 kişiyle beraber kapatıyor. Aynı zaman dilimi içerisinde acaba 4 milyonluk İzmir'i 100 kişiyle denetlerken, 14 milyonluk İstanbul'u kaç kişiyle denetliyorsunuz? Ben size söyleyeyim: 7 mülkiye müfettişi, 13 Sayıştay denetmeni, toplam 20 kişiyle. Ankara'yı kaç kişiyle denetliyorsunuz? Toplam 10 kişiyle. Yani özetle, İzmir'e gelince 100, Ankara'ya gelince 10, İstanbul'a gelince 20. Bunun adına "idari vesayet yetkisi" diyorsunuz, öyle mi? İnsanları itibarsızlaştırarak, iddianamede bile cebine 5 kuruş para atmadığından emin olduğunuz, bunu yazamadığınız insanları itibarsızlaştırarak, takvimi 2014'e ayarlı bir operasyon yürütüyorsunuz ve bunun adına da diyorsunuz ki siz: "İdari vesayet yetkisi" (CHP sıralarından alkışlar)
Kendi memurunuz ne diyor biliyor musunuz? Bir polis arkadaşımız diyor ki: "1 Mayısta İstanbul'da gece ikide Taksim'de görev alacağımız söylendi. Biz zaten bir gün önceden görevliydik, 1+1 çalışıyorduk. Sabah yedide geldim, ikide başladık Taksim'de beklemeye. Sabah saat on oldu, insanlar toparlanmaya başladı. Biz bir önceki günün sabahından beri ayaktayız, sabaha kadar bize ne bir çay verdiler ne bir su ne bir parça ekmek. Ben en son 13.20'de gelen telefonu hatırlıyorum. Ertesi sabah beşte işe gitmek için kendi evimde uyandım. Ne zaman eve geldim, önceki gün ne oldu ne bitti, hatırlamıyorum. Neyse, iş yerine gittim, o ayrı konu. Bizi ne zaman bıraktılar, biz eve ne zaman gittik -beyinlerimiz bir yerden sonra kilitlenmiş- hiçbirimiz hatırlamıyoruz. Gittik, bir pastanede kahvaltı yapalım dedik. Pastanede açık olan televizyonda kendimi gördüm, yerde yatan bir kadını tekmeliyordum. Ben böyle bir şey yaptığımı hatırlamıyorum bile. Bütün arkadaşlarım o gün TV'deydi, biri birinin sırtında copu parçalıyor, biri bir kadını saçlarından sürüklüyor.
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)
BAŞKAN - Teşekkür ederim.
GÖKHAN GÜNAYDIN (Devamla) - Bir dakika uzatma alabilir miyim?
BAŞKAN - Hayır, alamazsınız.
Teşekkür ederim.
GÖKHAN GÜNAYDIN (Devamla) - O zaman sözlerimi şöyle tamamlayayım: Bu polis çocukların insanların üzerine biber gazı sıkması ve yerlerde tekmeleyip yaralaması, sakat bırakması AKP'nin içişleri politikasının bir parçasıdır. O polis değildir bunu yapan, bunu yapan validir, bunu yapan İçişleri Bakanıdır. Onun için, bunu tarih affetmeyecek ve bu yalnızca bir gensoru değil, tarihe düşülen bir kayıt olarak galiba hepimizin anılarında yaşayacak.
Hepinize saygılar sunuyorum. (CHP sıralarından alkışlar)
BAŞKAN - Teşekkür ederim Sayın Günaydın.