GENEL KURUL KONUŞMASI
Konu: 2014 YILI MERKEZİ YÖNETİM BÜTÇE KANUNU TASARISI İLE 2012 YILI MERKEZİ YÖNETİM KESİN HESAP KANUNU TASARISI NEDENİYLE
Yasama Yılı:4
Birleşim:28
Tarih:11.12.2013

BDP GRUBU ADINA SIRRI SAKIK (Muş) - Sayın Başkan, değerli arkadaşlar; hepinizi saygıyla sevgiyle selamlıyorum. 2014 yılı bütçesi üzerine grubum adına söz almış bulunmaktayım. Grubum adına da hepinizi saygıyla sevgiyle selamlıyorum.

Dün, Sayın Başbakan burada konuşurken, bir tartışmadan dolayı benim sarf ettiğim Anayasa'yla ilgili sözü, Anayasa'yı tanımadığıma dair sözü burada seslendirmişti. Dün, ben, orada şöyle bir şey söylemiştim bir ünlü düşünürden: "Önce ülken sana karşı belli taahhütleri yerine getirecek, orada tüm haklara sahip bir yurttaş olarak görüleceksin. Baskıya, ayrımcılığa, hak etmediğin mahrumiyetlere maruz kalmayacaksın. Ülken ve yöneticileri sana bunları sağlamak zorunda. Yoksa, sen de onlara hiçbir şey borçlu olmazsın, ne toprağa bağlılık ne de bayrağa saygı. Başın dik yaşayabildiğin ülkeye her şeyini verirsin, her şeyini, hatta hayatını bile feda edersin ama başın yerde yaşamak zorunda kaldığın ülkeye hiçbir şey vermezsin, ister doğduğun ülke, ister seni kabul eden ülke söz konusu olsun. Yüce gönüllülük yüce gönüllülüğü, umursamazlık umursamazlığı, aşağılama aşağılamayı doğurur, özgür varlıkların anayasası böyledir. Ben de bir başka anayasa tanımıyorum." Aynen böyle, katılıyorum. Eğer, bu Anayasa'da ben ve halkım yoksa, eğer bu Anayasa'da Türkiye'nin bütün renkleri, farklılıkları yoksa bu Anayasa'yı tanımamızı bizden beklemeniz bir miktar haksızlık ve vicdansızlık olur.

Şimdi, Anayasa'yla ilgili bu kadar hassasiyet gösterenler... Sevgili arkadaşlar, bakın, Millî Güvenlik Kurulunun kararları çıkarken şunları söylediniz, gülerek geçiştirdiniz: "Biz gittik, Millî Güvenlik Kurulunun kararlarına imza attık ama gereğini yapmadık." Vallahi bizde bu retçi, tekçi Anayasanın...

NURETTİN CANİKLİ (Giresun) - Ama tavsiye kararı, bakın, arada fark var.

SIRRI SAKIK (Devamla) - Bakın, biz de bu retçi, tekçi Anayasa'ya mecburuz, mahkûmuz, gelip yemin ediyoruz.

NURETTİN CANİKLİ (Giresun) - Tavsiye kararı o, sadece şey değil.

SIRRI SAKIK (Devamla) - Bakın, ama bu Anayasa ihtilalcilerin anayasası. Gelin, bu ihtilalcilerin anayasasını hep birlikte değiştirelim.

NURETTİN CANİKLİ (Giresun) - Tamam, değiştirelim.

SIRRI SAKIK (Devamla) - Gelin, bütün Türkiye'nin halklarını bu Anayasa'ya dâhil edelim ve içinde kendimizi gördüğümüz bir anayasaya sadakatten ayrılmayacağımıza namusumuz üzerine ant içeriz. Ama içinde biz yoksak...

Yani, geçmişte rahmetli Özal da diyordu: "Anayasa'yı bir kez delmekle çok bir şey olmaz." Onlarca kez siz de deldiniz ama bizim Anayasa'yla ilgili duruşumuz açık ve nettir ve çok yakın bir tarihte Anayasa Mahkemesi Başkanı çıktı, Parlamentoya bir şey söyledi, dedi ki: "Ey Parlamento, siz, görevinizi yapmıyorsunuz. Siz, 12 Eylül ürünü olan Siyasi Partiler Yasası'nı, Seçim Kanunu'nu değiştirmiyorsunuz. Siz Anayasa'yı değiştirmiyorsunuz; generallerin, 4-5 generalin getirdiği Anayasa'yı harfiyen uyguluyorsunuz." Ve siz Siyasi Partiler Yasası'nı, Seçim Kanunu'nu harfiyen uyguluyorsunuz. Bir taraftan, ihtilalcilere karşı olduğunuzu söylüyorsunuz, Anayasa'ya karşı olduğunuzu söylüyorsunuz ama bu Parlamentoyu oluşturan 4 siyasi partinin aktörünün iki dudağı arasında Parlamento şekilleniyor ve Anayasa Mahkemesi Başkanıydı sizi uyaran, Parlamentoyu uyaran. Şimdi, biz de sizi bu konuda göreve davet ediyoruz ve gelin, anayasayı birlikte, halkların anayasasını birlikte oluşturalım.

Sevgili arkadaşlar, ben bugün bütçe üzerinde, harcamalarla ilgili "Hangi para, hangi lira nereye gitti?" bununla çok fazla ilgilenmeyeceğim. Grubumuz da çok fazla, bu konuda detaylı bir şekilde... Çünkü çok açık, şeffaf bir bütçeye sahip olmadığımızı biliyoruz. Ben bugün, Sayın Başbakanın 2005'te Diyarbakır'da yaptığı "Büyük devletler, geçmişiyle yüzleşen devletlerdir." sözünden yola çıkarak bugün sizleri geçmişe doğru bir yolculuğa davet ediyorum. Aman, kızmayın; aman, dişlerinizi, pençelerinizi de göstermeyin bize; bizi dinleyin, acılarımız var ve biz bu ülkede barışı inşa etmek istiyoruz. Binlerce, binlerce bütçeler yapsanız da eğer siz barışınızı inşa etmezseniz bütçeler hiçbir sorunumuza çözüm getirmez.

Bakın, sevgili arkadaşlar, eğer büyük ülkeler geçmişiyle yüzleşecekse biz yüz yıllık bir yolculuğa çıkmalıyız. Cumhuriyet öncesi 1915'ler, bu topraklarda yaşayan kadim halklar, cumhuriyet öncesi bu topraklarda nüfusun yüzde 40'ı gayrimüslimlerden oluşuyordu; Ermenilerden oluşuyordu, Rumlardan oluşuyordu, Yahudilerden oluşuyordu, Süryanilerden oluşuyordu, birçok farklı halklar bu topraklarda yaşıyordu ama bugün geldiğimiz bu noktada, dünyada en son sıradayız gayrimüslimlerin yaşadığı ülke olarak, nüfusun yüzde 1'i kaldı. Peki, bu milyonlarca kadim halk -bu toprakların sahibi olan- kültürüyle, kimliğiyle buharlaşıp gittiler mi? Her gün uluslararası arenada karşımıza çıkan 1915'te yaşanan trajedi; her gün karşımızda hem uluslararası arenada hem iç kamuoyunda. Eğer bir miktar da vicdan sahibiysek, vicdanlarımızda da 1915'lerde nasıl acı dolu yıllar yaşadığımıza, ülke olarak, hepimiz, buna, geçmişten bugüne kadar tanıklık ettik.

Burada, sadece bu ülkede, yani bunu söylerken, "Türkiye'deki Türkler yaptı." Hayır, o süreçte bizim de atalarımızın günahları vardır, bir bütün olarak bir özeleştiri yapmalıyız, 1915'leri masaya yatırıp geleceğimizi birlikte inşa etmeliyiz.

1915'ten 1920'lere, ortak vatan şiarıyla kurulan cumhuriyete geldiğimizde, "Cumhuriyet Kürtlerin ve Türklerin anayurdudur." diyen Mustafa Kemal'in sözleriyle, cumhuriyet öyle şekillendi, Meclis öyle kuruldu. Meclis kurulurken, Meclis Başkanı Kürt milletvekillerine "Kürdistan milletvekili" diyordu, Laz milletvekillerine "Lazistan milletvekili" diyordu ve Kürt milletvekilleri ulusal giysileriyle Parlamentoya gelebiliyorlardı ve geçiş dönemi yaşandıktan sonra, 1920'lerden sonra ret ve inkâr politikaları...

Şimdi, bunu biz geçmişten bugüne kadar seslendirdiğimiz için binlerce insanımız tutuklandı, hâlâ cezaevinde olan arkadaşlarımızın büyük bir çoğunluğu "Kürt" ve "Kürdistan" dedikleri için tutuklanmıştır. En son Sayın Başbakanın Diyarbakır'da seslendirdiği ve biz onu sizin açıkladığınız demokratikleşme paketinden daha çok önemsiyoruz, çok çok önemsiyoruz. Grup konuşmasında, bir reddin, inkârın itirafıdır, çıkıp aynen şunları söyledi...

Bakın, biz burada konuşurken, dün, bir milletvekili arkadaşımız, ne yazık ki Diyarbakır milletvekili -o bölgenin adı da Kürdistan, Sayın Başbakan da orada Kürdistan demişti ama o ne diyor bana? Geldiğimiz günden bugüne kadar sürekli saldıran, tehdit eden bir tavır, eda içerisinde "Efendim, orada güney Kürdistan dedi." Bakın, Sayın Başbakan güney Kürdistan'ın başkanı oradayken evet "Güney Kürdistan" dedi ama döndü geldi grupta dedi ki: "Kürdistan söyleminden rahatsızlık duyulmasını hakikaten manidar buluyorum. Bunlar bizim tarihimizi bilmiyorlar. Çok yakın süreçle alakalı bir şey söyleyeceğim. Dünkü grup toplantısında Mustafa Kemal'in -bu, ATV'deki konuşması- söylediği sözlerin fotoğrafını gösterdim, getirdim, 'Kürdistan Bölgesi' şeklinde geçer. Kürdistan Bölgesinde her iki dil de kullanılır diye bir ibare vardır. Bir kararname vardır çok ilginçtir. Burada 'Kürdistan' geçiyor. Yine, Gazi'yle ilgili bir durum var, 'Kürdistan', 'Lazistan' diyor, konuşması var. Doğu, güneydoğu Kürdistan, Doğu Karadeniz Lazistan diye geçiyor." Bu konuşmalar Sayın Başbakanındır ve ben kendi adıma söylüyorum, Sayın Başbakanın bu tespitleri sizin demokratikleşme paketi olarak sunduğunuz paketten çok çok önemlidir. Ama sizin grubunuzda öyle cehaletten pay almış insanlarla karşılaşıyoruz ki kendi Genel Başkanlarının konuşmalarını bile anlamamışlar, Kürt gerçeğini bilmemektedirler, Kürdistan gerçeğini bilmemektedirler. Şimdi, sizin yok saymanızla Kürt ve Kürdistan yok olmaz. Efendim, sizin bu zabıtlardan çıkardığınız sözcüklerle Kürtler de Kürdistan da hayattan silinmiyor. Sayın Başbakan önemli bir tespit yapmıştı ama dün, ben de beklerdim ki, burada dönüp kendi milletvekillerine "Siz benim yaptığım konuşmaları anlayamamışsınız, anlayabilmiş olsaydınız bu şekilde tepki vermezdiniz." Ondan beklentimiz de budur ve bu Kürdistan'ın bedelini insanlar canları ve kanlarıyla ödediler.

Bakın, 1920'lerden, 1924'lerden sonra gelen süreçte ret ve inkâr politikaları başladı. Ret ve inkâr politikalarından sonra ölümler, göç, sürgün...

Bakın, istiklal mahkemelerinden bir küçük olayı anlatayım size. Diyarbakır'da istiklal mahkemeleri kuruluyor. Buradan bir savcı Diyarbakır'a gönderiliyor. Savcının adını şu anda... Süreyya olması gerekirdi.

MEHMET METİNER (Adıyaman) - Süreyya Örgev.

SIRRI SAKIK (Devamla) - Evet, evet, Süreyya Örgev, bağışlayın.

Bu savcı aynen şöyle anlatıyor, diyor ki: "Ben gittim, duruşma salonunda oturmuştum. Kara yağız bir Kürt delikanlısını alıp askerlerle birlikte içeri getirdiler. Hâkim sordu: 'Adın ne?' Türkçe bilmiyordu. Hâkim 'Alın, götürün, idam edin.' dedi ve alıp götürdüler, idam ettiler. Gece döndüm Diyar Oteline geldim. Yastığa başımı koydum, uyudum, birden o kara yağız Kürt delikanlı geldi, yakama yapıştı 'Günahım neydi beni astınız?' dedi. Uyuyamadım. Tekrar gelip yakama yapıştı. Sabahleyin kalktım, İsmet Paşa'ya bir telgraf çektim: 'Eğer bu topraklarda Türkçe bilmeyenleri asarsak tek insan kalmaz.' Cevap: 'Memleketin selameti için oradaki yargıçlara aynen uy.'" Kürtlerin böyle acı dolu yılları var. İstiklal mahkemelerinin ve şark istiklal mahkemelerinin ne acı dolu cinayetler yaşattığını hepimiz biliyoruz.

O süreç içerisinde, sonra 1937, 1938'deki Dersim isyanında halka uygulanan politikalar yetmedi. Bugün bir "yüzleşme" diyoruz, işte bunlarla yüzleşmeliyiz. 1942 varlık vergisi; bütün kimlikleri Türkleştirdiniz, sonra sermayeyi Türkleştirme operasyonu başladı. İstanbul'da gayrimüslimlerin malına el koydunuz, paralarını aldınız, yetmiyordu, canlarına el koydunuz. Alıp götürdünüz Erzurum'a. Aşkale'de demir yollarında, maden ocaklarında... Kimi şairdi, kimi edebiyatçıydı, kimi doktordu, kimi iş adamıydı; çıldırdılar, bu toprakların sahibiydiler. Kimi orada öldü, kimi sonra dönüp geldi ve bu toprakları terk ettiler. Avrupa'nın birçok kentinde hastanelere yatırıldılar, ruhlarını tımar etmek için. O kadar büyük bir trajedi yaşamışlardı, ruhlarının tımar olma şansı yoktu ve öldüler, çıldırarak öldüler. Onlar da bu toprakların sahibiydi. 1942 varlık vergisi. Sonra 1955, 6-7 Eylül olayları. Neydi günahları? Uyduruk, asparagas bir haberle o topraklarda yaşayan Rumları buralardan kovdunuz, malına mülküne el koydunuz. Sonra yetmedi, iç hesaplaşma. Adnan Menderes ve arkadaşları ne yüzünden, hangi gerekçeyle götürülüp idam edildi? Şimdi bize dönüp diyorlar ki: "Bu tür orduya 'göz bebeğimiz' deyin." Bu eli kanlılara nasıl "göz bebeğim" diyebilirim? Yani, Adnan Menderes ve arkadaşlarının günahı neydi, darağacına götürülüp idam edildi? Sonra döndüler -bir hesaplaşma- bu sefer Deniz Gezmiş ve arkadaşları, Mahir Çayan ve arkadaşları; kimi kıstırılarak öldürüldü, kimi darağacında. Burada, bu sırada oturanlar, askerlerden rövanşı alamayanlar, güçleri yetmeyenler sosyalistlerin, o üç gencin idamını "3'e 3!" diye bağırıyorlardı.

İşte, Türkiye böyle bir süreçten geçti. Sonra geldik, 12 Eylüller oldu, sonra ihtilal, sonra yaşanan zulüm politikalarını hep birlikte gördük ve acı dolu yıllar yeniden başladı 12 Eylülle birlikte. Sivas'ta, Çorum'da, Kahramanmaraş'ta, Gazi'de Alevilere uygulanan politikalara bire bir hepimiz tanıklık ettik. Hâlâ da o politikalar devam ediyor; Alevilerin evleri çarpılanıyor, Alevilere hiçbir kurumda iş verilmiyor. Ayrımcı politikalar alabildiğine hâlâ devam ediyor ve sonra Kürtler ve Kürtler... 17.500 faili meçhul cinayet, 50 bin ölüm, acı, gözyaşı ve otuz yıllık savaş ve hâlâ savaş devam ediyor.

Ama son sekiz on aydır bu süreç içerisinde bu savaşı barış görüşmelerine dönüştüren bütün aktörlere hep teşekkür ettim, buradan da ediyorum. Ben hayatım boyunca hiç kimseye övgüler yağdırmam, Hüda'dan başka kimseye övgü yağdırmam ama bu barış sürecinde önemli aktör olan Sayın Başbakana da, Sayın Öcalan'a da övgüler yağdırıyorum, Allah onlardan bin kez razı olsun. Türkiye'nin ihtiyacı da budur diyorum.

Bu süreci heba etmemeliyiz. Acılarımız var, acılarımıza yeni acılar katmamalıyız. İşte, Roboski'nin neredeyse birkaç gün sonra ikinci yılı olacak. Daha belki kanları kurudu ama gözyaşlarımız kurumadı. Roboski'deki ailelerin feryadıdır: "Evlerimiz mezara, mezarlarımız eve dönüştü çünkü gece evde mezarlarımızı hayal ediyoruz. Sabahleyin de kalkıp gidiyoruz, gidiyoruz, mezarlıkta günümüzü geçiriyoruz." Şimdi, bu kadar acıların yaşandığı bu topraklarda bizim bir şey yapmamız lazım. Hepimizin acıları var; hepimizin acılarını ortaklaştıracak bir şey, bir anıt yapmalıyız.

İşte, sevgili arkadaşlar, bu Roboski'de katledilen 34 yurttaşımız, kardeşimiz. Bunların, evet, bunların cenaze törenidir. Bu acılar daha diri; hâlâ anaların, bacıların gözyaşı devam etmektedir. Şimdi, buradan çağrımızdır: Gelin hep birlikte... Nasıl Almanya İkinci Dünya Savaşı'nda savaştan, binlerce, on binlerce, milyonlarca insanın kanına giren o katliamdan ders çıkararak geleceklerini birlikte inşa ettilerse, Avrupa buradan ders çıkararak ortak bir hukuk oluşturdularsa, ortak bir para birimi oluşturdularsa, sınırlarını kaldırdılarsa, birbirlerinin zararlarını tanzim ettiler ve döndüler, bir özür...

Bakın, bu. İşte ben Türkiye'de böyle bir tablo bekliyorum sevgili arkadaşlar. Bu Willy Brandt, Alman Başkanı nerede? Sevgili arkadaşlar, Sayın Bakanım; bu Almanya'da -Sayın Başkanım, siz de bakın- erdemlilik budur. Bu, yaşananlardan dolayı Varşova'da diz çökerek, diz çökerek yaşanan vahşetten dolayı Yahudilerden özür diliyor. Bu hiçbir dönem küçülmedi. Bakın, tarihte her yerde. Bugün bu alanda bile eğer bu resim kaldırılıp buna saygı duyuluyorsa o kibirlenenler buradan ders çıkarmalıdır.

Şimdi, benim size çağrım şudur: Hepimizin acılarını birlikte ya Mezopotamya topraklarında ya Anadolu topraklarında büyük bir anıt yapalım. Yani 1915'lerde yaşanan vahşeti, 1937'lerde yaşanan vahşeti, Deniz Gezmişleri, Adnan Menderesleri, Roboskileri, 33 askeri yani Bingöl'de öldürülen 33 askeri, askeriyle, polisiyle, genciyle herkes, bu topraklarda bu toprağa düşen bütün herkes, kendi acımız olarak büyük bir anıt yapalım. Bu büyük anıtı, isterseniz Anadolu'nun bir toprağında, isterseniz Mezopotamya'nın bir toprağında... 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı'nda gidip orada, ulus cumhuriyetten demokratik cumhuriyete dönüşen bir anıtın önünde bütün halklar kucaklaşalım, kenetlenelim, ortak büyük bir Türkiye'yi yaratalım. İşte, bunu yapabilirsek, eğer biz ortaklaşabilirsek ve biz geçmişimizle yüzleşebilirsek geleceğimizi birlikte inşa ederiz. Biz bu ülkenin vatandaşlarıyız, eşit vatandaş olmak istiyoruz. Biz bugüne kadar -acılarımız o kadar çok ki ama- hep Eyüp Peygamber'in sabrını gösterdik, Mandela'nın hoşgörüsünü gösterdik ve acının üzerine acıyla gitmedik, sürekli barış, demokrasi ve özgürlük dedik. Bugün de aynı şeyi söylüyoruz, bu ülkede analara yapabileceğimiz en büyük armağan barıştır, demokrasidir, özgürlüktür.

Bu duygularla hepinize tekrar teşekkür ediyorum. (BDP sıralarından alkışlar)