GENEL KURUL KONUŞMASI
Konu: MİLLİ EĞİTİM TEMEL KANUNU İLE BAZI KANUN VE KANUN HÜKMÜNDE KARARNAMELERDE DEĞİŞİKLİK YAPILMASINA DAİR
Yasama Yılı:4
Birleşim:68
Tarih:26.02.2014

AK PARTİ GRUBU ADINA MEHMET NACİ BOSTANCI (Amasya) - Sayın Başkan, çok teşekkür ediyorum.

Değerli arkadaşlar, hepinizi saygıyla selamlıyorum.

Dershanelerin ve Millî Eğitim Bakanlığının yapılanmasına ilişkin bu tasarıyı iki gün boyunca konuştuk, tartıştık, cuma ve cumartesi günleri enine boyuna tartıştık. Bu tartışmalara katılan bütün arkadaşlara öncelikle teşekkür ediyorum. CHP'den, MHP'den, BDP'den ve AK PARTİ'den katılan arkadaşlarla birlikte, Komisyona ilgi gösteren vekillere, bürokratlara ve basına teşekkürlerimi bir kez daha buradan ifade ediyorum.

Doğrusu muhalefet orada son derece ayrıntılı itirazlar getirdi, bu "enine boyuna tartışmak" dediğim konuya çok önemli katkılar sundu. Kendilerine muhalefet olarak bir kez daha teşekkür ederken, bu kadar ayrıntılı itirazlar ve izahatların içinde Anayasa'ya aykırılık olmadığını, böyle bir tartışma yapmadığımızı bir kez daha buradan beyan edeyim.

Böylesine önemli bir konunun tabii ki orada gündeme gelmesi gerekirdi, gündeme gelmediğini ifade etmek için söylüyorum ama Genel Kurulda gündeme geldi ve bunun üzerinde de konuşuldu.

Öncelikle dershaneler konusuna ilişkin, onların dönüştürülmesine ilişkin bir değerlendirmede bulunacağım: İlk gün görüşmelere başlarken değerli bir muhalefet vekilimiz "Çocuğunu dershaneye göndermeyen vekil arıyorum." diye pankart asmıştı. Ben de Komisyon Başkanı olarak bir gün sonra beyanda bulundum, dedim ki: Çoğunu göndermeyen bir vekilim. Benim oğlum dershanelere gitmedi, dershanelere gitmemesine rağmen ODTÜ elektroniği kazandı ve orayı bitirdi. Zannediyorum tek vekil ben değilim. Benim zamanımda da dershaneler vardı, ben de dershanelere gitmemiştim ama Mülkiyeye girdik ve orayı okuduk. Sanıyorum burada dershanelere gitmeyen başka vekil arkadaşlar, çocuklarını göndermeyenler de vardır.

Dershaneler niçin ortaya çıktı? İşin piyasaya tekabül eden bir yanı var mı? Var. Sınav sistemi, yarışma, test biçiminde yapılması; bütün bunlar dershaneleri ortaya çıkarttı ve geliştirdi, doğru. Dershanelerin bir eğitim kurumu olmadığını hepimiz biliyoruz. Eğitimden kastettiğimiz öğrencinin bilgilendirilmesidir yani hayata ilişkin, yaşadığı ortama, kültüre ilişkin, insanlığın ortak kültürel birikimine ilişkin bilgilendirilmesidir ki, dershaneler böyle bir fonksiyonu yerine getirmiyorlar. Dershanelerin yaptığı bilgi değildir yöntem öğretmektir yani test sınavlarında nasıl başarılı olacaklarına ilişkin bir yöntem. Bildiğim kadarıyla buradaki bütün siyasi partiler de devletin eğitim kurumunun yanı sıra ikinci bir böylesine kurumun oluşmasından rahatsızlar ve öteden beri buna ilişkin itirazlarını ortaya koyuyorlar. Gerekçeleri farklı olabilir, çözümleri farklı olabilir ama dershanelerin varlığından rahatsızlık ve bunların eğitime bir katkı yapmadığına ilişkin itirazda herhâlde bir ortak anlayışımız var. Sonuçta, bu işlerin nasıl çözüleceği muallak bırakılmaz, zamanı geldiğinde veya zamanı geldiğini düşünen iktidar bir çözüm yolu ortaya koyar, müzakere edilir, bir sonuca bağlanır; beğenilmezse daha sonra, şartlar değiştiğinde başka bir irade çıkarsa o başka bir yöntemle başka bir gelişme sağlayabilir. Mesele, dershanelere ilişkin işin piyasa tarafına dair indirgeme ve bütünüyle piyasanın çıkardığı bir kurum olma iddiası yanıltıcı yanlar da taşıyor, şu bakımdan: Dershanelerin öğrenci talep etmek için, öğrencileri kendi kadrolarına katmak için nasıl bir reklam ve propaganda sürecinden geçtiklerini biliyoruz. Kocaman afişlerle, 1'inci, 2'nci, 3'üncü olarak nerelere girdiklerine dair öğrencileri oraya asıp "Başkaları için de teşvik edici olsun." diye ayartıcı ve baştan çıkarıcı bir dille bu işi propaganda ettiklerini biliyoruz.

Yine aynı şekilde, on ikiden iki türlü vurulur bilirsiniz. Bir: Atarsınız, tam on ikiden vurursunuz. İki: Atarsınız, kurşun nereye düşerse oraya 12 yazarsınız on ikiden vurmuş olursunuz. Dershaneler biraz da ikinci türden çalışıyor, şöyle ki: Ortaokullarda ve liselerde başarılı olan, kazanacağı önceden görülen, performans sahibi çocukları kendi kadrolarına katmak için özel bir çaba gösteriyorlar. Böylelikle daha sonra dışarıya astıkları afişlerde kimin başarılı olacağına ilişkin kendi performanslarının ötesinde o çocukların dehalarını ve çalışkanlığını da kendi piyasa ilişkilerinin bir parçasına dönüştürüyorlar. Zaten bu reklam ve propaganda meselesi malum 20 ve 21'inci yüzyılda çok değişti, "ayartıcı ve baştan çıkarıcı" diyorum ya reklam böyle bir anlam kazandı. Dershaneler de benzeri modda reklamcılıkla piyasa ilişkilerini manipüle ediyorlar ve esasen "Ceketimi satarım, çocuğumu okuturum." diye bir anlayış vardır ya, dershanelerin bu rekabetçi stratejileri, reklam ve propaganda yoluyla piyasayı inşa etme çabaları karşısında veliler olarak kendilerini çaresiz gördükleri için, o yatırım yaptıkları çocuklarının daha başarılı olabilmesi için hakikaten kimileri ceketlerini ve pantolonlarını satıp çocuklarını o dershanelere gönderme lüzumunu hissediyorlar.

Dershanelerin hiç mi faydası olmadı? Bu sosyal mobilite için, fakir fukara çocuklarının orta ve üst sınıflara eğitim yoluyla çıkması için bir faydası olduğu söylenebilir, böyle bir yorum yapılabilir ama eminim ki Türkiye'de bu fakir fukara çocuklarının sosyal mobilizasyonunda en büyük pay cumhuriyetin ve demokrasinindir. Bu Mecliste bulunan insanlar da öyle zannediyorum ki bir araştırma yapılsa hepsi sıradan işçi, memur çocukları olarak buradadırlar. Benim babam da bir postacıydı, annem de ümmi idi. Okuduk, uğraştık, cumhuriyet ve demokrasi sayesindedir ki üniversitede hoca olduk, sonra da bugün buraya geldik. Türkiye'de asıl sosyal mobilizasyonun kaynağı cumhuriyet ve demokrasidir. Bunun altını çizmek için söylüyorum.

Dershaneler özel okullara dönüştürülüyor. Buna şöyle bir itiraz yapılıyor: Türkiye'de özel okulların kapasiteleri zaten yarım kapasite çalışıyor. Dolayısıyla böyle bir dönüşüm neticesinde dershaneler kimi bulacak?

Değerli arkadaşlar, istatistiklere baktığımızda, Avrupa Birliğinde özel okullaşma oranı ortalaması yüzde 11, kimi ülkelerde yüzde 25, yüzde 30'a kadar çıkıyor, Türkiye'de yüzde 2,6. Özel okullar konusunda son derece düşük bir oran söz konusu ve öyle anlaşılıyor ki "Avrupa Avrupa" diyoruz, Avrupa Birliğine ilişkin çeşitli parametreleri esas alıyoruz ya, bu okullaşma meselesinde de kamunun okulları, özel okullar çerçevesinde bir muhakeme yaptığımızda buradaki referansların bize bir şey söylemesi lazım. Devlet otoritesi ne yapıyor? Dershaneleri dönüştürürken aynı zamanda çocukların bu özel okullara gidebilmesi için kimi teşviklerde bulunuyor. Bu teşvikler de son derece normal yani niçin özel okullara gidilmesine ilişkin teşvik veriliyor, kamu kaynakları niçin böyle harcanıyor -daha pejoratif bir kelime seçilirse- kamu kaynakları peşkeş çekiliyor diye konuşulabilir, söylenebilir ama eğitimin önemi ve kalitesi için kamu-özel arasındaki rekabetin -özelin kendi içindeki rekabetin, kamunun da aynı şekilde- ne kadar önemli olduğunu bir kere daha burada ifade etmek istiyorum, sizler de katılırsınız. İkincisi: Zaten siyasal iktisat diye bir şey vardır malum. Siyasi otorite kamu kaynaklarını kendi anlayışı, yaklaşımı, toplumla kurmuş olduğu sosyal sözleşme çerçevesinde gerçekleştirir. Zaten bu kamu kaynakları, piyasa ilişkilerine göre değil, iktisadın o homoekonomikus, kâr-zarar eğrileri çerçevesinde değil siyasal anlayışı istikametinde bu harcamaları yapar. Eğer kamuoyu, halk seçime gittiğinde siyasal iradelerin bu tür teşviklerini ve desteklerini uygun görmezse onu cezalandırır, uygun görürse de yüceltir. Herhâlde AK PARTİ'nin siyasal iktisada tekabül eden bu tür harcamaları, teşvikleri, destekleri uygun görüldüğü içindir ki siyasetin de stratejik yeri burasıdır, on iki yıllık bir iktidarla karşı karşıyayız. Yarın başka bir parti iktidar olduğunda yahut da geçmişte iktidar olan başka partilerin yaptığı da budur. Siyasal iktisat çerçevesinde karar vermek ve harcamaları belirlemek.

Öğretmenlere ilişkin tartışma yapılıyor. Deniliyor ki: "Yasa tasarısına göre altı yılı tamamlayan ve 40 yaşın altında olan, dershanelerde çalışan öğretmenler bir sınav neticesinde -sınavsız değil- Millî Eğitim Bakanlığına alınacaklar." Burada itiraz eden arkadaşlar şunu diyorlar: "Atanamayan öğretmenler varken niçin dershanedeki bu öğretmenleri siz bu kadrolara alıyorsunuz?"

FATMA NUR SERTER (İstanbul) - Sözlü sınav, sözlü.

MEHMET NACİ BOSTANCI (Devamla) - Emin olun, biz "Ne hâliniz varsa görün kardeşim, dershaneler dönüşüyor, kendi istihdamınızı da kendiniz yapın." desek, değerli muhalefetimiz bu defa "Niçin o öğretmenleri sokağa bırakıyorsunuz, onlara karşı hiç mi kamusal bir sorumluluğunuz yok, vicdanınız yok?" diye benzer bir eleştiriyi dile getirecekti. Bir tane fıkra vardır, bilirsiniz, hoca ile çocuğu eşeğin yularından tutmuş götürüyor, ne yapsalar muhakkak birisine kendilerini beğendiremiyorlar. Siyasal tercihlere itiraz etmek ve sürekli o işin yanlışlığına dair birtakım iddialar ortaya koymak mümkündür. Mukabil iddialar da mümkündür. Bu sonsuza kadar gidebilir, birbirine bakan aynalar gibi. Ama bir yerde noktayı koymak, kararı vermek, bir tercihte bulunmak gerekir. İktidarın yapmış olduğu da budur.

KEMALETTİN YILMAZ (Afyonkarahisar) - Seni bakan yapmayacaklar Naci!

MEHMET NACİ BOSTANCI (Devamla) - Öğretmenler meselesinde öteden beri söylendi, bir sınav çerçevesinde öğretmenler de Millî Eğitim Bakanlığının kadrolarına alınıyorlar. En çok öğretmen de bu dönemde alınmış. Üniversite eğitim sistemine tamamen istihdam odaklı bakmak ve bu işten de sorumlu olarak sadece siyasi otoriteyi görmek yanlıştır, yanıltıcıdır.

BÜLENT BELEN (Tekirdağ) - Muhalefetteyken böyle konuşmuyordunuz ama!

MEHMET NACİ BOSTANCI (Devamla) - Tabii, bu bakış Türkiye'nin iktisadi gücü, siyasi otoritenin çok geniş bir kamu kaynağına sahip olduğu gibi varsayımlara yaslansa anlarım ama öyle bir şey söz konusu değil, sadece...

BÜLENT BELEN (Tekirdağ) - O kaynaklar boşa gidiyor. Ayakkabı kutularına gidiyor o kaynaklar.

KEMALETTİN YILMAZ (Afyonkarahisar) - Ne değişti?

MEHMET NACİ BOSTANCI (Devamla) - Şöyle bir anlayış var tabii. Muhalefet elbette görüşlerini ortaya koyacak ama her tür mağduriyet iddiasında bulunan, kendini bu şekilde ortaya koyan, kendi aralarında da rekabet bulunan, öbekleri itibarıyla ihtilafları bulunan çevrelere karşı, tabiri caizse, halk deyimiyle, hepsini gönülleyen ve sanki hepsinin temsilcisiymiş gibi davranarak buradan bir netice çıkarmak isteyen akılla karşı karşıyayız. Mesela felsefe öğretmenleri "Bizleri atayın." diyor, sosyoloji öğretmenleri "Bizleri atayın." diyor, matematikçiler "Bizleri atayın." diyor. Tabii, talep edecekler ama Bakanlık da ihtiyaçları ve maliyenin imkânları çerçevesinde bir atama yapacak, bunu da normal karşılamak lazım. Eğer "Atanamayan" diye başlarsak bütün üniversitede okuyan çeşitli bölümlere ilişkin öğrencilerin de atanmalarını siyasi otoriteden bekleriz ki herhâlde siyasete böyle bir yük yüklemek hani o hep itiraz edilen otoriter anlayış var ya "Her şeyden siz sorumlusunuz, her şeyi siz yapmalısınız, kim üniversiteden mezun olursa onu hemen kolundan tutup bir işe yerleştirmelisiniz." siyasi otoriteye bir tür kadiri mutlaklık atfetmek anlamına gelir ki bu mümkün değil. Siyasi otorite elbette elindeki imkânlar ve güç nispetinde bunu yapacak.

Bakanlık dönüşümüne gelince. Evet, Bakanlık klasik Türk idari sistemine uygun bir dönüşüm gerçekleştirmek istiyor. Grup başkanlıkları daire başkanlığı oluyor, yurt dışı eğitimine ilişkin bir genel müdürlük kuruluyor, ölçme ve değerlendirme genel müdürlüğü kuruluyor. Talim Terbiye Kurulu dün ne yaptıysa, merak etmeyin, yarın da onu yapacak. Yani, istişare edecek, bilgi toparlayacak, sonuçta, bürokratik hiyerarşi çerçevesinde bunlar pratiğe yansıyacak.

Bu, Bakanlık dönüşümüne ilişkin görevleri süreli hâle getirmek, müdür, müdür yardımcılığı gibi görevleri süreli hâle getirmek itiraz edilen konulardan birisi. Son derece uygun, yerinde ve kesinlikle oturulan koltuk ile insanın özdeşleşmesine mani olucu, Millî Eğitimde de bu işe ilişkin asıl vurguyu öğretmene yapıcı bir yaklaşım olarak görmek gerekir bunu. "Siz bu insanları alıyorsunuz, Bakanlıktakileri değiştiriyorsunuz, yerine yandaşlarınızı getireceksiniz." diyorlar. Ben, bu mantığın kendi içinde çelişkili olduğu kanaatindeyim. Eğer AK PARTİ iktidara yeni gelmiş olsa diyebilirsiniz ki: "Siz bu işi kendi yandaşlarınızı getirmek için yapıyorsunuz." On iki yıllık bir iktidara bunu söylediğinizde bu mantıklı bir değerlendirme olmaz. Zaten, dediğiniz gibi davranıyorsa bu iktidar, yandaşlar gitti, yandaşlar geldi! Sizin söyleyeceğiniz bir şey olmaz yandaş anlayışı çerçevesinde konuşuyorsanız. Eğer bunu diyorsanız demek ki AK PARTİ iktidarı adil davranıyor, yandaşlık anlayışıyla hareket etmiyor. Bugün, siz hukukunu korumak için "Yandaşları getiriyorsunuz." diye itiraz ederken hakikaten o insanların hukukunu koruyan bir siyaseti on iki yıldır zaten uyguluyor. O yüzden bu yandaşlık meselesini çok politik, spekülatif bir laf olarak görüyorum.

Sözlü sınavlar meselesine gelince. Yazılı sınavlar yapılacak, sözlü sınavların da yapılmasında ne tür bir beis var? Bugün biz yaparız, buradaki bürokrasi yapar, yarın belki siz yaparsınız. İnsanlar makine değil, insanların da alınlarında partileri yazmıyor. Öğretmenlik gibi bir meslekten bahsediyoruz. Nasıl konuşuyor, kendisini nasıl anlatıyor. Üstelik Komisyonda da konuştuk, buna ilişkin birtakım somut kategoriler de ortaya konuldu. Yani bu güvensizlik... Bu güvensizlik iyi bir şey değil, size söyleyeyim. Maalesef, bence Türkiye'nin temel meselelerinden birisi de bu güvensizlik işi. Aslında kısmen şu konuştuğumuz, tartıştığımız...Daha önceki meseleye de değineceğim bu vesileyle. "Güvensizlik" diye başlarsak arkadaşlar, bu güvensizliğin sonu gelmez. Şöyle ki: Benim adım Naci Bostancı, değil mi, AK PARTİ adına çıktım buraya, konuşuyorum. Hiçbiriniz benden kimlik sordunuz mu "Gerçekten Naci Bostancı mısın?" diye.

BÜLENT BELEN (Tekirdağ) - O konuda gerçekten şüphemiz var!

MEHMET NACİ BOSTANCI (Devamla) - "Gerçekten AK PARTİ adına konuşuyor musun?" diye. Sormadınız, sormaya gerek görmediniz. Ama diyelim ki güvensizlik oldu, birbirimizi sürekli kolluyoruz. Belki de Bostancı'nın dublörüyüm. Kimliğimi sordunuz, kimlik gösterdim. Dediniz ki: "Kimliğin sahte, ona da güvenmiyoruz." Şahit getirdim. "Şahitleri ayarladınız." dediniz. Toplumsal hayat birtakım güvenler üzerine kuruludur. Sürekli güvensizliğe dayalı bir şekilde davranırsak bu güvensizliğin ucu bucu bulunmaz, toplumsal hayatı da tahrip etmiş oluruz. O yüzden, evet, makul ölçüde bir güvensizliği anlarım, o güvensizliği giderici tarzda nesnel kriterlerin ortaya konmasını anlarım ama insana dayalı her tür sınav sistemini "Siz yandaşları getireceksiniz." şeklinde bir güvensizliğe bağlamayı anlamam.

Şu tapeler mapeler meselesine ilişkin aslında biraz daha geniş konuşacaktım ama üç beş cümle de izniniz olursa ona dair konuşmak istiyorum.

ALİM IŞIK (Kütahya) - Yeniler geldi yeniler, haberin yok!

MEHMET NACİ BOSTANCI (Devamla) - O konuda da söyleyeceğim şu arkadaşlar: Birileri karanlıkta bir iş çeviriyor, açıkta değiller. Kim yapıyor?

KEMALETTİN YILMAZ (Afyonkarahisar) - Seni bakan yapmazlar, o kadar yağ çekme kardeşim.

MEHMET NACİ BOSTANCI (Devamla) - Benim bakanlıkta filan gözüm yok. Hiç merak etme.

KEMALETTİN YILMAZ (Afyonkarahisar) - Bakan yapmazlar.

MEHMET NACİ BOSTANCI (Devamla) - Hiç gözüm yok.

MUHYETTİN AKSAK (Erzurum) - Yakışır yakışır, siz niye rahatsız oluyorsunuz!

MEHMET NACİ BOSTANCI (Devamla) - Karanlıkta birileri ateş ediyor. Kim ateş ediyor, niçin ateş ediyor? Bunları sormanız gerekir. Sadece bizim değil, sizin de sormanız gerekir.

ALİM IŞIK (Kütahya) - Yağlamana gerek yok.

KEMALETTİN YILMAZ (Afyonkarahisar) - Bakanlık yok.

MEHMET NACİ BOSTANCI (Devamla) - Çünkü adresi belli değil, yapanın kim olduğu belli değil. Bir gazete yazdığında ondan sorarsınız, bir siyasi konuştuğunda ondan sorarsınız ama karanlıkta ateş açarak siyasi manipülasyon yapmak her şeyden önce şaibeli bir iştir, ahlaksızca bir iştir, ne olursa olsun. (AK PARTİ sıralarından alkışlar)

Churchill 1896'da Küba'ya gidiyor, İspanyollar davet ediyor. Kübalılar ile İspanyollar çatışıyor o sırada. "Beni İspanyollar çağırdı ama kalbim Kübalılardan yanaydı." diyor Churchill. Genç bir teğmen. Oradaki olayları izliyor. Hatıralarında şöyle diyor: "Evet, İspanyolların biraz zalim bir tarafı var, Kübalılar da onlara direniyor. Kübalı direnişçiler bazen çalıların arkasında, gecenin karanlığında ortaya çıkıp askerî birliklere saldırı düzenliyorlar; vurup kaçıyorlar, yöntemleri biraz haydutça. Ama şunu söyleyeyim: 'Karanlığın içinde böyle pusu kurarak, haydutluk ederek, eşkıyaca yöntemlerle onurlu bir devlet kuramazsınız.'" Bunu Kübalılara söylüyor.

Ben de diyorum ki eşkıyalıkla, karanlıkta, adresi belli olmayan ateşlerle, kimin neyi niye yaptığına ilişkin analizlerin ortaya konmadığı, sadece ortadaki resme bakıldığı bir muhakemeyle biz Türkiye'ye ve demokrasiye kesinlikle destek vermeyiz. Mesele bugünün meselesi değil, mesele hepimizin meselesi. Türkiye demokrasisi zaten naif bir demokrasi. Biz zengin bir ülke değiliz. Biliyorsunuz, yüzyılın başında demokrasi zenginlerin işi görülürdü. Bu demokrasi konusunda hepimizin ihtimam göstermesi lazım. Sadece güncel tartışmalara boğulmak ve bazen kimi sembolleri -ayakkabı kutusu gibi- başımıza geçirmek bizi körleştirebilir.

Saygılar sunuyorum. (AK PARTİ sıralarından alkışlar)