| Konu: | 2013 YILI MERKEZÎ YÖNETİM BÜTÇESİ VE 2011 YILI MERKEZÎ YÖNETİM KESİN HESAP KANUNU TASARISI |
| Yasama Yılı: | 3 |
| Birleşim: | 46 |
| Tarih: | 20.12.2012 |
BDP GRUBU ADINA İDRİS BALUKEN (Bingöl) - Teşekkür ediyorum Sayın Başkan.
Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; 2013 bütçe kanun tasarısı hakkında grubumuz adına kapanış konuşmasını yapmak üzere söz almış bulunmaktayım. Heyetinizi ve ekranları başında bizi izleyen sevgili halkımızı sevgiyle, saygıyla selamlıyorum.
Değerli Başkan, değerli milletvekilleri; Parlamentonun bütçe hakkını kullanmak üzere 2012 Türkiye'sinde artık son güne gelmiş bulunmaktayız. 2013 bütçesinin kabul edileceği bu günde, Türkiye, 2013 bütçesinin gayrimeşru olduğu konusunda bütçe dönemi boyunca epey tartışmalar yaşadı. Bu tartışmalar daha çok Sayıştay raporlarının eksikliği üzerinden yürütüldü.
Belirtmek gerekir ki bütçede içeriği belli olmayan "örtülü ödenek" adı altında, sınır komşularımızdaki ülkelerde savaşa aktarılan bütçe gelirlerinin halktan, Parlamentodan saklanması da 2013 bütçesini gayrimeşru kılmaktadır. Bütçenin evrensel ilkelerini ihlal ederek bizle ilgisi olmayan bir iç savaşa para aktarılmakta, şeffaflık ve açıklık ilkeleri hiçe sayılmaktadır.
Aslında, gayrimeşrulukla ilgili en önemli nokta Parlamentonun mevcut durumudur. Şu anda 9 tutuklu milletvekili, yasama sürecinin en esaslı döneminde cezaevlerinde bulunmaktadır. 541 seçilmiş milletvekiliyle bütçeleme hakkını kullanmaya çalışmak başlı başına bir meşruiyet problemidir. "Egemenlik, kayıtsız şartsız milletindir." deyip, yüzde 50 oy alıp "Milleti temsil ediyoruz." söylemlerini dilinden düşürmeyen AKP Hükûmeti, yapılan her kanun ve bütçeleme hakkını gayrimeşru kılan tutuklu vekilleri bir an önce serbest bırakmalı; Türkiye halklarının, iradesini Mecliste temsil etmek üzere teslim ettiği milletvekilleri bir an önce yasama faaliyetlerine bu Meclis çatısı altında başlamalıdır.
Tutuklu vekillere yaklaşım, dar siyasi çıkarlar üzerinden değerlendirilmemeli, bir devletin yasama işlerini yürüten parlamentonun meşruluğu üzerinden değerlendirilmelidir. Elbette, mevcut durumda, cezaevlerindeki milletvekillerini hapsetmekten çok, tutuklu vekillerin aldığı oyun sahibi halkın iradesini hapsetmektesiniz.
Bakın, bir karşılaştırma yapmak istiyoruz ve bu konuda sizlere bir ufuk açmak istiyoruz. Parlamentodaki milletvekilleri olarak bizler, gerek tutuklu arkadaşlarımızın serbest bırakılması gerekse Türkiye'nin demokratikleşmesi için yasaları Genel Kurulda AKP'nin parmak çoğunluğuyla hiçbir şekilde geçiremezken, bu yönlü gündemleri maalesef burada işletemezken, tutuklu milletvekillerimiz, kendi durumlarına, üstlerine dayatılan hukuksuzluklara aldırmadan seçmenlerine verdikleri sözün gereği olarak Türkiye'nin demokratikleşmesi ve Kürt sorununun çözümü için bedenlerini ölüme ve açlığa yatırmak suretiyle kırk beş gün boyunca onurlu bir eylem ortaya koydular. Bu durumda, tekrar şapkaları önümüze koymanın vakti gelmiştir. Bizim burada çıkardığımız sermaye lehine yasalar mı halkın gerçek temsilini sağlamaktadır, yoksa ülkenin demokratikleşmesi, barışa gidecek bir sürecin önünün açılması için bedenlerini ölüme yatıran milletvekillerinin bu onurlu direnişi mi daha anlamlıdır?
Tutuklu vekillerle ilgili olarak, benzer durumu yaşamış ve Türkiye demokrasisi için mücadele etmiş, milletvekili iken cezaevine atılmış, devletin her türlü baskı politikasına tabi tutulmuş rahmetli Orhan Doğan, ölümünden önce söylemiş olduğu şu cümlelerle aslında bugünü de özetliyordu: "Arkadaşlar, gözyaşlarının rengi yoktur ama akan kanın rengi kırmızıdır. Yaşamını yitiren Mehmetçik de dağdaki gerilla da kardeşimizdir. Akan kan durdurulsun. Kim akan kanı durdurursa onun önünde eğilmeye hazırız. Bizi on üç yıl önce Meclis kapısında ensemizden tutarak tutsak alanlar, Kürt halkına olan bağlılığımızı ve sevgimizi de tutsak alacaklarını sandılar ancak yanıldılar, hem de çok yanıldılar. Kürtler bu ülkeye demokrasiyi getirecek. Değerli dostlar, ben bugüne kadar size barış ortamını sağlayamadığım için özür dilerim, arkadaşlarım adına özür dilerim."
Bizler bu Mecliste, bu halkın temsilcileri olarak ve halkımız adına rahmetli Orhan Doğan'dan özür dilemeliyiz. O çok sevdiği barışı getiremediğimiz için, akan kanı durduramadığımız için bu Meclisin özür borcunu tekrar hatırlatmak istiyorum.
Değerli milletvekilleri, bütçe görüşmeleri sırasında biz AKP Hükûmetinin genel politikalarını, bakanlıkların özgün politikalarını ve bütçelerini uzun uzun burada tartıştık ve masaya yatırdık, takdiri halkımız belirleyecek. Ben bugün yapacağım konuşmayı temel 3 başlık üzerinde toparlamaya çalışacağım. Kürt sorunu ve demokratikleşme, dış politika ve ekonomi, sosyal politikalar, kadın ve ekoloji boyutuna bakmaya çalışacağım. Tabii ki zamanımız kısıtlı olduğu için, yaşanan bütün sorunların kök hücresi, "stem cell" konumunda olan Kürt sorunu ve demokratikleşmeye bakış açımızın diğer sorunlar açısından da çözüme olan katkısına inancımız nedeniyle Kürt sorunu ve demokratikleşmeyle ilgili düşüncelerimizi öncelikle paylaşmak istiyorum.
Değerli milletvekilleri, 2012 yılının sonlarına geldiğimiz bugünlerde otuz yıldır süren iç savaş on binlerce can almış, binlerce köy insansızlaştırılmış, binlerce faili meçhule yol açmış, çevre ve doğa tahribatı ile tam bir ekolojik yıkıma neden olmuş, milyonlarca kişi yerinden yurdundan edilmiş ve onarılmaz yaralar toplumsal hafızaya kazınmıştır. Belirtmek gerekir ki bu kanın bir gün bile akmasına artık halkımızın tahammülü kalmamıştır.
BAŞKAN - Sayın Baluken, bir dakikanızı rica edeceğim.
Arkadaşlar, lütfen yerlerinizde oturmuş olarak sayın hatibi dinleyelim, lütfen?
Buyurun efendim.
İDRİS BALUKEN (Devamla) - Kürt sorununa ilişkin gerçekleri ortaya koymak için Kürt sorununun kaynağına inmekte fayda vardır çünkü bugünün gerçekliğinde Kürtler, Kürt sorununun kaynağını tartışmak yerine nasıl bir çözüm, nasıl bir proje, nasıl bir sistem konusunu tartışmaktayken Mecliste grubu bulunan siyasi partiler, AKP, CHP ve MHP ise Kürt sorununun nereden kaynaklandığını anlamaya çalışıyor ya da Kürt sorununu yok sayarak farklı adlandırmalar ve nitelemeler ile çözümsüzlüğü her geçen gün daha fazla derinleştiriyor.
Bakın, şimdi tarihten birkaç örnekle Kürt sorununun kaynağına değinerek zihinleri biraz berrak hâle getirmeye çalışacağım. Dünya savaşı sonrası işgalle karşı ortaya konulan Kurtuluş Savaşı'ndan önce çok önemli kongrelerle ortak bir cephe yaratıldığını bilmeyenimiz yoktur. Bu kongrelerin en önemlilerinden olan Erzurum Kongresi'nin sonuç bildirgesinin 1'inci maddesinde Türklerin ve Kürtlerin saadette ve felakette ortak oldukları tespit edildikten sonra "Gelecek hakkındaki hedefleri aynıdır." ilkesi benimsendi. 6'ncı maddesinde, özellikle Kürtlerin yoğun olduğu bölgede oturanların hakkından söz edildi; maddede, Kürtlerin tarihî, dinî, ırki haklarına saygı gösterilmesinin gereği vurgulandı. Aynı amaç ve beklentiler Sivas Kongresi'nde de tekrarlandı. Sivas Kongresi'nin sonuç bildirisinin 1'inci maddesinde Kürtler için "Sosyal ve siyasal farkları ile bölgesel kurallarına saygılı, öz kardeştirler." denildi.
Yine imzalanan Amasya protokolleri 1921 Anayasası'nın özüne damgasını vuracak şekilde cumhuriyetin ilk sosyal ve siyasal belgesi niteliğindeydi. Bunlardan 20-22 Ekim 1919 tarihli protokolde, vatan "Türk ve Kürtlerin oturdukları topraklar." şeklinde ortak vatan olarak açıklanmıştır. Ayrıca, devamla, Kürtlerin etnik ve sosyal haklar bakımından da destekleneceği özellikle vurgulanmıştır. 22 Ekim 1919 tarihli 2'nci Protokol'ün 1'inci maddesinde Osmanlı Devleti'nin -ki, bu, 1921 Anayasası'yla "Türkiye Devleti" olacaktır- düşünülen ve kabul edilen sınırının Türk ve Kürtlerin oturduğu araziyi içine aldığı ve Kürtlerin Osmanlı toplumundan ayrılmasının imkânsızlığı detaylı bir şekilde izah edilmişti. Sonra da Kürtlerin serbest, özgürce gelişmelerini sağlayacak şekilde sosyal ve geleneksel haklar yönünden imtiyazlara nail olmaları, desteklenecekleri güçlü bir şekilde vurgulanmıştı.
23 Nisan 1920'de toplanan Birinci Mecliste, Mustafa Kemal, Misakımillî sınırları için "Kardeş milletlerin millî sınırları. Bu sınır içinde Türk olduğu kadar Kürt de vardır. Bu unsurlar birbirlerinin haklarına daima saygılıdır." ifadelerini kullanmıştır. Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk anayasası sayılabilecek 1921 Anayasası'nın da aynı ruhu taşıyacağı 1 Mart 1921 Teşkilatı Esasiye görüşmeleri sırasında Mustafa Kemal'in Büyük Millet Meclisinde yaptığı konuşmada ortaya çıktı. Mustafa Kemal, "Türkiye halkı" kavramına ilişkin olarak "Efendiler, Türkiye halkı, ırken ve dinen ve harsen birlik hâlinde birbirine karşılıklı saygı ve fedakârlık duygularıyla dolu ve kaderleri ve çıkarları ortak olan bir sosyal topluluktur. Bu toplulukta etnik haklar ve yöresel koşullara saygı iç siyasetimizin esaslı noktalarındandır." diyerek "Türkiye halkı" kavramına açıklık getirmiştir. Aradan geçen doksan yıla rağmen, bugün hâlâ çalışmalarını yürüten Anayasa Uzlaşma Komisyonunun, "vatandaşlık" tanımı üzerine girmiş olduğu çözümsüzlük süreci için, 1921 Anayasası'nın bu maddelerini ve Büyük Millet Meclisinde yapılan bu konuşmaların tutanaklarını incelemelerini tavsiye ediyoruz.
Değerli milletvekilleri, Türkiye'nin bugün 1921 Anayasası'nın ruhuna ihtiyacı vardır. Çünkü, 1921 Anayasası'nda Parlamentoda yer alan her vekil, kendi kimliğiyle; Kürdistan, Lazistan vekili olarak kabul edilmekteydi. Milletvekillerinin üzerinden köken siyaseti yapılmayarak etnisiteye dayalı anlayış yok sayıldı. 1921 Anayasası 1924 maddeden oluşurken bu maddelerin 14'ü öz yönetim ve kimliklerin tanınmasını içermekteydi.
1921 Anayasası'ndan günümüze nakledilmesi gereken en önemli siyasi bilinç ise, Kürt milletvekillerinin hem Türkiye halkı içerisinde hem de Kürt coğrafyası içerisinde değerlendirilmesidir. Ne yazık ki, bu toplumsal gerçekliğe ve millî mücadelede siyasal kazanıma uygun olarak gelişen kanunlar, siyasi anlayışlar, yasal düzenlemeler, İttihat ve Terakki zihniyetinin yansıtıldığı 1924 Anayasası'nda tekçi, Türkçü yaklaşımların hâkim olmasıyla beraber, günümüze kadar süren demokrasi ve Kürt sorununun da kaynağını teşkil etmiştir.
Değerli milletvekilleri, bire bir örneklerle Kürt sorununun kaynağını sizlere aktarmak istiyorum: Kürtler 1920-1921 sürecini her yönüyle yaşamış bir halk olarak, aradan bir yıl gibi kısa bir süre geçmesine rağmen, cumhuriyetin kurucu kadroları tarafından yok sayılmak ve köleleştirilmek istenmiştir. Mahmut Esat Bozkurt ve İsmet İnönü'nün kurucu misyonunu bilmeyen yoktur. Sadece bu 2 tarihî şahsın cümleleri bile Kürt sorununun nereden başladığını ortaya koymaktadır. Mahmut Esat Bozkurt, 1921 Anayasası'ndan kısa bir süre sonra "Türk, bu milletin yegâne efendisi ve sahibidir. Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette tek hakları vardır; Türklere hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı. Dost ve düşman hatta dağlar bu hakikati böyle bilsinler?" Yine aynı şekilde, CHP tarafından kendisine "Millî Şef" unvanı verilen İsmet İnönü ise "Vazifemiz Türk vatanı içerisinde bulunanları behemehâl Türk yapmaktır. Türklere ve Türkçülüğe muhalefet edecek anasırı kesip atacağız. Vatana hizmet edeceklerde arayacağımız nitelik her şeyden evvel o adamın Türk ve Türkçü olmasıdır." ifadelerini kullanmıştır. Aslında kullanılan bu ifadeler madalyonun bir diğer yüzünde Kürt sorununun kaynağını ve buna bağlı olarak yaşanan katliamların kaynağını açıkça ortaya koymaktadır.
Türkçenin diğer dil topluluklarına zorla empoze edilmesinin zirvesini ise 1928'de başlayan "Vatandaş Türkçe konuş!" kampanyaları oluşturmuştur. Bu kampanyaların akabinde, 1921 Anayasası'nın tanımladığı Kürt coğrafyası bölgesinde Kürtlerin inkârı, asimilasyona tabi tutulması süreci başlatılmıştır. Şark Islahat Planı'nın 14'üncü maddesi bile bugünkü taleplerin kökenlerinin tarihte aranması gerektiğini net bir şekilde ortaya koymaktadır. Şark Islahat Planı'nın 14'üncü maddesinde, çarşı, pazar, umuma açık yer ve kamu kurumlarında Kürtçe konuşmak yasaklanmış, Kürtler ise Kürtlüğe yenilmek üzere Türkler olarak tanımlanmıştır Kürtçe dillendirilecek her kelimeye 5 kuruş para cezası öngörülmüştür.
Bir anekdotla dönemi özetlemeye çalışalım. Hoca, Diyarbakır merkezde Kürtçe konuştuğu için reisin önüne çıkarılır. Reis "Çarşıda Kürtçe konuşmuşsun; her kelime için 5 kuruş para cezası vereceksin." der. Hoca, itiraz etmeden cebindeki paraları masaya bırakarak "Al sana para." der. Memur paranın üstünü vermeye çalışırken Hoca ekler "Para sizde kalsın, ben Türkçe bilmiyorum; akşama kadar Kürtçe konuşacağım, senin zaptiye efendin de benimle gelsin, akşam onunla sana geliriz. Ne kadar cezam varsa alırsın ve üstünü verirsin, ben de eve giderim."
Bu dönemde devam eden bu tarz uygulamalar Kürt sorununu derinleştirmekten başka hiçbir işe yaramamıştır ki bu gerçekliği günümüzde yaşadıklarımızla da çok iyi bir şekilde anlayabiliriz.
Yine, aynı dönemde Şeyh Said direnişinde binlerce insan katledilmiştir, 15 bin kişi yerinden, yurdundan edilmiştir. Ağrı direnişinde yüzlerce insan vahşi yöntemlerle katledilmiştir. Dersim direnişinde de aynı şekilde bu gelenek devam ettirilmiştir.
Kürt liderleri, din âlimleri, şeyhler, seyitler, bugün herkesin bir mahkeme olarak kabul etmediği istiklal mahkemelerinde idam edilmişlerdir. Şeyh Said'i idam eden mahkeme başkanı, Şeyh Said ve arkadaşlarının din adı altında Kürtlük davasıyla isyan ettiklerini, bunun karşılığında da idam cezası verdiklerini belirterek Kürtlerin hak taleplerinin cezasının tarihî kökenini ortaya koymuştur.
Hepsinden ayrı olarak bir genosit olarak kabul edilen Dersim katliamına değinmeden cumhuriyetin Kürt politikasını anlamak mümkün değildir. Dersim katliamında Seyid Rıza'nın yaşı küçültülerek, oğlunun ise yaşı büyütülerek idam edilirken Hitler'in Yahudi katliamındaki hukuk cambazlığını aratmayacak bir tarihî utanca imza atılmıştır.
Daha fazla mermi harcamamak için süngülerle yapılan katliam, katliamcıların gözüyle "Mağaralarda fareler gibi zehirledik." tanımlamaları, zorla ailelerinden alınan Dersim'in kayıp kızları ve katilinin bile uzun bir zaman sonra anı kitabına yazamayacağı katliam manzaraları Kürt sorunun kaynağına ilişkin en acı gerçekliği ortaya koymaktadır. Yıllarca reddedilen bu katliam resmî ideolojinin tarihî yalanlarıyla maskelenerek halkımıza anlatıldı. Fakat, aradan geçen uzun bir süreden sonra, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanının Dersim 1938'in bir katliam olduğunu ve özür dilenmesi gerektiğini belirtmesi bir yalan tarihinin de sonunu getirmiştir. Her ne kadar bu özrün hiçbir gereği yerine getirilmeyip verilen sözler havada kalmışsa da gereğini takip etme zorunluluğu artık tarihe not düşülmüştür.
Bu konuda en büyük özeleştiri kurumu olması gereken ve tarihiyle yüzleşmesi gereken CHP'nin durumuna da bir iki cümleyle değinmek istiyorum.
CHP'li bir milletvekilinin iadeiitibar istemesi bir vahamet, CHP'nin katliamdan sorumlu parti olarak iadeiitibarı kabul etmemesi de ayrı bir vahamet olarak ortada durmaktadır. Açıkça ifade etmek gerekiyor, Dersim halkının, Seyit Rıza'nın ve torunlarının bir iadeiitibara ihtiyaçları yoktur çünkü onlar o gün olduğu gibi bugün de zulme karşı direniyorlar. İadeiitibar olmasa da itibara ihtiyacı olan CHP ve teklifi reddeden tarihten ve toplumsal gerçeklikten yoksun olan Parlamento grubudur.
DİLEK AKAGÜN YILMAZ (Uşak) - Bunu takdir etmek size düşmez.
İDRİS BALUKEN (Devamla) - Değerli milletvekilleri, çözülmeyen sorun, yüzleşilmeyen zulüm tarihî son kırk yılda da kanayan yara olarak devam etmiştir. Otuz yıldır çatışmalı bir sürece evrilen bu ortam Kürt sorununun bir nedeni değil bir sonucudur. Ne yazık ki, Kürt sorununu derinleştirecek uygulamalar hâlâ devam etmektedir. "Kürt sorunu neden hâlâ var?" diyenlere birkaç yaşanmış gerçeği hatırlatmak bile yeterlidir kanaatindeyim.
Gündemde olması hasebiyle, 1980'lerde Diyarbakır 5 no.lu Cezaevinde yaşananlara insani bir pencereden bakmaya hepinizi davet ediyorum.
Kürt halkının evlatlarına insan dışkısı yedirilmesi, yemeklerine fare parçalarının doğranması, lağım suları içerisindeki hücrelerde yapılan binbir çeşit işkence yöntemi, her gün Türk olduklarının kendilerine tekrar ettirilmesi yaşanan vahşetin sadece küçük bir kesitidir.
Mecliste grubu olan partimizin Eş Genel Başkanı, 1980 darbesi sonucu gönderildiği cezaevinde, altı ay boyunca her gün işkence ve dayak altında bir köpek kulübesinde tutulmuştur. Sayın Eş Başkanın ifadeleri şu şekildedir: "Size sadece şu kadarını anlatayım: Cezaevi Müdürü Esat Oktay Yıldıran vardı. Bir gün, bizim kadınlar koğuşuna girdi, herkes ayağa kalktı, ben kalkmadım. Sırf içeri girdiğinde ayağa kalkmadım diye, sırf bu gerekçeyle beni köpeği Conun kulübesine tıktırdı. Köpeğinin bile kalmak istemediği pislik içinde küçücük bir kulübeydi bu. Bir gün değil, iki gün değil, bir ay değil, iki ay değil, tam altı ay orada kaldım. Nefes almanın bile zor oluğu o kulübede bana her gün dayak attılar, her gün işkence yaptılar." Yaşanılan vahşeti herhâlde bu sözlerin dışında tanımlamaya gerek yoktur.
Değerli milletvekilleri, 90'lı yıllardan bu yana ise 20 bine yakın faili meçhul; boşaltılan, yakılan binlerce köy; yerinden, yurdundan edilen 4 milyon insan, toprağa verdiğimiz 50 bin genç yaşanan travmaları daha fazla artırmıştır.
Bugün, Hükûmetiniz tarafından hazırlanan entegre projeler kapsamında, hâlâ süren siyasi soykırım operasyonları kapsamında 10 bin BDP'li siyasetçi cezaevinde rehine olarak tutulmakta, Kürt meselesine ilişkin konuşan herkese hukuki takibatlar yapılmaktadır. Üç yıldır arkadaşlarımızın ana dilde savunma taleplerinin bile savunma hakkının gasbına yol açacak şekilde dikkate alınmaması ayrı bir utanç sayfası olarak tarihe geçmiştir. Tüm bu uygulamalarla demokratik siyasetin önü kesilmeye çalışılmaktadır. Ayrıntısına çok fazla girmeyeceğim ama yüzde 10 seçim barajına ilişkin Diyarbakır seçim sonuçlarını incelemek ve hazine yardımları konusunda yapılan transferleri ortaya koymak bile demokratik siyasetin önünün kapatılmasına güzel örnek olacak kanaatindeyim. Diyarbakır'da tüm engellemelere rağmen partimizin bağımsız adayları 430 bin oy alırken AKP 230 bin oy almıştır. Yani partimiz her türlü dezavantaja rağmen bağımsız girdiği seçimde AKP'den neredeyse 2 kat daha fazla oy almıştır. Biri, YSK tarafından atanmış olmak üzere, şu anda, bu Parlamento çatısı altında Diyarbakır'dan AKP'nin 6, BDP'nin 5 milletvekilinin olmasının takdirini hepinizin vicdanına bırakıyorum. BDP'ye "Siyaset yapsın." diyenler yüzde 10 seçim barajı aracılığıyla BDP'nin önünün nasıl kesilmek istendiğine en iyi tanıklık edenlerdir.
Ayrıca, 2008-2011 döneminde AKP'ye verilen devlet yardımı eski parayla 396 trilyon 187 milyar lira, CHP'ye verilen Hazine yardımı 177 trilyon 531 milyar lira, MHP'ye verilen yardım 121 trilyon 303 milyar liradır. Bunlar, bizim vergilerimizle, BDP seçmeninin ve tabanının vergileriyle de toplanmış paraların hukuksuz bir şekilde dağıtılmasının tablosudur. Sadece partimiz değil, Parlamentoda grubu bulunmayan diğer siyasi partilerin tamamı bu Hazine yardımlarından tek bir kuruş almamışlardır.
Değerli milletvekilleri, bu uygulamalar her şeyden önce kul hakkının gasbıdır ve biz, bu hakkımızı hiçbirinize helal etmiyoruz. Ayrıca, sormak gerekiyor, bu uygulamalar demokratik siyasetin önünü kesmiyor mu?
Özetlemeye çalıştığım bu tabloda sorunun, iktidar hırsı için kardeş katlini bile reva gören bir zihniyetin bugün geçerli olması, bugün de kardeş hukukunu tanımamasından kaynaklandığını tespit etmek gerekir. Aynı evde bile kardeşler arasındaki bu denli ayrımcılık uygulamaları, sorunları kaçınılmaz olarak gündelik hayata sokar. Sözcüklerimi seçerek kullandığımı belirtmek isterim.
Yaşanan kardeş savaşına dair sadece bir tek örneği sizlerle paylaşmak istiyorum. Dün basına yansıdığı şekliyle de 23'üncü Dönem AKP Hakkâri Milletvekili Abdulmuttalip Özbek'in de paylaşmış olduğu bu örneği hepinizin vicdanlarında paylaşmak istiyorum.
Bu çatışmalı süreç acıları o kadar iç içe geçirmiştir ki Meyaset Ana'nın yaşadıkları bu durumu anlatmaya yeterlidir. Meyaset Ana bir oğlu gerillada, bir oğlu da askerde olan anadır. Askerde olan oğlu gerilla kardeşini bulabilmek için her gün operasyonlara katılıyor, Meyaset Ana ise her gün dağdaki oğlunun mu yoksa askerdekinin mi ölüm haberini alacağım diye tarifsiz bir korku içerisindedir.
Bu ananın yaşadıklarına Türkiye gerçekliği, nedenine Kürt sorununun çözümsüzlüğü, tarifsiz duygulara da Kürt sorununun sonucu diyoruz arkadaşlar.
Diğer taraftan, sorunun bir parçası da "kendine yapılmasını istemediğini başkasına yapmama" ilkesini benimsememektir. Bakın, dün, Başbakanın basına yansıyan demecinde "'Bismillah' dediğim için yargılandım." cümlesindeki yargılamanın mantığı ile bugün sivil cuma namazlarına yapılan saldırılar, imamların ceza evlerine atılması, cenazelerine yapılan saldırılar arasında tek bir fark vardır: Dünün mağdurları bugünün zalimleri konumuna gelmiştir. (BDP sıralarından alkışlar)
Yüz yıl önce Kürtlerin inkârıyla başlayan Kürt sorunu hâlâ devam etmektedir. Bu bakımdan, Kürt sorununun çözümüne yönelik değişen iktidarların kendi kimlikleri bile sorunun çözümünde Türkçülüklerinin ötesine geçememektedir. Bu noktada Kürtler, iktidarı ele alan AKP'ye yönelik ciddi bir umut beslemekteydi. Çünkü, AKP'nin İslam kimliğini Türklükten önce tutarak bu sorunu çözeceğine yönelik bir inancın tezahürüydü bu. AKP'nin Hazreti Ömer adaletinde, Hazreti Ali cesaretinde davranacağına olan inançtı bu. Hucurat Suresi'ndeki: "Ey insanlar! Muhakkak ki biz sizi bir erkek ve bir kadından yarattık ve sizi milletler ve kabileler kıldık ki birbirinizi tanıyasınız" ruhuna olan, saygısına olan inançtı. Ancak, yine Kürtler, Başbakanın 1991 yılında Refah Partisi döneminde yazdığı Kürt Sorunu Raporu'nda ise tespit etmiş olduğu şu durumlara inandılar: "Sorunun adı, Kürt Sorunu'dur. Doğu ve Güneydoğu bölgesi dediğimiz bölge, tarihî gerçeklik içerisinde Kürdistan coğrafyasıdır. Kürtçe yasağı çağ dışı bir yasaktır. Yerel parlamentoların oluşturulması ve merkezî devletin küçülmesi gerekir. Kürtçe üzerindeki tüm yasakların kaldırılması gerekir." içerikli rapor Kürtler için bir umut kaynağı olmuştu.
Yine, Sayın Arınç'ın 2011 bütçe kapanış konuşmasındaki "'Ben Kürt'üm' diyen bir insanın bu ülkede hepimiz kadar, en az hepimiz kadar hayat hakkı, bilgi, eğitim, dil, kültür, kimlik hakkı, ne varsa vereceğiz. Bunları kendi cebimizden vermeyeceğiz." cümleleri, yine duyulan inancın bir tezahürüydü. Ancak, inanç temelinde yapılan vicdan-cesaret terazisi maalesef Kürt sorunun çözümünde AKP tarafından işletilmedi. Süreç içerisinde AKP de, Başbakan da vicdan ve cesaret terazisinde sınıfta kaldılar; hak, adalet, eşitlik yerine Türkçülüğü tercih ettiler. 2006'da Diyarbakır'da "Kadın da olsa, çocuk da olsa gereğini yapın." demek suretiyle vicdanını kaybeden Başbakan, Habur'da Kürtlerin çocuklarına ilk defa canlı olarak kavuşmasındaki sevincinde ise vicdanı yerine cesaretine yenik düşmüştür. Geçen sürede, 1991 raporundaki reformların hayata geçirilmesi yerine vicdanına yenik düşmüş, cesaretinin terazisi bozulmuş ve "Kürt sorunu yoktur." noktasına gelmiş bir Başbakan ve AKP pratiğiyle karşı karşıya kaldık.
Değerli milletvekilleri, yüz yıldan bu yana örneklediğimiz Kürt sorununun varlığında umarız ki zihinler biraz berraklaşmıştır. Bugün Kürt sorunu vardır ve Kürtler, AKP'nin yurt dışında yaşayan Türklere talep ettiği ve aslında onlarda bulunan hakkın
Kürtlerin talep ettiği haklara dünyadan örnekler verirsek meseleyi daha iyi anlatmış oluruz. Örneğin bölgesel yönetim talebine 4 kıtadan kısaca örnekler vermek istiyorum.
Hindistan 28 eyalet, 7 birlik bölgesinden oluşan bir yapıya sahiptir; bu ülkede 850 farklı dil, 27 ayrı resmî dil vardır. Belçika'da her bölgenin kendi dili kullanılırken, 3 ortak dilli bir anlayış hâkimdir. İspanya'da, Almanya'da, Birleşik Krallık'ta, pek çok Avrupa ülkesinde de durum aynıdır. Yine Güney Afrika da 9 ayrı özerk bölgeden oluşmakta, 3 ayrı dil ve 3 ayrı başkent kullanılmaktadır. Irak'ta 18 ayrı eyalet ve 3 ayrı dil kullanılmaktadır. Ukrayna'da Özerk Kırım Cumhuriyeti bulunmakta, Ukraynaca, Rusça ve Tatarca resmî diller olarak kullanılmaktadır.
Bu iki ayrı kategoriden hareketle, bugün sizin ortaya koyduğunuz siyasi anlayış Çin'deki, Balkanlardaki, Güney Kürdistan'daki Türklere dayatılırsa, bu Parlamento ortaya çıkacak bu durumu kabullenmeyecektir yani Çin'de Uygur Türklerinin bağımsızlıklarını isterken Uygurların özerk yönetimi elinden alınırsa; "Balkanlarda tek dil vardır, o da Yunancadır." denirse; Türkçe isimler yasaklanırsa; yer adları, köy adları Yunanca ile değiştirilirse; "Bulgaristan Cumhuriyeti'ne vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Bulgardır." denirse bu Parlamento buraya gelip asimilasyon ve insanlık suçu nutukları atmayacak mıdır?
Peki, şimdi, sormak gerekir: Balkanlardan Çin ve Güney Kürdistan'a kadar senaryoda kullandığımız bu inkârcı politikalar asimilasyon ve insanlık suçu oluyor da bugün Türkiye'de Kürtlere dayatılan bu uygulamalar asimilasyon ve insanlık suçu olmuyor mu?
Buradan Başbakanın vicdan ve cesaret terazisine bir hadisi şerifle seslenmek istiyorum: "Kadı 3'tür." demiştir Peygamber Efendimiz. "1'i cennetlik, 2'si cehennemliktir. Cennetlik olan hakkı bilip öyle hükmedendir. Hakkı bilip?"
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)
BAŞKAN - Sayın Baluken, süreniz doldu. Sayın Canikli'ye verdiğim ek süreyi de paylaştırıyorum, 2 dakika ek süre veriyorum size.
Buyurun.
İDRİS BALUKEN (Devamla) - Tamamını alabilir miyiz?
PERVİN BULDAN (Iğdır) - Sayın Başkan, verebilirsiniz.
BAŞKAN - Tamam, peki. O zaman beş dakika.
İDRİS BALUKEN (Devamla) - "?hükmünde bile bile adaletsiz davranan cehennemliktir. Halka cahilane hükümde bulunan da cehennemliktir." buyurmuşlardır.
Değerli milletvekilleri, Kürt sorununun ekonomik olarak gelmiş olduğu politik arka plana değinmek gerekir: Bugün işçi sınıfı artık Kürtleşmiştir. Kürtler iş gücü piyasasına savaştan kaçarak geldikleri üzere ucuz iş gücü olarak kullanılmaktadır. Detaylarına fazla giremeyeceğim.
Değerli milletvekilleri, Roboski'de çoğu çocuk 34 Kürt köylüsü F16'larla katliama uğratılmakta, ileri demokrat Başbakan bunu yapanlara teşekkür etmektedir. Roboski katliamının üzerinden bir yıl geçti. Katliamdan sorumlu Hava Kuvvetleri Komutanına üstün hizmet madalyası verildi, Genelkurmay Başkanına teşekkür edildi, Meclis Araştırma Komisyonu çalışmaları sonuçlandırılmadı, Roboskili ailelere ise her türlü baskı uygulandı. Tüm bunlar olurken duyarlı kamuoyunun şu soruları hâlâ cevapsız bir şekilde ortada duruyor: Roboski'de katliam emrini kim verdi? Katliamı ortaya koyan görüntüler neden kamuoyuna açıklanmıyor? Soruşturmanın zamana yayılması ve sonuç çıkmaması talimatını kim verdi? İstihbarat nereden geldi? Bombardımanla ilgili sorumluların ifadeleri neden hâlâ alınmadı? Kamuoyu bu soruların cevaplarını beklerken Roboskili anneler ise katledilen çocuklarının fotoğraflarını hâlâ yeni doğmuş bebek gibi kucaklarında taşımaya devam etmektedirler.
Değerli milletvekilleri, Kürt sorununda çözümsüzlük, Roboski ve diğer katliamların örtbas edilmeye çalışılması ve tüm bu baskıcı uygulamaların diğer yüzü ise demokratikleşmenin yetersiz olması ile bire bir ilişki içindedir. Demokratikleşmenin yetersiz olması sadece Kürtleri değil, Alevileri, muhalifleri, Müslümanları, gayrimüslimleri de mağdur etmektedir. Gayrimüslimler üzerinden uygulanan inkâr ve imha politikasının hâlâ sürdürüldüğünü ombudsman seçimlerinde gördük. Hrant Dink'in katline imza atan kişinin ilk ombudsman seçilmesi ne söylemek istediğimizi ortaya koyuyor. Aynı şekilde, Maraş, Çorum Sivas ve Gazi katliamlarının üstüne gitmeyen Hükûmet, Alevi evlerinin işaretlenmesinde ise Alevi aileleri cezalandırma yoluna gitmiştir. Cemevlerinin ibadethane statüsünün tanınmasını bırakın, özensiz kurulan cümlelerde "ucube" olarak tarif edilmesi yaşanan travmaları katbekat artırmıştır.
Yine, AKP Hükûmeti döneminde, seçimlerde çokça istismar konusu yapılan başörtüsü sorununa bile yasal çözümler getiren düzenlemeler inanç özgürlüğü kapsamında yapılmamıştır.
Tüm bu zulüm politikaları, Kürt halkı, Alevi halkı, samimi dindarlar, gayrimüslimler, farklı inanç grupları, tüm muhalif kesimler için sorunları bugüne kadar getirmiştir.
Yakın dönemde cezaevlerinde ana dil önündeki engeller ve Sayın Abdullah Öcalan üzerinde uygulanan tecridin kaldırılması için, sahip oldukları tek şeyi, kendi bedenlerini açlığa ve ölüme yatıran tutsakların barış talebi kadar kaygısız, çıkarsız, saf, onurlu bir barış mücadelesi olabilir mi? Bu kadar saygın bir barış mücadelesinin yöntemindeki taleplerin bile hâlâ yerine getirilmemiş olması hepinizi zan altında bırakacak bir savaş ısrarından başka bir şey değildir.
Biz BDP olarak Kürt sorunun demokrasi ve müzakereyi esas alır şekilde çözülmesini talep ediyoruz, bunun için her gün mücadele veriyor ve diyaloğun kanallarını açmaya çalışıyoruz. Polis gazı, copu, tehdidi demeden yaralanma ve ölüm pahasına halkımızla beraber savaşın durması çağrısını yapıyoruz. Bugün, Kürt sorununun çözümüne niyeti olanlar bilmelidir ki güvenlik politikaları ile sadece bu sorunun çözümsüzlüğü derinleşir, Kürt sorununu güvenlik eksenli politikalara hapsetme, ölümleri artırarak demokratik siyasetin, iktidarların ve ordunun tahakkümü altına girmesine neden olur. Yüz yıllık Türkiye Cumhuriyeti bu noktada yeterince tecrübeyi kendinde barındırmaktadır.
Değerli milletvekilleri, zamanımız yeterli olmadığı için ben burada sözlerimi bitireceğim. Özellikle, açlık grevi eyleminin can kaybı yaşanmadan altmış sekizinci gününde müzakere ve diyalog yöntemiyle sonuçlanması ve orada işletilen müzakere süreçlerinin neleri ortaya çıkarabileceğiyle ilgili kamuoyunda oluşan algının iyi değerlendirilmesi gerekmektedir. Açlık grevi eylemi sürecinde de görülmüştür ki müzakere ve diyalog süreci yıllardır kanayan bu yaranın tek çözüm yöntemidir.
Canlara sebep olmadan, kan akmadan, onurlu bir barışı getirecek tutumun bu olduğunu belirtiyor yeni yılın ve önümüzdeki yılların hepimize barış, kardeşlik ve eşitlik getirmesini temenni ediyorum. (BDP sıralarından alkışlar)
BAŞKAN - Teşekkür ederim Sayın Baluken.