| Konu: | (10/236, 237, 238, 239) NO.LU ÜLKEMİZDE DEMOKRASİYE MÜDAHALE EDEN TÜM DARBE VE MUHTIRALAR İLE DEMOKRASİYİ İŞLEVSİZ KILAN DİĞER BÜTÜN GİRİŞİM VE SÜREÇLERİN TÜM BOYUTLARI İLE ARAŞTIRILARAK ALINMASI GEREKEN ÖNLEMLERİN BELİRLENMESİ AMACIYLA BİR MECLİS ARAŞTIRMASI AÇILMASINA İLİŞKİN ÖNERGELERİN ÖN GÖRÜŞMESİ |
| Yasama Yılı: | 2 |
| Birleşim: | 93 |
| Tarih: | 11.04.2012 |
MHP GRUBU ADINA OKTAY VURAL (İzmir) - Teşekkür ederim Sayın Başkan.
Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; Milliyetçi Hareket Partisi Grubu olarak, millî egemenliğe, millet iradesine ve demokrasiye müdahalelerin ve buna yönelik girişimlerin, darbe süreçlerinin siyasi, sosyal, ekonomik ve hukuki sonuçlarının tespit edilmesini ve demokrasinin kurum ve kurallarının tesis edilmesi için yapılması gerekenleri belirlemek amacıyla bir Meclis araştırması önergesi vermiş bulunuyoruz.
Amacımız, darbelerin tüm yönleriyle ele alınması, geçiştirilmeden, sembolik olmaktan çıkararak gerçek anlamda araştırılması, demokratik hukuk devletine yakışır bir sorgulama sürecinin başlatılmasıdır çünkü millet iradesini yok sayarak millî egemenliğe, demokrasiye hukuk dışı müdahaleler, her şeyden önce cumhuriyetimizin yegâne dayanağı olan milleti yok saymak anlamı taşımaktadır. Bu sebeple, verdiğimiz bu önerge ışığında, demokrasi tarihimizde birer kara leke olarak yer eden, millî idareyi hiçe sayan darbelerin araştırılmasını çok önemsiyoruz. Bunu, hem darbelerden en çok zarar gören bir parti olarak istiyoruz hem de millet egemenliğine halel getirecek girişimlerin son bulması, bir daha yaşanmaması için istiyoruz.
Bugüne kadar yapılan askerî darbelerden toplumun her kesimi zarar görmüştür. Görev başındaki meşru yönetimler cebren, şiddet yoluyla ve baskıyla yönetimden uzaklaştırılmış, Parlamento feshedilmiş, sendikalar, sivil toplum örgütleri, üniversiteler, demokrasinin olmazsa olmazı sayılan siyasi partiler bu darbelerin ve müdahalelerin muhatabı olmuşlar; sonuçta, demokrasi ve hukuk devleti büyük yara almıştır.
Darbeler ve muhtıralar, Türkiye'de toplumsal olarak ortaya çıkan, meşruiyet içerisinde siyasileşerek devlet mekanizmasında yer bulmasını engelleyen, normal demokratik mekanizmanın işleyişinin temelini teşkil eden süreci sabote eden, özgürlükçü ortamı yok eden, milletin, egemenliğini meşru temsilcileri yoluyla kullanmasını engelleyen bir geleneği oluşturmuştur.
Bu durum, toplumsal açıdan ülkemizin kendi iç dinamiklerini harekete geçirerek sağlıklı bir demokratik sürecin tamamlanmasını mümkün kılacak gelişmelerin de önünü kesmiştir.
Bu anlamda, söz konusu müdahalelerin gerçekleşmesinden önce toplumsal yapının tahrik edilmesi, toplumsal farklılıkların kaşınması, yaşanan çatışmalar, darbe süreci sonrasında ise işkenceler, kötü muameleler, yargı sürecine müdahaleler, mağduriyetler sürecinin de araştırma konusu yapılmasını siyasi ve hukuki meşruiyetin bir gereği olarak addediyoruz.
Değerli milletvekilleri, ülke yönetiminin demokrasi dışı unsurlar tarafından ele geçirilmesi, sivil yönetimin yerine ara rejimlerin bir darbe ya da muhtırayla hâkim kılınmaya çalışılması demokrasimizin olgunlaşmasını, kurumsallaşmasını sekteye uğratmış, demokratik kültürün yerleşmesini, sağlam bir zemine oturmasını engellemiştir.
Biz, hangi nedenle, kime karşı yapılmış olursa olsun bütün müdahalelerin reddedilmesini, demokratik kural ve işleyişin sonuçlarından bağımsız olarak savunulmasını öngören bir ahlaki perspektifi bu araştırma önergesine koymaya çalıştık. Bunun için de "iyi darbe-kötü darbe" ayrımına karşı olmak bir zorunluluktur. Bu sebepledir ki, 27 Mayıs, 12 Eylül, 12 Mart, 28 Şubat ve 27 Nisan arasında tercih yapmak yerine topyekûn müdahalelerin karşısında durmak gibi erdemli ve tutarlı bir yolu tüm siyasi partilerin dikkatine sunmak istiyoruz.
Burada gücün, millet egemenliği ve millet iradesi üzerindeki baskısının zaman içerisinde mahiyet değiştirdiğine de dikkat çekmek istiyoruz. Demokratik hukuk devletine yönelik tehdit odaklarının ve uygulamalarının aynı sonucu verebileceğini son dönemlerde hep birlikte bir kısım uygulamalar neticesinde gördük. Şüphesiz hem ordunun siyasete müdahalesi hem de ordu üzerinden siyaset yapmak, Türk Silahlı Kuvvetlerinin milletimiz nezdinde güvenilirliğini de zedelemektedir.
Demokrasiye ve millet egemenliğine müdahalelerin siyasal sonuçlar doğurduğu açıktır. Her bir müdahalenin, yapıldığı dönemde ve sonrasında siyasal bir amaca yöneldiği ve bu siyasal amaçtan da ayrılamayacağı ideolojik tercihleri doğurduğu açıktır. Biz, bu süreçte güç odaklarının ve siyasal aktörlerin etkisinin de ele alınması gerektiğini düşünüyoruz.
Demokratik yönetimlerin olmazsa olmazı millet egemenliğidir. Cumhuriyetimiz de millî egemenlik temelinde kurulmuştur. Millî egemenliğin millet iradesiyle tesisi, demokratik hukuk devleti anlayışıyla mümkündür. Bu noktada, cumhuriyetimizi kuran millî Kurtuluş Savaşı'mızın amaç ve hedeflerini belirleyen Erzurum Kongresi'nden Sivas Kongresi'ne kadar her zaman millî iradeyi hâkim kılmanın esas olduğunu ifade etmişlerdir. İşte bu irade, cumhuriyetimizin temel anlayışını ortaya koymaktadır. Esasen, 1920'de Türkiye Büyük Millet Meclisinin açılmasıyla birlikte hâkimiyetin kayıtsız şartsız millete ait olduğu vurgusu yapılmıştır.
Mustafa Kemal Atatürk, 2 Şubat 1923 tarihinde İzmir'de yaptığı konuşmada "İnsanlar, iradesine sahip olabilmek için behemehâl egemenliğine malik olmak mecburiyetindedir." ifadesini kullanmıştır, "Ve yine yüz yüze çıkmıştır ki millet egemenliğe sahip olmadıkça kurtuluş yoktur." demiştir. "Arkadaşlar, egemenlik kayıtsız, şartsız daima ve daima milletin uhdesinde kalacaktır." diyerek cumhuriyetimizin temelini ortaya koymuştur. Atatürk'ün bu sözleri, millî egemenliğin hiçbir şekilde millet iradesine aykırı kullanılamayacağını çok net bir şekilde ortaya koyabilmiştir, savaşın sürdüğü yıllarda bile bunu sürdürmüştür.
Kurtuluş Savaşı yıllarında dahi mücadelenin lider kadrosu askerlerden oluşmasına rağmen karar alma inisiyatifi her zaman Türkiye Büyük Millet Meclisinde olmuştur. Öyle ki cumhuriyetin ilanı ve Mustafa Kemal Paşa'nın ilk Cumhurbaşkanı seçilmesinin ardından 19 Aralık 1923'te bir kanunla, Meclis üyesi bulunan subayların Meclis çalışmalarına katılması yasaklanmıştır.
Atatürk'ün "Minber" isimli gazetede orduyla ilgili görüşü ise özellikle darbe gerekçesi olarak Atatürk'ü gösteren kesimler tarafından ibret vericidir. Atatürk, "Şüphesiz ki tek amacı, vazifesi, düşüncesi ve hazırlığı vatanı savunmak olan bu heyet, memleketin siyasetini idare edenlerin verecekleri karara göre faaliyete geçer." demektedir. Atatürk'ün bu ifadesi bile silahlı bürokrasinin, askerî bürokrasinin siyasi iradeye yani seçilmişlere tabi tutulması gerektiğini ifade etmektedir.
Bütün bu gerçeklere ve tespitlere rağmen, özellikle Türkiye'de çok partili hayata geçildikten sonra kimi zaman siyasetin çözüm üretemediği gerekçesiyle, kimi zaman bazı siyasetçilerin darbeci anlayışları desteklemesiyle, kışkırtmasıyla, kimi zaman basiretsiz tavırlarla, kimi zaman da askerin mevcut siyasi ortamı bahane göstererek darbeler yapılmış ve bu şekilde demokrasi tarihimiz sık sık sekteye uğratılmış, milletin egemenlik hakkının kullanılması, ara rejimlerle yönetilme yoluyla engellenmiştir.
Demokrasilerde halkın özgür iradesiyle seçtiği temsilciler halka karşı sorumludurlar, kendilerini seçenlere hesap verirler ve seçmenleri tarafından başarılı bulunamazlarsa yine demokratik yollarla işbaşından uzaklaştırırlar. Oysaki ülkemizde nerdeyse her on yılda bir karşı karşıya kalınan sorun, siyaset dışı unsurların siyasete müdahale etmesi ve bu müdahalelerin demokratik siyasetin doğal akışını ve mecrasını değiştirmeye sebep olmasıdır. Bu anlamda, askerî darbeler, Türkiye'de toplumsal olarak ortaya çıkan taleplerin meşruiyet içerisinde siyasileşerek devlet mekanizmasında yer almasını engelleyen, normal demokratik mekanizmanın işleyişinin temelini teşkil eden süreci sabote eden ve milletin, egemenliğini meşru temsilcileri yoluyla kullanmasını engelleyen bir geleneği oluşturmuştur.
Şüphesiz bütün bu süreç içerisinde, Türkiye'nin demokrasi tarihi muhtıra ve darbelerin talihsiz hatıraları ile doludur. Siyasi tarihimizde meydana gelen kimi zaman "muhtıra", kimi zaman "darbe", kimi zaman da "postmodern darbe" olarak nitelendirilen, demokrasimizi kesintiye uğratan girişimlerin ülkeye verdiği zararları hep birlikte yaşadık. Bu darbelerden toplumun her kesimi zarar görmüştür. En çok da darbelerin zarar göreni siyasi partiler olmuştur; onlar muhatap olmuşlar, en büyük yarayı da onlar taşımışlardır.
12 Eylül döneminde diğer partiler gibi Milliyetçi Hareket Partisi de kapatılmış, Milliyetçi Hareket Partisi ve ülkücü kuruluşlar davasında, bu millete vatan aşkıyla bağlı olan ülkücü, milliyetçi gençlerden kimisi idam sehpalarında can vermiş, kimisi senelerce zindanlarda kalmıştır. MHP ve ülkücü kuruluşlar davasında 587 kişi yargılanmıştır, 220 ülkücünün idamı istenmiş ve 9 ülkücü genç idam edilmiştir. Bu yönüyle, Milliyetçi Hareket Partisi, bu darbenin ve darbeci zihniyetlerin en büyük mağdurudur.
Bütün bu soruşturmalar, idam kararları, ölümler, işkenceler, şüphesiz 12 Eylülde 5 generalin yönetime el koymasıyla sınırlı bir hadise değildir; 2 generali yargılamak ise "12 Eylülü yargılamak" demek değildir. Çünkü bütün bunlar, askerî, bürokratik pek çok fail tarafından gerçekleştirilmiştir. Bu nedenle, darbelerle hesaplaşırken, hesaplaşmanın sembolik olmaktan öteye geçmesi için darbeye zemin hazırlayan, darbeyi yapan, darbe zihniyetini sürdüren bütün sistemin ve topyekûn zihniyetin ele alınması gerekmektedir.
Milliyetçi Hareket Partisi olarak, millî egemenliğe ve demokrasiye aykırı hukuk dışı müdahalelerin siyasi ve hukuki meşruiyetten yoksun olduğunu her dönemde ifade ettik. Milliyetçi Hareket Partisinin kurucusu Sayın Alparslan Türkeş "En kötü demokrasi, en iyi darbe idaresinden daha evladır." şeklinde demokrasiye bakış açısını engin bir tecrübeyle ortaya koymuştur.
Biz, getirdiğimiz araştırma önergesinde, bu anlamda, yalnız darbecileri değil, darbe zihniyetini, darbe süreçlerini ele alan geniş kapsamlı bir araştırmadan bahsediyoruz. 12 Eylül 1980 darbesinin mağduru olarak 21 Ocak 1993 yılında verdiğimiz araştırma önergesindeki işkenceler, kötü müdahaleler, kötü muameleler, yargı sürecine müdahaleler olmak üzere, belirtilen hususların da araştırma konusu yapılmasını hukuki ve siyasi meşruiyetin bir gereği olarak düşünüyoruz.
Evet, 21 Ocak 1993 tarihinde, Milliyetçi Hareket Partisine mensup milletvekilleri, 1980-83 dönemi arasında yapılan işkencelerin soruşturulmasını burada istemiş ama maalesef Türkiye Cumhuriyeti devleti bu işkencelerin sorumluları hakkında bugüne kadar adım atmamıştır.
Esasen 12 Eylülün yargılanma sürecinde de 2010 referandumunda getirilen ve geçici 15'inci maddenin kaldırılmasına yönelik tartışmaların olduğu bir dönemde de Milliyetçi Hareket Partisi sadece bunun kaldırılmasının değil fakat aynı zamanda yargılamasının tamam yapılabilmesi için bir önerge vermiş olmasına rağmen maalesef bu önergeler kabul edilmemiştir. 12 Eylül 1980 darbesinin münhasıran yargılanmasına yönelik bir iradenin Türkiye Büyük Millet Meclisinde kabul edilmemiş olmasını da son derece yadırgatıcı bulduğumuzu ifade etmek istiyorum. Eğer o gün münhasıran yargılanmasına yönelik bir değişiklik yapılmış olsaydı, bugün bu darbecilerin savunduğu labirentlerin oluşturduğu boşluklar bir savunma gerekçesi olarak ortaya konamayacaktı. Ne yazıktır ki, maalesef, 12 Eylül 1980 darbesini münhasıran yargılamaya yönelik bu önergenin reddedilmesi, esasen, bugün, 12 Eylül 1980 darbesinin yargılanması hakkında ortaya çıkabilecek sonuçları da gösterebilmektedir. Bu bakımdan, biz, 12 Eylül 1980 darbe sürecini sadece 2 generale indirgeyerek yargılamanın, açıkçası, bu yönleriyle kapatılmasını, sürecin bu yönleriyle kapatılmasını doğru bulmuyoruz.
Değerli milletvekilleri, askerî bürokrasi, zaman zaman Türk siyasi hayatını, tarih boyunca siyasetin sınırlarını zorlayan, onun alan genişletmesini engelleyen bir parametre olarak bugünlere kadar etkisini sürdürmüştür. Yalnız, millet iradesine dayalı demokrasiyi sadece asker-sivil ilişkileri kapsamında irdelemek kâfi değildir. Demokrasi üzerinde tehdit oluşturan zihniyetleri yalnızca siyaset dışında aramak ve dikkatleri yalnızca bu yöne çekmek bu konudaki tarihî tecrübelerimizi göz ardı etmek olacaktır. Bu kapsamda, yargının, siyasi gücün etkisi altına alınması, medyanın özgürlüğünün önündeki fiilî engeller, demokraside denge ve denetim kanallarının tıkanması, eleştiri ve muhalefet imkânlarının fiilî kısıtlanması gibi hususların da ayrıca zikredilmesi gerekmektedir. Toplumsal tercihlerin oluşmasında son derece önemli olan siyasi ve toplumsal muhalefet ve eleştirilerin, şu ya da bu şekilde korku tüneli içine sokulması veya böyle bir algı oluşturmasının da demokratik sürecin sağlığını etkilediği gayet açıktır.
Ülkemizin politik geçmişinin bize kazandırdıkları, tehlikenin yalnızca siyaset dışından değil, yanlış siyaset ve demokrasi algısının da en az darbeci zihniyetler kadar demokrasimize zarar verebileceğini işaret etmektedir. Muhalefetin yaşamasına ve kendisini geliştirmesine imkân tanımayan, tahammül göstermeyen sistemleri "demokratik parlamenter rejim", bu anlayış sahiplerini de "demokrat" olarak tanımlamak mümkün değildir.
Bu itibarla, demokrasiyi yaşatmanın yolu, sadece dış müdahale kanallarını kapatmaktan değil, bunun yanında diğer siyasal görüşleri de dinlemeyi öğrenmiş, farklı düşüncelere saygı gösteren, onların haklı olabileceğine ihtimal veren köklü bir demokratik dönüşüm zihniyetinden geçmektedir.
Kendi dışındaki tercihleri yok sayan bu siyasal körlüğün, demokratik hayatımıza tıpkı dışarıdan olduğu gibi içeriden de darbe vuracağını anlamak ve bilmek gerekmektedir. Burada esas, ele geçirme psikolojisinden sıyrılmak "Olursa benim olsun, benim dediğim olsun." zihniyetinden bir an önce arınmak olmalıdır. Bütün müdahale arayışları, demokratik sisteme olan güvenin zayıflaması ile artacak ve toplumsal destek bulacak, demokrasiye olan inancın artması ile son bulacaktır. Bu nedenle, milletimiz nezdinde siyasi sisteme karşı duyulan güvensizliğin tohumlarını ekmekten, itici, uzaklaştırıcı, aşağılayıcı tavırlardan kaçınmak siyasetçinin temel görevlerinden biridir.
Demokrasiye ve millet egemenliğine müdahalelerin siyasal sonuçlar doğurduğu açıktır. Gerçekten, her bir darbe öncesi ve sonrasında darbenin bir siyasal ve ideolojik tercihleri her zaman olmuştur. Bu bakımdan, bu süreçlerde siyasal aktörlerin etkileri de ele alınmalıdır. 1960, 1980 ve 28 Şubat süreci gibi darbe ve müdahaleler sonucu oluşan yeni siyasal yapılanmanın doğurduğu sonuçların ve dönüşümün etkisi ve sebebi de incelenmelidir.
Darbelerle siyasi partilerin oluşturduğu ana siyaset mecraları yok sayılmıştır, tecrübeler yok sayılmıştır, halkın tercihleri köklü ve tecrübeli siyasi hareketler yerine konjonktürel siyasi hareketlere yönlendirilmiştir. Böyle bir yapısal gelişme, demokrasinin vazgeçilmez unsurları olan siyasi partileri etkilemiş, siyasi partilerin halkla kurumsal ilişkilerinin ve halka karşı sorumluluğunun yerine, daha dar anlamda kişisel veya grupsal sorumluluklar etkin olmuştur. İşte böylesine bir durum, seferber edilen seçmen kitleleri oluşturmaya yönelik bir siyaset anlayışını da beraberinde getirmiştir.
Bu anlamda 28 Şubat süreci sonrasındaki siyasi yapılanmalar, 27 Nisan sonrasında 4 Mayıs 2007'de Dolmabahçe'de yapılan görüşmeler, müdahalelerin ve müdahale girişimlerinin ortaya çıkmasını açıklığa kavuşturabilecek niteliktedir.
Demokratik süreç ve yönetim anlayışına yönelik müdahalelerin sadece ülke içinde güç paylaşımı arayışından kaynaklanmadığını, aynı zamanda bu süreçlere dış unsurların etkisinin de göz ardı edilmemesi gerektiğini düşünüyoruz. 12 Eylül 1980 darbesini "bizim çocuklar" diyerek algılayan dış çevrelerin, uluslararası güç dengesi içerisinde Türkiye'yi içindeki güçlerle kontrol etme amaçlarını araştırmaya konu süreçlerden arındırmak mümkün değildir.
Özellikle son zamanlarda "demokrasiye müdahale" adı altında ortaya çıkan birtakım planların, varlığı ya da yokluğu dava konusu yapılan bu planların ortaya çıkış süreci, akamete uğrayışı, bütün bunların bütün bu süreçlerde ele alınması gerekmektedir.
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)
BAŞKAN - Lütfen sözlerinizi tamamlayınız.
Buyurunuz.
OKTAY VURAL (Devamla) - Şüphesiz bütün bu süreçlerin, aynı zamanda Türkiye'nin siyasal rekabet sürecine de müdahale olduğunu görmemiz gerekmektedir.
Değerli milletvekilleri, Türk devlet felsefesi, millî bütünleşme ve millî demokrasi ülküsüne dayanır. Demokrasi, milletin siyasi, kültürel ve iktisadi yönetime katılması, siyasi, kültürel ve iktisadi hâkimiyetin millete ait olmasıdır. Demokrasinin kökleşmesi ve gerçek anlamıyla millî egemenliğin tesisi ancak ve ancak böyle bir yapı içerisinde mümkün olabilir.
Milliyetçi Hareket Partisi olarak, bütün bu darbe süreçleri içerisinde ve bütün bu süreçlerin toplum ve devlet hayatımız üzerinde meydana getirdiği tahribatın ortaya konulması, maddi ve manevi zararların, mağduriyetlerin ve hak ihlallerinin bütüncül bir şekilde araştırılması ve müdahalelerle karşı karşıya kalınmaması, gerekli tedbirlerin alınması için Meclis araştırması yapılması amacıyla verdiğimiz bu önerge doğrultusunda, diğer siyasi partilerle bir komisyon kurulmasına yönelik bir iradenin belirlemesini milletin?
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)
OKTAY VURAL (Devamla) - ?bir zaferi olarak gördüğümü ifade ediyorum.
Hepinize saygılarımı arz ediyorum. (MHP, AK PARTİ ve CHP sıralarından alkışlar)
BAŞKAN - Teşekkür ederiz Sayın Vural.