GENEL KURUL KONUŞMASI
Konu: 2014 YILI MERKEZİ YÖNETİM BÜTÇE KANUNU TASARISI İLE 2012 YILI MERKEZİ YÖNETİM KESİN HESAP KANUNU TASARISI NEDENİYLE
Yasama Yılı:4
Birleşim:37
Tarih:20.12.2013

BDP GRUBU ADINA PERVİN BULDAN (Iğdır) - Teşekkür ederim.

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; 2014 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Tasarısı hakkında Barış ve Demokrasi Partisinin görüşlerini sunmak üzere söz aldım. Genel Kurulu saygıyla selamlıyorum.

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; bugün bütçe görüşmelerinin son günü. Eşit gelir dağılımından uzak, insan hak ve özgürlüklerini temel almayan, emekçiye, yoksula, kadına yer vermemiş, bilime kaynaklarını kapatmış, sağlık hakkından, eğitim hakkından çalıp silaha harcanmış, erkek egemen militarist bir bütçe kanun tasarısının daha görüşmelerini sonlandırmak üzereyiz.

Geliri de, gideri de denetlenemeyen bütçe kanunu, bütçe hakkından çıkıp her yıl yinelenen bir retoriğe dönüşmüştür. Sadece bütçe kanun tasarısına dahi bakarak bu devletin sivilleşme ve demokratikleşme yönünde gerçekleşecek bir zihniyet devrimine ne denli ihtiyacı olduğunu görmekteyiz. Zira, halkın bütçesi, halkın yararını gözeterek değil, bilakis egemen olanların çıkarları doğrultusunda planlanmakta ve harcanmaktadır. En son meydana gelen gelişmeler göstermektedir ki, esas bütçe Sayın Hükûmete ve onların yakınlarına ayrılmıştır. Bütün Türkiye'yle beraber biz de dehşetle ve utançla izliyoruz devlet içinde devlet gerçeğini, AKP iktidarının yolsuzluklarını, bu yolsuzlukların boyutlarını ve devasa miktarlarını. Neresinden tutarsanız tutun, elinizde kalıyor. Yıllardır gizli bir ittifak hâlinde kurulan paralel devlet ve Hükûmet, el ele verip ne istedilerse yapmışlar. Her türlü yasa dışı oluşumlara, yolsuzluklara yol verilmiş. Şimdi çıkar çatışması başlayınca Hükûmetten de, paralelinden de inciler dökülmeye başladı. Ülkenin cevval savcıları yıllar boyunca Hükûmetin yolsuzluklarını sadece izlemiş, zor günlere lazım olur diye delil toplamış. Şimdi çıkarlar çatışınca bu savcılar güç dengelerinin kozlarını çekmeye başladı.

Doğrusu, hukuk açısından bakacak olursak, bizim izlediğimiz şey, baştan aşağı bir skandal. Diğer taraftan, muazzam bir yolsuzluk operasyonu yapılıyor ve hemen akabinde emniyet amirleri görevden alınıyor. Hırsızın emniyet amirlerini görevden aldığı bir devlet düşünsek bulamazdık, kendi ülkemizde bizzat tanıklık ediyoruz. Diğer taraftan, bu amirlerin adı onlarca şiddet, infaz ve hak ihlaline karışırken bir tanesini dahi görevden almazken, bu amirler hırsızlara dokununca hepsini birden görevden alıyorsunuz. Açıklama olarak da devlet içindeki her türlü örgütlenmenin ortaya çıkarılacağı söylenmektedir. Devlet içerisindeki derin güçlerin ortaya çıkarılması çok güzel de hırsızlık, yolsuzluk örgütlenmesi ne olacak? Ucu kime kadar gidiyor, daha kimler kimler bu vurgunları yaptı? Bunları soran, dile getiren bir Başbakan ve Hükûmet yok maalesef.

Operasyon yapanlar için "Babamın oğlu olsa affetmeyeceğim." diyen Sayın Başbakan "Yolsuzluk yapan babamın oğlu olsa affetmeyeceğim, sonuna kadar gideceğim." demiyor. Böylelikle, bizler de anlıyoruz ki bu bataklık ortaya çıkmış olsa da Hükûmetin bu bataklığa dokunmaya hiç niyeti yok. Biz Barış ve Demokrasi Partisi Grubu olarak tavrımızı net olarak ortaya koyuyoruz. Buyurun, her türlü derin yapılanmayı ortaya çıkaralım. Bu yapılanmalar nasıl örgütlendiler, geçmişte neler yaptılar, neye hizmet ettiler ve bugün neyi amaçlamaktadırlar açığa çıkaralım. Ancak ülkedeki yolsuzlukların, hırsızlıkların üzerine de ne pahasına olursa olsun gidelim.

Evlerine ekmek götüremedikleri için canına kıyan insanların, çöplüklerden yiyecek toplayan çocukların yurttaşı olduğu bir ülkede, bu Hükûmet kaynakların hesabını kuruş kuruş vermek zorundadır. Açıkça söylüyoruz: Bu yolsuzlukları açığa çıkarıp hesabını sormak Hükûmet açısından bir namus borcudur. Bu durumun perdelenecek, geçiştirilecek, sümen altı edilecek hiçbir tarafı yoktur, olamaz da.

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; Bu seneki bütçe kanunu tasarısında olduğu gibi, bugüne kadar bu Parlamentonun oyladığı bütün bütçe kanun tasarıları kadar, Parlamento da alınan kararlar, yapılan yasalar ve izlenen politikalar hep savaşa hizmet etti çünkü kendisini ister sağda ister solda konumlandırsın, milliyetçi ya da muhafazakâr olsun, bütün partiler Türk milletinin savaşarak kahramanca bir tarih yazdığına ve bundan sonra da yine ancak savaşarak tarihe büyük başarılar bahşedeceğine inandı. Bu şiarla Türkiye toplumu, kirli bir savaştan zafer çıkaracağına inandırıldı. Ülkenin maddi, manevi bütün kaynakları savaş lobilerine peşkeş çekildi.

Savaşa yatırım yapan Türk siyasal tarihine egemen olmuş bu anlayışın beslendiği bir kaynak vardı, Türk ulus devlet anlayışının inşasıyla bütün yönleriyle sorunlar yumağına dönüştürülen Kürtlerin durumu. Ulus devlet ideolojisi doğrultusunda varlığını "kendisinden olmayanın imhası" üzerine kuran bu anlayış ile beraber, baskı ve imha politikaları ile ne kadar geliştirildiyse Kürt sorunu da bir o kadar büyüdü. Asimilasyon, tenkil, zorunlu iskân ve hatta katliamlar bile Kürtleri bertaraf etme yolunda bir yöntem olarak kullanıldı. Sorunun özünü saptırmak amacıyla devlet güçleri tarafından "terör", "asayiş", "bölücülük" gibi birçok tanımlama yapıldı. Doğru tanımlanamayan ve bu nedenle doğru bir şekilde tartışılıp neticelere ulaşılmayan bir sorun üzerinde yanlış politikalar yürütüldü, hiç olmaması gereken uygulamalara yer verildi.

Sonuç olarak sayın üyeler, bu yanlış anlayışın bir halka bahşettiği şey, acıyla, kanla, ölümle geçen yükü ağır yıllar oldu. Elimizde, kaybedilmiş binlerce canın ağır faturasıyla kaldık, bir de Kürt'ün ne zindana ne dağa ne de ovaya sığmayan özgürlük mücadelesi gerçeğiyle.

Sadece bu topraklarda da değil, dünyanın dört bir yanında örgütlenen Kürt isyanı kendi öz gücü ile varlığını ayakta tutmayı başardı ve bu tarihsel sorun, bugün bizlerin olduğu kadar Türk devletinin, AKP Hükûmetinin ve bu Parlamentonun önünde demokratik ve barışçıl yöntemler ile çözülmek üzere durmaktadır.

Önümüzdeki bu sorun siyasal bir sorundur; bir halkın dilini, kimliğini, kültürünü, onurunu ilgilendiren, kısacası varlığını konu edinen tarihsel bir sorundur. Bu bağlamda Sayın Öcalan'la diyalog süreciyle beraber başlayan tarihsel önemde bir sürecin içerisine girdik. Önümüzde hesaplaşılması gereken zor bir miras, çok yönlü boyutları olan ve çözümü güçlü bir iradeyi gerektiren bir mesele var. Yaklaşık bir yıldır taraflar arasında görüşmeler yürütülmektedir. Bu süreç çözüm süreci olarak görülmekte ve demokratik talepler ile müzakere edilerek kalıcı bir barışın sağlanması hedeflenmektedir. Sayın Öcalan, sürecin sağlıkla ve ivedilikle ilerlemesi için ortaya büyük bir hassasiyet ve çaba koymuştur. Bir diğer yandan PKK de süreci ilerletecek kararları uygulamaya koymuştur. Ancak, yaklaşık bir yıldır görüşmeler devam etmesine rağmen hâlâ müzakere aşamasına geçilememiştir, yasal bir zemin ve hukuki çerçeve oluşturulmamıştır. Oysa Hükûmet, müzakereci rolü gereği yasal zemini hazırlamak ve süreci işler hâle getirecek somut adımları atmak durumundadır. Aksi takdirde, bu sürecin kendisi bile mevcut hukuk açısından yasa dışıdır. Bugün itibarıyla Sayın Öcalan'la yaptığımız görüşmeler dahi yasal bir zemini olmadan gerçekleşmektedir. Oysa bu süreç ancak yasal dayanaklar ile hukuki meşruiyet kazanır ve ilerler.

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; diğer taraftan, çözüm sürecinin ilerlemesi için Hükûmet kanadından atılması gereken samimi ve somut adımları hâlâ görebilmiş değiliz. Bir yıldır sağlanan şey sadece çatışmasızlık ortamı oldu. Bu elbette ki olumlu bir durumdur ama asla yeterli değildir. Uzun uzadıya zamana yayılan süreçler çözümü geciktirmekle kalmıyor, yeni yaralar açılmasına, süreci tehlikeye sokacak tehlikeli durumların yaşanmasına neden oluyor.

AKP Hükûmeti yıllar öncesinde de Kürt sorununu kabul ettiklerini ve çözeceklerini açıklamıştı. Hatta Başbakan "Devlet adına gerekirse özür bile dilerim." dedi fakat bütün bunlar sözde kalınca özür dilenmesi anlamsızlaşan birçok derin acı daha yaşandı. Şemdinli olayı oldu örneğin ki dosyası bugün hâlâ sümen altındadır. Yargılanamayan Şemdinli olayı, devletin Roboski çocuklarına kıyan eline güç verdi. Daha birçok çocuk öldürüldü panzerler ile gaz bombaları ile kurşunlar ile ve onlar ile beraber daha birçok kadın ve erkek; yaşlısı, genci, ne varsa işte muhalif olan.

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; savaş hukukunu nihayete erdirip barış hukukuna geçmeden çözümün yolları açılamaz. Barışı getirmek için barışın hukukunu, yasalarını da yapmak gerekir. 12 Eylül faşizmi yasayla yürürlükten kaldırılır, yasalarda yapılan değişiklik ve yeniliklerle bir döneme son verilir ancak. Cezaevleri yasalar ile boşaltılabilir, dağdan inişler yasalar ile sağlanabilir, siyasetin önü yasalar ile açılabilir. Ağır hasta tutuklular yasa ile olmaları gereken yerlere kavuşturulur ve bir devlet ancak böylelikle bir insanlık utancından kurtulur.

Sayın milletvekilleri, kanunlar egemenlerin silahı olarak kullanılmamalıdır. Silahları bırakalım ama ateşli silahların dışındaki silahları ne yapacağız? Onları da gömmemiz gerekir. Bir kanun zarar veriyorsa, biat etmeyeni, farklı olanı ezip yok etme, sömürme gücü sağlıyorsa o kanun da en az silah kadar zararlı ve tehlikelidir. İşte, bu tehlikeli silahlar ne zaman bırakılacak, bu çok önemlidir.

Devlet, kanunları toplum üzerinde birer sindirme ve tehdit aracı olarak kullanmaktan artık vazgeçmelidir. Nitekim içinde bulunduğumuz süreçte yargı hâlâ tutuklama kozunu kullanmakta, cezaevleri esir kamplarına dönüştürülmektedir. Bugün cezaevlerinde tutulan 5 milletvekilimizin durumu, Kürtlere karşı yürütülen düşman hukukunun bir sonucudur. Türk'e ayrı, Kürt'e ayrı uygulanan hukuk, bölücülüğün de, ayrımcılığın da, faşizmin de alelade örneğidir. Kürtler, yıllardır bir bütün hâlinde bu hukuk sisteminin kırımına sistematik bir devlet politikası olarak maruz bırakıldılar. Temsilcilerine uygulanan bu hukuk terörü ise, aynı zamanda, vekillerimizi temsilci seçmiş binlerce yurttaşın yenilmiş hakkıdır, rehin alınmış iradesidir. Bu hukuk, Kürt'ü ya hapse ya da mezara gönderir. Ermeni öldüreni kahraman yapan, Kürt öldürene hiç dokunmayan, tecavüzcüleri serbest bırakan bir hukuk gerçeğimiz vardır. Bu nedenle sayın üyeler, yürürlükteki antidemokratik yasalar ve özel yetkili mahkemeler tamamen kaldırılmalıdır. Demokrasiyi tesis edecek adalet sağlayıcı yasalar yapılmalıdır. Mevcut yasaların faşizan ruhunda değişim yoluna ivedilikle gidilmelidir. Bu bağlamda, grup olarak vermiş olduğumuz toplumsal barış yasa teklifinin Genel Kurulda kabul edilmesi, içinde bulunduğumuz sürece önemli oranda katkı sağlayacaktır. Bu sorumluluk sadece bize değil, iktidara ve aynı zamanda muhalefete de aittir.

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; diğer yandan, Anayasa değişikliğiyle ilgili olarak, mevcut durum bütün demokrasi çevrelerinde kaygı yaratmaktadır. Başlayan diyalog süreciyle beraber, Anayasa değişikliği için son derece elverişli bir ortam oluşmasına rağmen, yeni anayasa yapımının bir başka bahara ertelenmek istendiğini görmekteyiz. Oysa, yeni anayasanın yapılması, çözüm sürecinin en önemli adımı olacaktır. Anayasal değişikliğin bir başka seçim döneminin sloganı olarak kullanılmak üzere ertelenmesi, halkımıza da, Türkiye siyasetine de ve aynı zamanda Hükûmete de kaybettirecektir. Yeniden alınması zor mesafeler yaratmak Hükûmetin hiç ama hiç hakkı değildir. Faşist bir anayasayla yönetilen bir ülkede ne demokratikleşme sağlanabilir ne barışçıl bir ortam oluşturulabilir. Bu noktada, bizlerin askerî cuntanın ürünü olan bir anayasaya ihtiyacımız olmadığı gibi bu Anayasa'nın çok üzerinde, toplumun bütün kesimlerini kucaklayan demokratik bir anayasayı yapma gücüne de sahip olduğumuzu ifade etmek isterim. Dolayısıyla, Hükûmetin bu aşamada demokratik bir anayasanın yapılması yönünde geri adım atmasının hiçbir meşru dayanağı yoktur. Sorun, sadece Hükûmetin ne istediği ve niyetiyle ilgilidir.

Sayın Başkan, değerli üyeler; Sayın Başbakan "Herkes millî iradeyi hedef alıyor, millî iradeye saygı duyulmalı." diyor. Evet, sizlere sormak isterim: Millî irade dediğiniz şey nedir? Türkiye halkının iradesi mi? Şunu belirtmek isterim: Ancak gerçek demokrasinin uygulandığı ülkelerde halkın iradesinin gerçek temsilinden söz edilebilir. Demokratik seçimlerin olmadığı bir ülkede aldığınız oylara yaslanarak millî iradeden söz edemezsiniz. Yüzde 10 seçim barajının olduğu bir ülkede halkın iradesinin gerçek temsili siz olamazsınız. Yargının seçimler esnasında ortaya koyduğu taraflı tutumlar, vekillikten düşürme, seçilmişleri hapishanelerde tutsak etme uygulamaları devredeyken "Ben millî iradeyi temsil ediyorum." diyemezsiniz. Seçim çalışmalarımız, mitinglerimiz her an engelleniyor, siyasi kadromuz neredeyse tamamı hapishanelerde tutuluyorken, halk iradesinin temsili siz değilsinizdir. Yoksulluğa mahkûm ettiğiniz insanlara maddi ihtiyaçlarını dağıtarak satın aldığınız oylarla halk iradesinin temsiline sahip olamazsınız. Sivil anayasa vaadini seçim sloganı yaparak aldığınız oylarla -ki, o anayasa hâlâ rafta durmaktayken- siz "Ben halk iradesinin temsilcisiyim." diyemezsiniz. "Benim dönemimde işkenceye sıfır tolerans tanınacak, tek bir faili meçhul cinayet işlenmeyecek." diye söz verip de işkenceyi sokağa kadar taşırsanız, bu işkenceden onlarca insan gözünü, çeşitli uzuvlarını kaybedip canından dahi olursa, dağın taşın hâlâ yasını tuttuğu 35 Roboskili can hâlâ faili meçhul tutulan bir şekilde sizin emrinizdeki güçler tarafından katlediliyorsa sizin halk iradesini temsil ettiğiniz söylenemez.

Anımsatmak isterim, Paris cinayetleri, TSK tarafından gerçekleştirilen Ceylan cinayeti, Medeni Yıldırım, en son, Reşit ve Veysel İşbilir ile Bemal Tokçu kardeşlerimizin katliamları ve adını sıralayamadığım daha birçok kanlı cinayet, failleri ortada iken saklı tutulan sizin döneminizin cinayetleridir. Bu cinayetler işlensin ya da failleri saklansın diye bir tek kişi size oy vererek iradesini teslim etmemiştir. İktidar olma yolculuğuna çıktığınızdan bu yana "Kürt sorununu çözeceğiz, barışı getireceğiz, gerekirse özür bile dileyeceğiz." deyip de çözüm sürecinde savaş görüntüleri verip bu görüntülere seyirci kalırsanız hangi iradeyi temsil ettiğiniz tartışma konusu olur.

"Hepimiz kardeşiz, eşitiz." söylemleri ile halka seslenip Kürt'ün, Alevi'nin, gayrimüslimin, emekçinin, yoksulun, kadının hakkına girerseniz, sizin tabirinizle millî irade, bizim tabirimizle halk iradesinin temsil hakkına sahip olduğunuzdan hiç dem vuramazsınız.

Bizlerin ve diğer demokrasi güçlerinin eleştirdiği bütün bu uygulamalar, halkın iradesini değil, Başbakanın ve Hükûmetin bir bütün olarak ortaya koyduğu "ben yaptım oldu"cu, demokrasi kriterlerinden uzak, insan hak ve özgürlüklerine aykırı ve çözüm sürecine hizmet etmeyen uygulamalardır.

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; içinde bulunduğumuz sürecin barış sürecine evrilmesi için temizlenmeye ihtiyaç vardır. Temiz bir dile, temiz bir siyasete, temiz bir yargıya ihtiyaç vardır. Savaşın dilini bırakmazsak, barışın dilini konuşamayız.

Hükûmete sesleniyorum: Zafer elde etmek için tekçilik söylemlerine sığınmanız gerekmez. Kazanmak için ırkçıların sizi alkışlamasına, Jakobenist anlayışların onayına ihtiyacınız yoktur. Sürece dair samimiyeti iktidarın dilinde, bürokratik uygulamalarında ve kolluk kuvvetlerinin tavırlarında da görmek istiyoruz. Yürütmeyi elinde bulunduran güç, bütün bu alanlarda sürecin ruhunu hâkim kılabilecek güçtür aynı zamanda. Devlet zulmeden, katleden, totaliter eksenini hızla büyüten yanlarından arınmak zorundadır. Oysa, sürecin başından beri vuku bulan olaylar savaş dönemini yaşatmaktadır. Biz "Cezaevleri boşalsın." diyoruz, Hükûmet 62 tane yeni cezaevi yapımının hazırlığında. Siyasi tutuklamalara ara verilmeden devam edilmektedir. Özellikle Kürt çocuklarına yönelik olarak yürütülen büyük bir tutuklama operasyonu mevcuttur. Basın açıklamasına katılan çocuklar dahi rahatlıkla mahkemelere götürülebilmekte, çok basit suçlamalarla dahi cezaevlerine atılmaktadırlar. Ortada bir bilgi, belge dahi olmadan, sadece, polise mukavemetten dahi çocuklar tutuklanmaktadır. Karakollarda gizli tanıklığa zorlanan çocuklarımız, insanlık dışı uygulamalara maruz bırakılmaktadır. Bir halkı çocuklarıyla cezalandırmayı kabul eden bir vicdanı tasavvur edebiliyor musunuz?

Değerli vekiller, gerçek bir barışa niyet eden bir devlet karakollara ihtiyaç duymaz. Karakol yapmak, halkın arasına duvarlar örmek, emperyalist güçlerin kirli savaş planlarına ortak olmak, savaşı, savaşın hukukunu beslemek değil de nedir? Kürtler demokratik bir kazanım elde etmesin diye yıllarca İran, Irak ve Suriye'yle dörtlü ittifak yapan Türkiye, bugün yine, sırf Kürtlerin kazanımlarını engellemek için her türlü terör ve çetecilik faaliyetlerine destek verebilmektedir. Rojava'da ve Suriye'deki diğer bölgelerde her türlü vahşeti gerçekleştiren çeteleri koruyup onlara barınma imkânı sunup her türlü lojistik desteği veren Hükûmet, bu tavrıyla ne ülke barışına ne de Orta Doğu barışına hizmet etmektedir. Türkiye sınırlarını barışçıl insani dayanışmaya kapatıp Kürtlere karşı vahşet uygulamalarında bulunanlara açmak iyi niyetli bir yaklaşım değildir. Fakat bütün bu saldırılara ve bu desteğe rağmen Kürt özgürlük mücadelesi Rojava'da yükselmekte ve tarihî kazanımlar elde etmektedir. Bu kazanımların engellenmesine biz kuzey Kürtleri ve insan hak ve özgürlüklerine inanan bütün kesimler asla geçit vermeyeceğiz. Bir asırdan sonra Türkiye'yi Orta Doğu macerasına sürükleyen AKP, Rojava'ya karşı geliştirdiği düşmanca siyasetten ya vazgeçecek ya da Rojava'daki karanlık faaliyetlerin bedelini ağır ödeyerek hüsran yaşayacaktır. Çok net ifade ediyorum: Bu hesabın en ağır tarafı Kürtleri kaybetmek olur. Bu noktada, Kürtlerin özgürlüğü karşısında duran bütün güçler ile sonsuz mücadele edeceğimiz çok iyi bilinmelidir.

Sayın Başkan, değeli milletvekilleri; Hükûmet, devlet şiddetini frenlemekle kararlı gerçek adımları hâlâ atmamaktadır. Bu nedenle, sürekli olarak devlet güçlerinin eli ile gerçekleştirilen cinayetler meydana gelmektedir. Polis cinayetleri AKP Hükûmeti döneminde normalleştirilmiştir. Her bir insanımız devlet tarafından öldürüldüğünde bu devletin demokrasiden dem vurması boş laftan fazla bir şey ifade etmiyor ve barışa ve demokratikleşmeye daha da uzaklaşıyoruz.

Ölümüze dahi saygı göstermeyen bir devlet gerçeği mevcuttur. Mezarlıklarımız tahrip edilmekte, bu durumu protesto eden kitlelere ateş açılabilmekte, cenaze törenlerimize dahi kolluk kuvvetleri tarafından saldırılmaktadır. Ziyan edilen canları ve bunun karşısındaki devlet tutumunu ne biz yutkunabiliriz ne de Hükûmet haklı bir gerekçe ile izah edebilir. Bu nedenle, dağdaki ölümlere nasıl "Dur!" denildi ise devlet eliyle işlenen cinayetlere de kesin bir şekilde nihayet edilmelidir.

Sayın Başkan, değeli milletvekilleri; devletin hak talepleri karşısında gösterdiği direnç, insanlık suçu ile çevrelenmiş bir yaşamı dayatmaktadır. Asimilasyon bu durumun en başat sonucudur. Çerkezler "Biz bu topraklar için canımızı verirken Türkçe bilmiyorduk, şimdi ana dilimizi bilmiyoruz." diyorlar. Bu topraklar için canını veren halkların, devlet eliyle, benliklerinden, kimliklerinden edilmeleri çok trajik bir durumdur. Oysa, ana dilde düşünmek, konuşmak ve eğitim görmek varoluşsal bir haktır, her insana anne sütü gibi helaldir. Bu hakka müdahale etmek zorbalıktır, talancılıktır, katliama kalkışmaktır. Hükûmetin bu farkındalıkla hareket emesi elzemdir. Ne bu dünya bu ülkeden ibaret ne de bu ülke yalnızca sizin dilinizden, dininizden, renginizden ibarettir. Kabul etmek zor gelse de sizin gibi düşünmeyen, yaşamayan, sizin gibi konuşmayan ve inanmayan insanlar var bu ülkede. Siz, onların size benzememe hâlini kabul ederek, onların haklarına saygı duyarak yaşam alanlarını oluşturmalı, geliştirmeli ve korumalısınız. Bu bir devlet görevidir. Ne var ki Kürtlerin en başat talebi olan ana dilde eğitim hakkı hâlâ Hükûmetin kırmızı çizgisine denk düşmektedir.

Din kardeşi olarak Kürtlerin varlığını kabul eden bu Hükûmet, bir halk olarak doğal haklarıyla Kürtleri hâlâ kabul edebilmiş değildir. Kürtler sadece Türk'ün hak hukuku çerçevesinde kardeşliğe kabul ediliyorsa, buradaki niyeti kardeşlik temasından ziyade, Kürtlerin rızası alınarak haklarından yoksun bırakılmasına ilişkindir. Oysa, AKP Hükûmeti şunu gözden çıkartmamalıdır: Kürtler, ne Abdülhamit döneminin ne de Mustafa Kemal döneminin din kardeşliği temelinde kendisine bağlayarak haklarından mahrum bıraktığı Kürtler değildir artık. Olacaksa bir kardeşlik, bu faşist anlayışlarla değil kardeşlik hukuku esas alınarak olacaktır. Senin ne kadar hakkın varsa, hukukun varsa benim de o kadar olacak, ne bir eksik ne bir fazla. Kardeşin kardeşe üstünlüğü olmaz, kardeşin kardeşe zorbalığı olmaz çünkü kardeşlik hukuku, herkse hakkı olanı teslim etmeyi gerektirir.

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; çözümü ve barışı gerçekleştirmek için en çok ihtiyaç duyduğumuz şey adalet ve hakikattir. Türkiye Cumhuriyeti tarihine baktığımız zaman, devletin istenmedik olayları yani insanlık suçlarını genellikle unutturma üzerine geliştirdiği politikalarla bastırma yoluna gittiğini görmekteyiz. Bu, yıllarca böyle oldu ama artık bu politikanın geçerli olmadığı, sonuç vermediği gibi, yeni trajedilere imkân sunduğunu görmekteyiz. Devlet de, Hükûmet de şunu bilmelidir: Siz tarih boyunca ne yaptıysanız sizin yazdıklarınız kadar, tanıklık eden hafızalar da kayda geçtiler ve anlattılar. Toplumsal bellek, yaptığınız hiçbir şeyi her türlü çabanıza rağmen unutmadı, unutturmadı. İşte, sırf bundan dolayı, bir resmî tarih ve bir de toplumsal hafızanın sakladığı ve anlattığı tarih vardır ve işte bu yüzden de her Kürt, topraklarında kanla akan dereleri, süngüden geçirilen masumları, meydanlara kurulan darağaçlarında boynu giden dedelerini, zindanlarda katledilen babalarını, sokak ortalarında ensesine sıkılan amcalarını ve kaçırılan, kaybedilen yakınlarını bilir. Tarih kitaplarında yazmaz ama her Kürt bu gerçeği bilir ve hakikatlerin ortaya konulmasını, konuşulmasını ve adaletin bir an evvel sağlanmasını talep eder. Bu nedenledir ki adalet beklerken değil, adalet sağlandığında devletin eli Kürtlere uzanmış olacaktır. Bu nedenle devletin kendisiyle, kendi geçmişi ile yüzleşmesi kaçınılmazdır.

Sayın Başkan, sayın üyeler; yeryüzünde, yüzleşilmesi ve özür dilenmesi gereken suçlar ile vicdanını karartan tek ülke, elbette ki Türkiye değildir. İnsanlık tarihi bu günahları işleyen birçok devleti kayda geçti. Ama tarih akışı içerisinde bu günahların sorgulanması ve "Bir daha asla!" diyerek hesaplaşılması gereken birer insanlık suçu olduğunu da bizlere gösterdi.

Bu bağlamda, devletin Kürt düşmanlığının antisemitizmden, Hitler faşizminden ayrı kalır bir yanı bulunmamaktadır. Varşova'da Yahudileri fırınlarda yakarak imha eden Nazi Almanyası ile Kürt yurtseverlerini kalorifer kazanlarında yakanlar arasında hiçbir zihniyet farkı yoktur. Bosna'da 8 bin Müslüman erkeğin Sırp güçleri tarafından kurşuna dizilmesinin, Fransız sömürgesi...

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

BAŞKAN - Sayın Buldan, ek süre vereceğim. Lütfen konuşmanızı tamamlayınız.

PERVİN BULDAN (Devamla) - ...Cezayir'de sekiz yılda 1 milyon kişinin katledilmesinin Zilan katliamından, Dersim soykırımından ve 33 kurşundan bir fakı yoktur.

Arjantin'de gözaltına aldıkları kişileri uçaklardan okyanuslara atarak kaybeden zihniyet bu devletin içinde de vücut buldu. Binlerce Kürt böylelikle kaybedildi işte ki anaları on yıllardır evlerini dahi boyamıyorlar, olur da bir gün çocukları dönerse evlerini tanısınlar diye.

Bütün bu uygulamalardan sorumlu olanlar büyük yanıldılar. İnsanlık, bu devletlerden yaptıkları karşısında diz çöküp "Bir daha asla!" demelerini bekliyor ki nitekim bunu yapan, bu şekilde günahlarından arınma teşebbüsü gösteren büyük ülkeler vardır. Bizler de Türk devletinden kendi geçmişi ile yüzleşip "Bir daha asla!" diyerek bütün yurttaşlarına güven vermesini bekliyoruz. Bu talebimiz ne bizi güçlü kılar ne devleti zayıf düşürür. Bu isteğimiz, birbirimizi kabul etmemizi sağlayacak, kardeşleşmeye uzanan yolu açacaktır. Bu yol Türkiye halklarına verilebilecek en büyük, en iyi ve geç kalmış devlet hizmetidir. Kıymeti de, işlevi de binbir türlü yatırım nutuklarından katbekat fazladır.

Sayın başkan, değerli milletvekilleri; konuşmama son vermeden önce bazı hususlara değinmek isterim: İçerisinde bulunduğumuz süreç, silahlı direniş sürecinden demokratik siyaset alanına bir kapı açmıştır, bu kapıyı kapatmayın. Bizler sadece Kürtler adına değil, tekçilik ateşinin yaktığı bütün halklar ve kesimler adına çözüm sürecine el verilmesini istiyoruz. Demokratik hak ve taleplerin inşası için çaba içerisine girilmesini sadece hükümetten de değil, muhalefetten, bürokrasiden, tüm ezilen halklardan, ezilen sınıf ve kültür temsilcilerinden, kadınlarımızdan ve aynı zamanda sistemin dışına atılan bütün kesimlerden beklemekteyiz. Sadece Kürtler değil, bütün Türkiye kazansın istiyoruz. Sömürü zihniyetine dayalı kapitalist modernite yerine demokratik moderniteyi inşa edelim diyoruz.

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; 1920'de bu Meclisi beraber açtık. Şimdi yine bu Meclisin çatısı altında halkları birbirine kırdıran, sömüren, eziyet eden, baskı ve zorbalık zihniyetini beraber sorgulayalım, mahkûm edelim ve yine beraberce, eşitlik temelinde yaşamın mümkün olduğu demokratik bir ülkenin imkânını halkımıza sunalım.

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

BAŞKAN - Sayın Buldan, süreniz bitti. Bir dakika daha size ek süre vereceğim, lütfen konuşmanızı tamamlayın, ondan sonra ek süre vermeyeceğim.

PERVİN BULDAN (Devamla) - Teşekkür ederim.

Kimse ama hiç kimse kendi ülkesinde kendi toprağında öldürülmesin, zulüm görmesin, ezilmesin, yok sayılmasın. Ortak geçmişimiz, ortak vatanımız bizi ortak bir geleceği beraberce inşa etmeye mecbur kılmıştır. Bu durum, Türk ve Kürt halkının tarihsel gerçeğidir. Bu gerçeği görmezden gelerek ne siyaset yapılabilir ne de bu ülke bir adım ileri götürülebilir. Asırlık sorunlarımızın içerisinde boğulmaya mahkûm oluruz. Büyük kazanmak varken neden tükenişe mahkûm olalım?

Biz Kürtler bütün acılarımıza rağmen bu iradeyi gösterebiliyorsak kimse arkasına sığınacak haklı bir gerekçe aramasın. Hepimizin bu noktada hem siyasal hem tarihsel hem de insani sorumluluklarımız bulunmaktadır.

Bu nedenle, Parlamentonun bütün siyasal bileşenlerini bu sorumlukla hareket etmeye davet ediyor, heyetinizi tekrar saygı ile selamlıyor, teşekkür ediyorum. (BDP ve HDP sıralarından alkışlar)