| Konu: | BDP GRUBUNUN, MARDİN MİLLETVEKİLİ EROL DORA VE ARKADAŞLARI TARAFINDAN MEVSİMLİK TARIM İŞÇİLERİNİN YAŞADIĞI SORUNLARIN ARAŞTIRILMASI AMACIYLA 6/12/2012 TARİHİNDE TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİNE VERİLMİŞ OLAN MECLİS ARAŞTIRMA ÖNERGESİNİN, GENEL KURULUN 5 HAZİRAN 2013 ÇARŞAMBA GÜNKÜ BİRLEŞİMİNDE SUNUŞLARDA OKUNMASINA VE GÖRÜŞMELERİNİN AYNI TARİHLİ BİRLEŞİMİNDE YAPILMASINA İLİŞKİN |
| Yasama Yılı: | 3 |
| Birleşim: | 116 |
| Tarih: | 05.06.2013 |
ALTAN TAN (Diyarbakır) - Sayın Başkan, sayın milletvekilleri; öncelikle, bugün bütün Müslümanlar için çok önemli olan Hazreti Peygamber'in (SAV) miraca çıkış gecesinin bütün İslam dünyasına ve insanlığa, topyekûn bütün insanlığa hayırlı olmasını, Cenab-ı Allah'ın bütün sorunlarımızın çözümünde rahmetiyle bizlere muamele etmesini diliyor, hepinizi saygıyla selamlıyorum.
Yine aynı şekilde bugün Dünya Çevre Günü. Çevre de, biliyorsunuz gün geçtikçe bütün dünyanın ilgisini çekiyor, daha önemli bir hâle geliyor. Çevrede Allah'ın bize bahşettiği değerleri kaybettikçe ancak çevrenin kıymetini, ağacın, suyun, havanın ne derece insan yaşamında önemli olduğunu maalesef kaybettikten sonra anlayabiliyoruz ve yine birçoklarımız maalesef bu kayıplara rağmen hâlâ bu işin bilincinde değil, inşallah Allah onlara da bir bilinç ve izan verir.
Değerli arkadaşlar, bugünkü konuşmamın esas mevzusu tarım işçileri. Biliyorsunuz her sene bu mevsim geldiği zaman bir tarım işçileri dramıyla, serencamıyla karşı karşıya kalıyoruz.
Birinci soru şudur: Bu tarım işçileri niye kendi memleketlerinden çıkıp bu kadar ilkel, olumsuz şartlarda ve çok az ücretlerle âdeta köleliğe neden razı oluyorlar? Tek bir cevabı var; çaresizliklerinden. Peki bu çaresizlik niye bu kadar senedir henüz çözüme kavuşturulamadı? İşte, esas tartışılması gereken mevzu bu.
Tarım işçilerinin serencamı anlatılmakla bitmez. Kemal Tahir'in, Orhan Kemal'in, Yaşar Kemal'in ve daha birçok romancının, sinemacının eserlerinde bütün çıplaklığıyla, bütün acı gerçekliğiyle bunlar senelerdir anlatılıyor. 10-12 yaşında çocuklar on beş saat boyunca güneşin alnında çalıştırılıyor, yine gelinlik kızlar günlük 15 TL'lik bir ücretle her türlü sosyal güvenceden yoksun, her türlü sosyal imkândan yoksun bir şekilde köleliğe mahkûm ediliyor ve birçoklarının aldıkları günlük ücretler doğru düzgün üç öğün yemeklerine bile yetmiyor. Yani bizlerin yediği yiyecekler seviyesinde bir üç öğün yemek yeseler, bu aldıkları, üç öğün yemeklerine bile yetmeyecek derecede az ücretler. Bunun ötesinde yine karşılaştıkları olumsuz tavırlar daha birkaç sene evvel Ordu Valisinin tarım işçilerini Ordu'ya sokmaması gibi muameleler de bütün bu dramın ayrı bir yüzü.
Sorumu tekrarlıyorum: Peki, bu insanlar bu kadar kötü şartlarda yaşamaya ve bu işi yapmaya niye mecburlar? Yine cevabını verdim, tekrar veriyorum, tek bir cevabı var: Çaresizlikleri. En son da biliyorsunuz, Adıyaman'da yine 15 tarım işçisi bir kazada hayatını kaybetti.
Değerli arkadaşlar, çok meşhur bir söz var: "İnsan kendi memleketinde eğer doyarsa, insanca bir yaşam olursa, ekonomik ve siyasi yönden ciddi bir sıkıntısı olmazsa, yaşadığı yer neresi olursa olsun kolay kolay orayı terk etmiyor." Bu, bütün bir insanlığın göç hikâyesinin, göç tarihinin de aynı zamanda iki cümlelik bir özeti. Bugün en fazla tarım işçisini güneydoğu veriyor, bundan önce özellikle Urfa, Adıyaman, Mardin ve Siirt illeri başı çekiyordu. Bunun en büyük sebeplerinden birisi de yıllardır yılan hikâyesine dönen sulama kanallarının hâlâ bitirilememiş olması. Bu sulama kanalları bitirilmedikçe, araziler sulanmadıkça ve başka sanayi yatırımları da yapılmadıkça, mecburen bu insanlar kendilerini dışarı atıyorlar ve artık, hangi şartta olursa olsun buna rıza gösteriyorlar ve gelmiş geçmiş hükûmetler de senelerdir, bir türlü bu insanlara bir çare bulamıyor, bunları kayıt içine alamıyor, sigortalı hâle getiremiyor, sağlık sorunlarını çözemiyor, barınma sorunlarını çözemiyor ve belki de en vahimi 10-12 yaşındaki çocuklar daha okulların kapanmasına bir ay varken yine alınıp götürülüyor ve bunların eğitimleri de her sene yarım kalıyor.
Değerli arkadaşlar, bütün bu sorunların çözümü tabii ki var. Dünyada hiçbir sorun çaresiz değil. Eğer Türkiye Cumhuriyeti Hükûmeti bu doksan yıllık kuruluş hikâyesinden sonra bunlara çözüm bulabilseydi, bu ciddi mevzuları önüne koyabilseydi, bugün biz bunları da konuşmuyor olacaktık.
Sayın milletvekilleri, sık sık tekrarlanıyor, deniliyor ki: "Güneydoğu Anadolu Projesi -kısa adıyla GAP- bittiği zaman 22 baraj, 19 hidroelektrik santral ve sulama kanallarıyla 3 milyon 800 kişiye iş imkânı -direkt ve dolaylı olarak- sağlanacak." 3 milyon 800 kişi ortalama 5 kişilik bir aileyi bile esas alsak -ki bölgedeki aile ortalaması bunun çok üzerinde- en az 20 milyonluk bir nüfusa tekabül ediyor. Bugün ise bölgedeki nüfus bu GAP diye adlandırılan projenin kapsadığı illerdeki toplam nüfus, ancak 7 milyonu buluyor, Gaziantep ve Urfa da buna dâhil. Eğer bu proje bir an evvel gerçekleştirilebilseydi, bu sulama kanalları bitirilebilseydi, bugün, bırakınız bu insanlar bin türlü cefaya rıza göstererek kendi memleketlerinin dışında hayatlarını kaybedeceklerine kendi topraklarında, kendi yerlerinde doğru düzgün bir hayat sürüyor olacaklardı.
Yine, değerli arkadaşlar, bölgesel cazibe merkezleri kurulacaktı. Bu Hükûmetin senelerdir dillendirdiği ve bir kısmını da ilan ettiği bir diğer proje de bu; bölgesel cazibe merkezleri. Bu bölgesel cazibe merkezleri de bugün ortada yok. Bölgesel cazibe merkezleri kuracağına, her sene Konya'ya, Adana'ya, Mersin'e, Denizli'ye, Samsun'a, Trabzon'a, Aydın'a, Diyarbekir'e, Van'a 5'er milyar dolar ayırarak ciddi cazibe merkezleri kurup da nüfusu dağıtacağına ve Türkiye'nin genelinde bir istihdam yaratacağına, bugün hâla üçüncü köprüden ve İstanbul'a ikinci bir boğaz yapmaktan, 14 milyonluk sabit nüfusu 17 milyonluk gelir geçer nüfusuyla artık yaşanmaz hâle gelen İstanbul'u 25 milyona, 30 milyona çıkarma hesabında ve Allah rızası için de buna çıkıp da "Ya, dur nereye gidiyorsun, ne yapıyorsun?" diyen bir Allah'ın kulu da yok, üstelik bütün bu İstanbul'la ilgili çalışmalar da bir marifetmiş gibi, bir başarıymış gibi ortaya konuluyor.
Değerli arkadaşlar, biz Hükûmeti sadece bu mevzularda değil, defalarca birçok mevzuda ikaz ettik ve en önemlisi, dış politikada ben, kendim, bizzat bu kürsüden defalarca yine ikaz edici konuşmalarda bulundum. Sayın Dışişleri Bakanına, Sayın Başbakana Irak politikalarının yanlış olduğunu, Suriye politikalarının yanlış olduğunu, İsrail politikalarının, İran politikalarının yanlış olduğunu defalarca söyledim ama meşhur bir laf var, "..."(x) konuş, konuş hiçbir faydası yok. Yalnız, hayretler içerisindeyim ve tırnak içerisinde büyük bir takdir içerisindeyim, bütün bir Orta Doğu'da hem İsrail'le hem de Hizbullah'la düşman hâline gelebilen ikinci bir lider yok. Nasıl becerdiniz bu işi, nasıl bu noktaya geldik, hem İsrail'le hem de Hizbullah'la aynı anda nasıl düşman hâle geldik, hem İran'la hem Maliki'yle hem Suriye'yle nasıl bozuşabildik, doğrusu anlayabilmek mümkün değil.
Biz bu ikazları yaptıkça ve bu konuşmaları yaptıkça, özellikle son bir haftadır artık halktaki taşan rahatsızlık ve öfke seline karşı bundan ders alınması gerekirken, Sayın Cumhurbaşkanı ve Sayın Başbakan Yardımcısı gibi itidal çağrıları yapılması gerekirken Başbakanın bir danışmanı, bir milletvekili çıkıp şunu söylüyor, amiyane bir tabir olacak ama: "Biz Başbakanı kimseye yedirmeyiz." Sevgili kardeşim, zaten kimsenin yemeye niyeti yok, lezzeti, tadı iyi değil, yesek midemize oturur ama siz yemeyin, lütfen siz yemeyin. Bakın, böyle giderse bizler değil, muhalefet değil, siz yiyeceksiniz Sayın Başbakanı. Onun da bir mahzuru yok ama ülkenin gireceği çalkantı, kaos, sıkıntılar yine fatura olarak bize dönecek. Lütfen, bunu yapmayın ve bu tablolardan ders çıkarmaya bakın.
Hepinizi saygıyla selamlıyorum. (BDP sıralarından alkışlar)