GENEL KURUL KONUŞMASI
Konu: BİRLEŞMİŞ MİLLETLER GEÇİCİ GÖREV GÜCÜ BÜNYESİNDE TÜRK SİLAHLI KUVVETLERİNİN 5 EYLÜL 2014 TARİHİNDEN İTİBAREN BİR YIL DAHA UNIFIL HAREKÂTINA İŞTİRAK ETMESİ HUSUSUNDA ANAYASA'NIN 92'NCİ MADDESİ UYARINCA HÜKÛMETE İZİN VERİLMESİNE DAİR
Yasama Yılı:4
Birleşim:111
Tarih:02.07.2014

HDP GRUBU ADINA ALTAN TAN (Diyarbakır) - Sayın Başkan, sayın milletvekilleri; bir kez daha yurt dışına asker gönderilmesiyle ilgili bir tezkere doğrultusunda konuşmak üzere huzurlarınızdayım. Bu kaçıncı tezkere, bu, kaçıncı konuşma, bu, kaçıncı tartışma, doğrusu ben de hatırlamıyorum.

Bir zamanlar yabancı bir gazeteci yazdığı bir makalede "Türkiye'nin en büyük ihracat kalemi askerleridir, ordusudur." dediği zaman yer yerinden oynamıştı ama geriye dönüp bakıyoruz, Demokrat Parti döneminde Kore'ye asker yollamadan daha sonra Afganistan'a asker yollamaya kadar, işte bugün de Lübnan'a tekrar asker yollamaya kadar kaç sefer bu işi yaptık, herhâlde, devlet de, yetkili yerlerde, ilgili yerlerde kayıtları olmasa irticalen sayısını unuttu.

Değerli arkadaşlar, tabii ki, dünyada belli paktların, belli organizasyonların, belli kuruluşların içerisinde iseniz, isek, dünyada yine belli bir çerçevede siyaset yapıyorsak bununla ilgili yükümlülüklerimizi de yerine getireceğiz ama dönüp soracağız: Neden? Niçin? Nasıl? Ne kadar? Nereye? Bu soruların cevabını bilen yok, bilen varsa da bu konuda gelip de Meclise bilgi veren, malumat veren de yok.

Şimdi, Lübnan, tabii, Orta Doğu'nun en hassas bölgesi. Etnik yapısı itibarıyla, dinî yapısı itibarıyla, mezhebî yapısı itibarıyla, neredeyse bütün bir Orta Doğu'nun özeti bir yer ve aynı zamanda, İsrail politikası, Suriye politikası, Filistin politikasının da birinci derecede etkili olduğu ve etkilendiği bir yer.

Burada bu mevzuları parça parça konuşmak yerine; Lübnan, Suriye, Gazze, Filistin, Mısır, Afganistan, Bosna-Hersek, Arnavutluk diye ayırmak yerine, defalarca yine bu kürsüden seslendik sayın Hükûmet yetkililerine ve bugün Dışişleri Bakanlığı koltuğunda oturan Sayın Ahmet Davutoğlu'na, dedik ki: "Lütfen, gelin, bize bir makro plan analizi yapın. Siz dünya siyasal sisteminde nerede duruyorsunuz? Avrupa Birliği, Batı ekseninde mi siyaset yapıyorsunuz, yoksa son dönemlerde sıkça dillendirdiğiniz Şanghay Beşlisi hayalleri peşinde misiniz? Yoksa, bütün bunlardan da ari, bütün bunlardan da müstagnî ve öte, Orta Doğu'da bir farklı politikanın temsilcisi misiniz? Gelin, bize anlatın, önce bu büyük planınızı, siyasetinizi, duruşunuzu, siyasetinizin koordinatlarını bize anlatın, ondan sonra da nereye asker yollanılması gerekiyor, nereye ambargo konulması gerekiyor, nereye büyükelçi gönderilmesi gerekiyor, nereden büyükelçi alınması, geri çekilmesi gerekiyor, bunu daha doğru düzgün tartışalım."

Ancak, değerli arkadaşlar, maalesef, bugüne kadar defalarca bu çağrıda bulunmamıza rağmen, gelip de bu Mecliste eskilerin tabiriyle "sadra şifa" veya dişte bir kovuk dolduracak kadar bir bilgi, malumat, analiz, tahlil, belge bu Meclisin önüne konulmadı.

Şimdi de bütün bir Orta Doğu yine ateş çemberi içerisinde. Ne yapıldığı belli değil. Tekrar tekrar soruyoruz Hükûmete. Bir dönem Türkiye'de "Adriyatik'ten Çin Seddi'ne kadar" tabirleri konuşuldu. Yani Türkiye öyle bir devlet olacak ki Adriyatik'ten Çin Seddi'ne kadar etkili olacak. "Peki, 'Adriyatik'ten Çin Seddi'ne kadar' neyi kastediyorsunuz, bir Turan imparatorluğu mu kurmak istiyorsunuz?" Cevap yok.

Ondan sonra, İslami söylemler ön plana çıkarıldı; İslam birliği, İslam kardeşliği, İslam ülkeleri, Rabia işaretleri... Peki, ne yapmak istiyorsunuz? Orta Doğu'da bu Müslümanların yüzlerce yıldır hâli perişanlığını ortadan kaldıracak, Ziya Paşa'nın yüz otuz sene evvel "Dolaştım mülk-i İslâmı, hep virâneler gördüm / Dolaştım mülk-i küffârı, hep beldeler, kâşâneler gördüm." dediği bu hazin tabloyu değiştirecek nasıl bir planınız var hamasetten öte?

Yine aynı şekilde, bir dönem Afrika ülkeleriyle iş birliği, üçüncü dünya antiemperyalistliği dillerde dolaşır oldu. Peki, sizin Afrika'yla ilgili TUSKON'un ötesinde bir siyasetiniz var mı? Yani TUSKON kadar bile başarılı değilsiniz, kurulan ilişkiler, yapılan ihracatlar, diyaloglar ve kültürel entegrasyonla alakalı olarak.

Değerli arkadaşlar, birinci sorun, bir vizyon ve misyon eksikliğidir; maalesef, en büyük eksiklik budur. İkinci olarak da bir başarı efsanesi ortada dolaşmaktadır ama başarının kendisi ortada yok. Yani şair diyor ya "Ne efsûnkâr imişsin ey didâr-ı hürriyet/Esîr-i aşkın olduk gerçi kurtulduk esâretten." Bir başarı, başarı, başarı ama bu başarı nerede, bunu gören, bilen, duyan, işaret eden yok.

"Komşularla sıfır sorun." Ne oldu? Halep kuş uçuşu 60 kilometre Kilis'ten, Musul huduttan yine aynı şekilde kuş uçuşu 80 kilometre; Musul'a gidemiyorsun, Halep'e gidemiyorsun. Şam'da büyükelçin yok, Tel Aviv'de yok, Kahire'de yok, Bağdat'ta da eli kulağında, bavulları topladı, gelecek, Basra Konsolosun Kuveyt'e sığınmış. Peki, nerede bu başarı?

Abidin Dino, memleketimizin yetiştirdiği en önemli ressamlardan ve entelektüellerden biriydi, aynı şekilde Nazım Hikmet de kendi sahasında büyük bir edebiyatçı, büyük bir şair, ikisi iyi arkadaş. Nazım Hikmet, Abidin Dino'ya bir mektup yazıyor, diyor ki: "Her şeyin resmini çizdin ama mutluluğun resmini çizebilir misin Abidin?"

Biz de Sayın Davutoğlu'na soruyoruz: Bu mutluluğun resmi nerede, çerçevesi nerede? Getir de önce Meclisin duvarına, sonra da hepimiz kendi odalarımızın, bürolarımızın, evlerimizin duvarına asalım. Nerede bu başarı? Neler yaptınız? Bu stratejik derinliğin bütün dünyayı, hatta ahireti tahlil eden analizleri neden okyanusları, denizleri geçti de bir kaşık suda boğuldu? Neden Halep'te, Musul'da, Bağdat'ta, Basra'da, Gazze'de, Kahire'de sokağa çıkamaz hâle geldi? Neden, neden, neden? Hatta hatta Bosna'da... Bosna bugün ne oldu? Kaç tane kanton var orada, kaç tane özerk bölge var? İktidarlar nasıl değişiyor? Halk niye sokakta tekrar? Neler yaptınız? Arnavutluk'ta neler oldu? Bulgaristan'da alternatif parti kurdurdunuz, akıbeti ne oldu?

Sayın Başbakan geçen sene, önceki sene 4 Temmuzda Gazze'ye gidecekti, tekrar 4 Temmuz geldi, niye gidemedi? Ne oldu? Demek ki bu işler böyle hamasetle, yağmayla, gürlemeyle, öksürmeyle, bakanları azarlar gibi milleti de azarlamayla olmuyor.

Şair diyor ya:

"Meyhane taşradan mukassi görünür amma,

Bir başka nezahet, bir başka letafet var içinde."

Bu siyasetin de bir inceliği, bir nezaketi, bir nezaheti, bir rekaketi var. Tabii, tercüme lazım bunlara, neyse... Bu kadar Osmanlıcılık yapanların bunları bilmesi lazım, evet.

Değerli arkadaşlar, tabii, her şeye rağmen, biz ne kadar eleştirirsek eleştirelim, bu ülke bizim ülkemiz, Orta Doğu coğrafyası bizim coğrafyamız, ölen de öldürülenler de bizim kardeşlerimiz, yanan bizim evimiz. Yani, Hükûmet buralarda başarısız oldu diye biz sevinç içerisinde değiliz çünkü bu ev, bu gök kubbe bizim üzerimize yıkılıyor, yıkıldı, perişan oldu. Benim akrabalarımın yarısı, işte Suriye'dekiler perperişan; kaçabilen Avrupa'ya kaçtı, gerisi de burada sürünüyor, orada kalan da Allah'a emanet. Bütün bu yangın evimizin içinde değerli arkadaşlar.

Yine, kaç gün oldu, bizim, Musul'daki rehin tutulan elçilik mensuplarımızdan bir haber var mı? Bir de üstüne üstlük medya yasağı koydunuz, konuşma yasağı koydunuz. Peki, dünya bunu konuşmuyor mu? "Vallaha dünya âlem konuşsun, siz konuşmayın!" İşte gelinen nokta bu. Dünya âlem her şeyi biliyor, İngiliz istihbaratı şu an onların ne yediğini ne içtiğini biliyor, CIA biliyor, KGB biliyor, SAVAK biliyor, diyeceksiniz ki "Bizim MİT de biliyor." Ama, biz bilmiyoruz. İşte sorun bu. "Ya, siz kimsiniz, milletvekilleri böyle, gizli saklı şeyleri bilecek olgunlukta mı?" derseniz, o zaman, bu yazıyı buradan silin, götürün evinizin banyosuna asın. Yani, en yüksek merci burasıysa, bütün dünya âlem bunları biliyorsa, bütün istihbarat örgütleri biliyorsa ve bütün dünya gazeteleri, medyaları bunu konuşuyorsa, biz konuşamıyorsak, dış politikada da aynı böyle, o zaman buranın da hiçbir anlamı yok.

Evet, değerli arkadaşlar, şimdi, bir diğer önemli mevzu: Yine, yanı başımızda, Irak fiilen üçe bölündü, fiilen. Peki, Türkiye'nin politikası ne? "Kürtlerle doğru düzgün bir birliktelik kur." diyorsun, "Ortaya bir siyaset koy." diyorsun, "Ben Rojava'yla, Suriye'deki Kürtlerle diyalog kurmam." Hâlâ kapılar kapalı, hasta akrabalarımız gelemiyor. Dün, Mardin Valiliğini aradım, hasta, raporu olan iki yakınım, akrabam gelecek, izin verilemiyor, kapıdan geçemiyor. Peki, Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi'yle bu diyalogları nereye götüreceksin? Bağımsızlık hazırlıkları var, referandum hazırlıkları var; politikan ne? Daha düne kadar Erbil'de konsolosluk açmayanlar... Biz, Abant Platformu olarak Erbil'de 18 Şubat 2009'da Kürdistan konferansı yaptık, Kürt konferansı yaptık. Buraya gelip de yani o toplantıya gelip de o toplantıyı bize zehir edenler, Kürdistan adını ağızlarına almayanlar, toplantının insicamını bozmaya çalışanlar bir yerler adına, bugün Başbakanlık Müsteşar Yardımcısı ve farklı görevlerde. Yunanistan orada konsolosluk açana kadar Türkiye konsolosluk açmadı. Bugün Hüseyin Çelik çıkıyor, diyor ki: "Kürdistan bağımsızlığını ilan ederse zımnen biz 'hayır' demeyiz." Ondan sonra da diyor ki "Öyle demedim, böyle demedim, şöyle çarpıtıldı, böyle oldu." Peki, Kürtler bağımsızlığını ilan etsin, biz de bir şey demiyoruz. Kardeşlerimiz eğer birlikte yaşamıyorlarsa tabii ki başlarının çaresine bakacaklar. Ama, sen beş yıl zarfında bu kadar manevrayı nasıl yaptın? İngiltere'nin, Amerika'nın, Rusya'nın elli yıllık, yüz yıllık öngörüleri, politikaları varken sen beş yılda bu kadar şaşırdınsa, ne yapacağını bilmez bir hâle geldinse, peki, senin dış politikan nerede? Hani yüz yıllık dış politikan, hani bin yıllık -öyle övündüğün göğsünü gere gere- devlet geleneğin, devlet nerede? "Vallahi o zaman öyleydi ama bugün Kürtlerde 1 milyon varil petrol çıkıyor. 1 milyon varil petrole ben gözümü kapatamam, boş ver. 1 varil petrol 50 bin insanın kanından daha değerlidir." diyorsan, işte burada da vicdanını ve insafını atıyorsun, kardeşlik petrole feda edilmez. Kardeşlik, gizli saklı petrol satıp yarısını kasaya, yarısını Avrupa bankalarına cukka etmeyi kaldırmaz. Kürtlerle ilgili de, Araplarla ilgili de, Sünniler, Şiiler, Alevilerle ilgili de, Hristiyanlarla, Süryanilerle, Ermenilerle ilgili de elli yıllık, yüz yıllık adil politikalar gerekir. Bu politikaların insani, vicdani olma mecburiyeti vardır, büyük bir kısmımızın Müslüman olması hasebiyle, Müslüman vicdanına uygun olması gerekliliği vardır ve bunların bir insicam içerisinde, bir uyum içerisinde, bir dantel gibi örülme mecburiyeti vardır.

Bir gün "Ben Erbil'i işgal edeceğim, Kürdistan ismini kabul etmem." Öbür gün "Petrol gördüğüm vakit, bağımsızlık ilan etsin..." Bir gün "Irak üçe bölünmez." Öbür gün "IŞİD Musul'u alacaksa hem Barzani'ye tehdit olur hem Rojava'daki Kürtlere tehdit olur, ben hadi ona da göz yumayım." Öbür gün "Maliki'yle başka bir şey yapayım." Başka bir gün "Tarık Haşimi'yi Irak'a Başbakan yapayım." Bir gün "Özgür Suriye Ordusuyla Antep'te toplantı yapayım." Öbür gün "Antalya'da toplantı yapayım." Bu karmakarışıklığı, bu perperişanlığı anlayabilmek mümkün değil.

Onun için, değerli arkadaşlar, ısrarla şunu söylüyoruz: Yeni bir Orta Doğu kuruluyor, bunu herkes söylüyor. Orta Doğu'da farklı dinler var: Müslümanlar var, Hristiyanlar var, Yahudiler var, Ezidiler var. Orta Doğu'da farklı mezhepler var: Sünniler var, Şiiler var, Aleviler var, Müslümanlardan. Hristiyanların içinde Ortodokslar var, Katolikler var, Protestanlar var. Yine, kadim kültürden gelen Nasturiler var, Katolik olan Nasturilerden Keldaniler var. Süryaniler var, Süryanilerin içinde Katolik olan Lübnan'da Maruniler var. Yahudilerin içerisinde Aşkenazlar var, Sefaradlar var, Falaşalar var son Etiyopya'dan getirilenler. Bu kadar farklı bir dini, mezhebi ve etnik çeşitlilik var. Etnik olarak da Kürt'ü, Türk'ü, Arap'ı, Ermeni'si, Süryani'si, Çerkez'i, Laz'ı, aklına gelen bütün unsurlar, bu Orta Doğu, Türkiye, Mısır, İran üçgeninde, coğrafyasında halklar var.

Öyle bir politika ortaya koyacaksınız ki uzun vadeli, istikrar içerisinde, demokrasiyi, insan haklarını, adaleti ve vicdanı tesis alan bir politika ortaya koyacaksınız. Yoksa, "Ben bir gün Kürt'ü tutayım..." İşte, Yavuz Sultan Selim de öyle yaptı, Alevileri vurdu. "Bugün Kürt'ü tutayım, petrolünü alayım, Araplara patron olayım." Öbür gün, "Yahu, boş ver, bu Kürt çok ileri gitti, Arap'ı tutayım, Kürt'ü döveyim. Türkiye'nin içinde bütün Sünni kesimi alayım, bloke edeyim, Alevileri dışta bırakayım, hiçbir şeye sokmayayım." Buradan bir şey çıkmaz. Buradan kıyamete kadar çatışma çıkar, kıyamete kadar. Zaten dünyada, neoconların, siyonistlerin arzu ettikleri, bu bölgenin mümkün olduğu kadar dinî, mezhebî, etnik ve sınıfsal olarak -zengin, fakir, yoksul- bölünmesi, birbirine düşmesi, birbirini vurması ve bundan yarar uman neocon ve siyonistlerin de keyfine bakması. Biz devlet olarak da, millet olarak da, şahıs olarak da böyle bir felaketin, böyle bir curcunanın takipçisi ve istekçisi olamayız.

Peki, ne yapacağız? O hâlde, önce Türkiye'nin içinde bir iç barış sağlanacak; Kürt-Türk, Sünni-Alevi, dindar-laik, zengin-fakir, ekonomik dengeden tutun, bütün bu çatışma noktalarındaki problemlerimizi çözeceğiz, Türkiye'nin içinde bir toplumsal uzlaşma sağlayacağız, bunu da yeni bir anayasayla taçlandıracağız. Ondan sonra da içeride yaptığımız, becerebildiğimiz, başarabildiğimiz bu kardeşliği, bu toplumsal uzlaşmayı bütün bir bölgenin önüne koyacağız; Kürt'ün de, Arap'ın da, İranlının da, Hristiyan'ın da, Süryani'nin, Ermeni'nin, Maruni'nin, Keldani'nin tamamının önüne koyacağız. Biz ancak bu şekilde Orta Doğu'da bir mesafe alabiliriz. Önce evimizin içerisini doğru düzgün düzenleme, sonra da bütün bir Orta Doğu'ya etnik esaslı, mezhep esaslı, din esaslı bir totaliterlik değil, bütün insan haklarını, adaleti, eşitliği, herkesin kendi kimliğiyle, kendi varlığıyla yaşayabileceği bir perspektifi sunabiliriz.

Bunları yapamazsak ne olur? Bunları yapamazsak işte, anlı şanlı Türkiye Hariciyesi Maalesef, Suudi Arabistan istihbaratına mars olur, benim en fazla zoruma giden bu. Senelerce küçük gördüğünüz, "entarili", "kefiyeli", "ageli" dediğiniz Suudi Arabistan, Katar, Bahreyn, Umman, Kuveyt, Birleşik Arap Emirlikleri ayakta kaldı; Mısır'da İhvan çöktü, Gazze'de Hamas çöktü, Suriye çöktü, Türkiye tam kamplaştı. Peki, kim kurtuldu? İşte, Arap Baharı'ndan sonra eğer demokratikleşmeler devam etseydi, bir iskambil kağıdı gibi devrilecek olan Körfez'deki diktatörlükler; Suud, Katar, Bahreyn, Kuveyt, Birleşik Arap Emirlikleri, Umman, bunlar ayakta kaldı. İşte, netice bu, başarı bu.

Değerli kardeşlerim, daha fazla şeyler anlatmak isterdim, içimi dökmek isterdim, vaktim bitti.

Saygılar sunarım. (HDP sıralarından alkışlar)