| Konu: | BİRLEŞMİŞ MİLLETLER GEÇİCİ GÖREV GÜCÜ BÜNYESİNDE TÜRK SİLAHLI KUVVETLERİNİN 5 EYLÜL 2012 TARİHİNDEN İTİBAREN BİR YIL DAHA UNIFIL HAREKÂTINA İŞTİRAK ETMESİ HUSUSUNDA ANAYASA'NIN 92'NCİ MADDESİ UYARINCA HÜKÛMETE İZİN VERİLMESİNE DAİR BAŞBAKANLIK TEZKERESİ |
| Yasama Yılı: | 2 |
| Birleşim: | 127 |
| Tarih: | 29.06.2012 |
BDP GRUBU ADINA NAZMİ GÜR (Van) - Teşekkür ederim Sayın Başkan.
Değerli arkadaşlar, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin 2006 yılında kabul ettiği 1701 sayılı Karar ve Türkiye Büyük Millet Meclisinin daha önce kabul ettiği 880 sayılı Karar'la bir yıl için Türkiye'nin Lübnan'da bulunan Birleşmiş Milletler Barış Gücü'ne katkısına ilişkin Hükûmetin sunduğu tezkere üzerinde grubum adına söz almış bulunuyorum. Hepinizi sevgiyle, saygıyla selamlıyorum.
Değerli arkadaşlar, on yıldır bir AKP Hükûmeti iktidarda, büyük bir çoğunlukla ve her üç seçimde de gücünü arttırarak iktidara geldi. Bu iktidara gelişi hem iç politikada hem de dış politika uygulamalarında ya da dış siyasette kendini gösteren, kendine güvenen, biraz da agresif bir yan ortaya koyan bir tarz izledi. Dış siyasette kuşkusuz bu agresiflik kısa vadede bir popülarizm katabilir. Örneğin Libya'da Sayın Başbakanı binler karşılayabilir ya da Mısır'da ama sonuçta, uzun vadede Türkiye'nin Orta Doğu'da ya da kendi bölgesinde güçlü, modern, demokratik ve gerçekten rol model ülke olacak bir ülke dış politikası olmaktan oldukça da uzaktır.
Bu tezkere konuşulurken kuşkusuz Orta Doğu'daki küçük ama işgal ettiği yer itibarıyla da bütün bu Orta Doğu siyasetini etkileyen Lübnan gibi bir ülkede iç barışın ve istikrarın sağlanması için Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin aldığı karara binaen ülkemiz de buraya belli sayıda bir askerî güç veriyor. Tezkerede de okuyacağınız gibi, görüldüğü gibi bunun çerçevesini, o görev gücünün çerçevesini de yetkisini de Hükûmete veriyoruz.
Buraya kadar her şey normal ama bundan sonrasını biraz değerlendirmeye tabi tutmamız lazım, biraz konuşmamız gerekir, o da Hükûmetin sürdürdüğü Orta Doğu politikasıdır.
Orta Doğu, yaklaşık yüz, yüz elli yıl önce İngilizlerin, o günkü egemen güçlerin biçimlendirdiği bir statükoya sahip ve bu statüko günümüze kadar sürdü, devam ediyor, ama artık bu statüko egemen güçlerin politikalarını, çıkarlarını koruyacak bir durumda değil, olmadığı için de hem işgal ettiği yer hem yer altı zenginlikleri, petrol ve özellikle su konusunda dünyanın en problematik alanı olan Orta Doğu'da artık taşlar yerinden oynuyor.
Amerika Birleşik Devletleri'nin Irak'a müdahalesiyle, iki Körfez savaşı sonrası bu statüko değişikliğinin en güçlü, en somut örneği gerçekleşmiş oldu ve artık o statükoyu kuranlar, yüz yıl önce kuranlar şunu açıkça ifade ediyorlar bu davranışlarıyla, "Artık buradaki bu egemen devletlerin ve onların otoriter rejimlerinin bize sağlayacağı pek bir fayda yok, biz onun için yüz yıllık bu süreci değiştiriyoruz, statükoyu değiştiriyoruz, bu statüko içinde ben yeni bir statüko ilan ediyorum." Buna kimileri Büyük Orta Doğu Projesi diyor, kimileri başka şey söylüyor. Biliyorsunuz Sayın Başbakan da bu Büyük Orta Doğu Projesi'nin "eş başkanı" sıfatını taşıyor aynı zamanda. İşte, bu statüko değişikliği acaba Orta Doğu'da egemenlerin çıkarına mı, yoksa Orta Doğu'daki ezilen halkların çıkarına aykırı mı değişiyor; bütün mesele burada düğümleniyor.
Biz isteriz ki Orta Doğu'da Türkiye, dış politikasını sürdürürken, eski Osmanlı hayallerinden uzak, gerçekten ekonomisiyle güçlü, askerî gücüyle belki de caydırıcı, demokrasisiyle de bütün Orta Doğu'yu etkileyecek lider bir ülke olsun ama bunun bir ön şartı var, önce kendi evinde bu söylediğimiz şeyleri sağlaması gerekiyor. Demokratik standartları yükseltmesi gerekiyor, otuz yıldır süren bir iç çatışmayı sonlandırması gerekiyor, barışçıl yöntemlerle, müzakere yöntemleriyle sonuçlandırması gerekiyor, Kürt sorununu çözmesi gerekiyor. Çözmesi gerekiyor ki, eğer Türkiye, gerçekten Orta Doğu'da statükolar değişirken kendi bölgesinde büyük bir güç olmak istiyorsa ve gerçekten kendi bölgesinde lider bir ülke olmak istiyorsa, Orta Doğu'da lider bir ülke olmak istiyorsa, bir tek ön şartı var bunun: Kürt meselesini çözmek.
İkincisi, evrensel demokratik kuralları haiz ileri demokratik bir rejimi yerleştirmek, kurmak; başka da bir yolu yoktur Türkiye'nin Orta Doğu'da -bundan sonra nasıl şekillenecekse- yer kapması için.
Uluslararası güçler, tabii ki, Orta Doğu'da taşlar yerinden oynarken ve Orta Doğu'da statüko değişirken kendi çıkarlarına göre şekillendirecekler, halkların çıkarlarını, ezilen halklarımızın çıkarlarını göz ardı edecekler. Burada, Türkiye de "Ben de buradan bir şey kapayım." gibi bir yaklaşımla, "Rol kapayım." gibi bir yaklaşımla girerek Orta Doğu halklarına, birlikte yaşadığı bütün halklara en büyük hakareti, en büyük vefasızlığı göstermiş olacaktır. Çünkü biliniyor ki bu Orta Doğu coğrafyasında bin yıllık bir süredir Türkler, Araplar, Kürtler, Farslar ve diğer halklar birlikte yaşıyorlar, ortak bir kültür oluşturdular. Biliniyor ki Orta Doğu üç semavi dinin ortaya çıktığı büyük bir uygarlık merkezi. Biliniyor ki Orta Doğu farklı inançların, farklı kültürlerin, farklı dillerin, farklı etnik grupların barındığı dünyanın en önemli uygarlık merkezlerinden birisi. Böyle bir yerde rol kapmak, böyle bir yerde etkili olmak ancak ve ancak o halkların diline, kültürüne, varlığına saygı göstermekle mümkün olabilir.
Peki, pratikte böyle mi işliyor? Hayır, pratikte böyle işlemiyor. Neden? Çünkü Orta Doğu'da taşlar yerinden oynarken, Türkiye, rol kapma amacıyla bütün bu değerleri, bütün bu iyi ilişkileri, geçmiş tarihi bir kenara iterek, farklı güçlerin belki de çıkarına bir hamle yapmak istiyor.
Sayın Başbakan bütün Arapların lideri olmak isteyebilir, Sayın Başbakan bütün Müslümanların sultanı, lideri olmak isteyebilir. Bu, doğal da karşılanabilir ama dış politikada, reel politikada, günümüz dünyasının Orta Doğu politikasında böyle bir heves, böyle bir istek kuşkusuz hoş karşılanmaz, iyi de olmaz, halkların çıkarına da hizmet etmez.
Irak'taki savaş Irak'ta farklı, yeni bir durum ortaya çıkardı. Irak'ta Saddam rejiminin tasfiyesiyle birlikte yeni Irak'ın oluşturulması için ciddi bir uluslararası çaba söz konusu oldu. Bu çabalar sürerken Türkiye bir taraftan mezhepsel ilişkiler geliştirerek, Irak'taki Bağdat Hükûmetiyle -merkezî Hükûmetiyle- bugün ciddi bir çelişki yaşıyor. Bağdat'taki Sünnilerle sürdürdüğü ilişkiyle, Kürtlerle sürdürdüğü farklı bir ilişkiyle, AKP'nin Orta Doğu'daki en önemli değişimin, altüst oluşun, yıkımın yaşandığı ve yeniden halklarının birlikte eşit, özgür, demokratik bir şekilde bir gelecek yaratma umuduyla bir araya geldikleri Irak politikasında maalesef Hükûmet sınıfta kalmış durumda. İşte Bağdat'taki Şii Başbakanla bizim Başbakan arasındaki gerilim, tıpkı Esad'la Sayın Başbakan arasındaki gerilim gibi adım adım, adım adım, adım adım ilerliyor. Ne zaman bir çatışma potansiyeline dönüşecek, krize dönüşecek diye herkesin yüreği ağzında.
Öte yandan Suriye? Hiç kuşkusuz Suriye konusunda hiçbirimiz, bu Mecliste bulunan hiç kimse Esad rejimini onaylamaz; Esad rejiminin halkına karşı gerçekleştirdiği ve neredeyse "katliamlar" diyebileceğimiz saldırılarını haklı görmez, göremez, insanlık vicdanı buna el vermez ama herkes elini vicdanına koysun, AKP'nin Suriye politikası gerçekten doğru bir politika mı? AKP'nin sürdürdüğü Suriye politikası gerçekten Türkiye'nin çıkarına, yararına bir politika mıdır? Bunu elinizi vicdanınıza koyun ve düşünün, bir an düşünün.
Değerli arkadaşlar, bu politika, bu gerilim politikası, işte bir uçağın düşürülmesine kadar vardı. Yani, eğer uluslararası güçler "Haydi vur." dese belki de Suriye konusunda bir savaşın yaşanacağı ciddi bir kırılmayı yaşayabilirdik. Peki, bir ülkeyi savaşın eşiğine götürmek, savaştırmak bu kadar kolay mıdır gerçekten? Bir ülkeyi savaşın eşiğine getirmek yanlış yürüyen bir dış politikayla, yanlış oluşan bir dış politikayla bu kadar bağlantılıyken bunda ısrar etmek gerçekten gerekli midir? İşte, Suriye konusunda da Orta Doğu'daki taşlar oynarken, onların, diktatörlerin yönettiği ülkeler bir bir düşüyor, bir bir değişiyor. Elbette ki, bu değişimden Türkiye de nasibini alacak. Çevremizdeki komşu ülkelerde özellikle demokratik rejimlere doğru evrilme konusunda halkın isteğini ve talebini bir tarafa bırakacaksınız, onu görmezlikten geleceksiniz ama gelecekte şu ya da bu biçimde o ülkenin iç dinamikleriyle birlikte "Ben bir şey kapabilirim." hesabı yapmak da, böyle pragmatik bir yaklaşım da dış politikada bizim hoş göreceğimiz bir yaklaşım değil.
Değerli arkadaşlar, Mısır'da, biliyorsunuz bir seçim gerçekleşti. Seçim yapılırken, halkın oyu, halkın iradesi açığa çıkarken orada şu anda egemen olan askerî rejim, deyim yerindeyse, maç oynarken kuralları değiştirmeye başladı ve o kurallar değişirken de ben Sayın Dışişleri Bakanımızın ya da Dışişleri Bakanlığımızın bu konudaki bir tepkisini, bir yaklaşımını görmedim. Yani, Mısır'daki değişimle Mısır'da nihayet neredeyse doruğa ulaşan bir Arap Baharı yaşanırken Hükûmetin Mısır'da olup bitenlere kısmi olarak sessiz kalmasını da anlamak mümkün değil.
Değerli arkadaşlar, hiç kuşkusuz Orta Doğu'da barışın ve istikrarın sağlanması ancak ve ancak Orta Doğu halklarının barış, kardeşlik, eşitlik, demokrasi ve özgürlük taleplerinin ve bu taleplerin demokratik rejimler eliyle yerine getirildiği bir tarzda mümkün olabilir. Bunun dışındaki bütün oyunlar, bunun dışındaki bütün yaklaşımlar, bunun dışındaki, Hükûmetin ya da bu devletin oluşturduğu dış politika yaklaşımları Orta Doğu'daki gerilimi artırmaya, Orta Doğu'daki gerilimi halklar lehine bozmaya zorlayacaktır. Onun için biz, bir kez daha AK PARTİ'ye ve onun denetimindeki dış politika yapıcılarına, Dışişleri Bakanlığına çağrıda bulunuyoruz.
Bizim, Orta Doğu'da Orta Doğu halklarıyla tarihsel bağlarımız var, evet güçlü tarihsel bağlarımız var. Bizim, Orta Doğu'da dinî inanç bağlamında çok güçlü bağlarımız var, evet çok güçlü bağlar var. Bizim, Orta Doğu'daki halkların birlikte yaşama kültürü var, ortak kültürümüz var, ortak yarattığımız değerler, kültürler var. Buna saygı göstererek, bunu göz önünde bulundurarak bir dış politika yapmaya ve AKP'yi bu dış politika konusunda da ciddi ve samimi olmaya davet ediyoruz.
Değerli arkadaşlar, Orta Doğu'daki barışın ve istikrarın sağlanması ancak ve ancak barışçıl politikalar üretmekle mümkün olabilir. Orta Doğu'da komşularınızla, Orta Doğu'daki diğer devletlerle, egemen uluslarla gerilimi tırmandıran, sadece çıkar ilişkisi üzerine şekillenen bir siyaset izlerseniz ya da başkasının değirmenine su taşıyacak bir tarz ve yöntem, söylem izlerseniz Orta Doğu'nun, Orta Doğu'daki halkların barış çabalarına, birlikte yaşama çabalarına da en büyük baltayı siz vurmuş olursunuz.
Biz parti olarak, Türkiye'nin, ülkemizin yurt dışına askerî güç göndermesine prensip olarak karşıyız. Daha önceki birçok yurt dışına asker gönderme, savaş tezkerelerine bu parti tepkisini ortaya koydu, bu parti eleştirilerini ortaya koydu. Barışçıl amaçlarla olsa bile Lübnan'a askerî güçlerin gönderilmesini, başka güçlerin Orta Doğu'daki çıkarlarına bekçilik yapılmasını biz onaylamıyoruz.
Ancak Türkiye ne yapabilir? Türkiye, Orta Doğu'da gerçekten barışın ve istikrarın sağlanmasını istiyorsa, Lübnan'da özellikle, demokratik gücüyle, barışçıl politikalarıyla, demokratik örgütleriyle barış gücü oluşturarak, oradaki toplulukların tamamına eşit mesafede durarak, oradaki bütün etnik toplulukların, dinî azınlıkların birlikte yaşama kültürünü destekleyerek, böyle bir barış gücü oluşturarak ancak sivil bir barış gücü olarak Türkiye orada barışa katkı sağlayabilir.
Türkiye'nin o bölgedeki geçmişi bunu gerektiriyor. O bölgedeki geçmişi, Türkiye'nin, oraya asker yığmakla, asker vermekle, başkasının çıkarlarına bekçilik yapmakla olmaz; ülkemizin onurunu, ülkemizin prestijini Orta Doğu'da halklar nezdinde ancak böyle yükseltebiliriz.
Beni dinlediğiniz için hepinize teşekkür ediyorum. Saygılar sunuyorum. (BDP sıralarından alkışlar)
BAŞKAN - Teşekkür ediyorum.