GENEL KURUL KONUŞMASI
Konu: BAŞBAKAN AHMET DAVUTOĞLU TARAFINDAN KURULAN BAKANLAR KURULU PROGRAMI'NIN GÖRÜŞÜLMESİ
Yasama Yılı:4
Birleşim:135
Tarih:04.09.2014

MHP GRUBU ADINA YUSUF HALAÇOĞLU (Kayseri) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; Başbakan Sayın Davutoğlu tarafından sunulan 62'nci Hükûmet Programı'yla ilgili olarak Milliyetçi Hareket Partisi adına söz almış bulunuyorum. Hepinizi saygıyla selamlıyorum.

Program, tabii olarak, bundan önceki AKP hükûmetlerinin programlarıyla ve özellikle 61'inci Hükûmet Programı'yla örtüşmektedir. Şurasını özellikle belirtmek isterim ki, Milliyetçi Hareket Partisi olarak bizim en büyük dileğimiz, Hükûmetin Türkiye yararına güzel işler yapması ve başarılı olmasıdır. Bu sebeple, yapacağımız eleştirilerin de bu gözle değerlendirilmesini diliyorum.

Sayın milletvekilleri, Sayın Davutoğlu Başkanlığında kurulan Hükûmet, genelde bir vesayet hükûmeti olarak değerlendirilmesiyle karşı karşıya bulunmaktadır. Gerek Anayasa'mızda gerekse yasalarda bir yürütme olarak Hükûmetin ve cumhurun başı olarak Cumhurbaşkanının görev ve yetkileri belirlenmiştir. Umarız ki uygulamalar bu gibi isnatların doğru olmadığını ortaya koysun. Milliyetçi Hareket Partisi olarak bizim bu konudaki muhatabımızın Hükûmet olması tabiidir. Dolayısıyla, Hükûmetin Türkiye yararına alacağı kararlarda yanınızda olacağımız gibi, yanlış kararlarında da karşısında olacağımızı belirtmek istiyorum.

Bu vesileyle, Hükûmetin göreve başladığı şu dönemlerdeki atacağı ilk adımlar kendisine güven duyulması açısından büyük önem taşımaktadır. Aksi takdirde, on iki yıllık hükûmet döneminde yapılan yanlışların nelere mal olduğunun bir önemi kalmayacaktır. Unutulmasın ki bir hükûmetin adil ve hakkaniyetli bir yönetim sergileyip sergilememesi ileriyi görüp yanlışlara düşmemesiyle doğru orantılıdır. Bugün olduğu gibi, yapılan yanlışları düzeltmek için hukuk dışı uygulamalara başvurmak düzeltme yerine yeni yanlışları beraberinde getirmektedir; buna özellikle dikkat çekmek istiyorum.

Değerli milletvekilleri, Hükûmet bizlere temelde beş ana başlık altında bir program sunmuştur. Bu program çerçevesinde, programın büyük kısmını kendilerinden önceki AKP hükûmetlerinin icraatını övmeye ayırmıştır. Ancak, başaramadıkları veya hatalı oldukları veya düzeltmeyi planladıkları bir ayrıntıya yer verilmemiştir. Ayrıca, bir sayfada söylenenlerle diğer bir sayfada söylenenler tezat teşkil etmektedir. Bir önceki sayfada yeni bir medeniyetin ihyasından bahsedilirken bir sonraki sayfada kadim medeniyet değerlerimize aidiyetin güçlendirilmesinden söz edilmektedir. Bu bakımdan, muhalefet olarak, bu gibi konulardaki görüşlerimizi sizlerle paylaşmak istiyorum.

62'nci Hükûmet Programı'nda "ileri demokrasi" sloganı geniş yer tutmaktadır. Demokrasiye "ileri" sıfatı verilmesi herhâlde dürüst ve çok dürüst gibi bir tanımlamayla eşdeğerdir. AKP'nin ileri demokrasisi, herhâlde tek adam rejimi, yargının siyasallaştırılması ve yürütmenin emrine verilmesi, yayın ve basın organlarının ve mensuplarının siyasi organın baskısına maruz kalması, güvenlik güçlerinin görevlerinin illegal silahlı örgütlere devredilmesi, Anayasa ve kanunların çiğnenmesi ve "Ben yaptım, oldu." mantığıdır. Adına "çözüm süreci" denilen ancak esası İmralı süreci, toplumsal kutuplaşma ve ayrışma süreci olarak etnik temelli açılım da "ileri demokrasi" başlığı altında yer almaktadır. Türkiye'de AKP iktidarıyla birlikte her sorun "açılım" adı altında kutuplaştırma ve ayrıştırma aracı olarak kullanılmıştır. Bugün tartıştığımız etnik temelli açılım süreciyle ülkemizde hiçbir ortak değeri bulunmayan kalabalıklar oluşturmanın nihai noktasına gelinmesi hedeflenmektedir.

Programda demokrasi üzerinden güzel ve etkili sözlerle kamuoyu yönlendirilmek istenmektedir. AKP zihniyeti demokrasiyi ortak paydada buluşma aracı olarak değil, kelime oyunlarıyla yeni sorunlar üreterek, toplumsal kamplaşmalara yeni cepheler açma aracı olarak görmektedir. Bunun için seçtikleri yol da etnik, mezhebî, cemaat, kimlik tartışmalarıyla kamuoyunu meşgul etmektir. Ancak, bugünkü kimlik tartışmalarında karşı karşıya bulunulan kargaşa hâli sosyal bir ihtiyaçtan değil siyasi bir amaçtan dolayı ortaya çıkmıştır. Unutulmamalıdır ki demokratikleşme bireyler arasında fikrî bütünleşmeyi meydana getirdiği ya da sağlamlaştırdığı müddetçe millî devlet anlayışı güç kazanır. Aksi takdirde parçalanma ve bölünmeyle sosyal yapının dokusu bozulacaktır. Bu sebeple, gittikçe büyüyen demokrasi açığı ülkemizin en önemli sorunlarından birisi hâline gelmiştir.

Demokrasiyi sadece sözde hatırlayan, baskıcı, dayatmacı, dışlayıcı tavırlarıyla çok sesliliği sindirmekten, hak arayışlarını bastırmaktan kaçınmayan siyasi anlayışların ülkemize verdiği zararlar çok fazladır. Unutulmamalıdır ki henüz bölünerek demokratikleşen bir ülkeye tesadüf edilmemiştir. Etnik kökenlere ayrıştırarak, millî ve manevi değerlerden koparılarak büyümüş, kalkınmış ve zenginleşmiş bir ülkeye rastlanmamıştır. AKP'nin demokrasiden anladığı PKK'ya teslimiyettir. AKP'nin demokrasi ve özgürlük anlayışı teröristlerin hain niyetleriyle bire bir örtüşmektedir. Türklük silinirse, milliyetçilik çiğnenirse, millet parçalanırsa, şehitlerimizin kanlıları, milletimizin ve vatanımızın düşmanları kazanırsa bunun adı "ileri demokrasi" olacaktır. İleride tarihin uzun uzun yazacağı bu talihsiz günlerde AKP iktidarlarının yaptığı, Türkiye'nin temel değerlerine, milletimizin birliğine ve kimliğine yönelik olarak başlatılan bir çözülme ve dağılma kampanyasıdır. Süreç bu hâliyle bir beka sorunudur. Süreç, terörle mücadele konusunda başarısızlığını itiraf eden Hükûmetin, önce terörle müzakere, sonra terörle mütareke ettiği bir dönemdir. Bu sözlerimi muhalefet olduğumuz için kurduğum hamasi cümleler olarak nitelendirmeyiniz.

Açılım süreciyle birlikte Hükûmetin politikalarıyla terör örgütünün stratejik hedeflerinin nasıl uyuştuğu görülmelidir. AKP, etnik temelli açılım süreci başlatarak PKK'nın stratejik hedeflerinin önünü açmıştır. Süreç, terör örgütüne verilen tavizlerle ilerlemiştir. Bugün ise durum, PKK'nın silahlandırılmasına ve hatta ordu teşkiline kadar gelmiştir.

Bütün bu gelişmeler açıkken 62'nci Hükûmetin hazırlıksız, dar kalıplarla hazırlanmış programı, Türk milleti için pek çok yeni sorun alanı ihtiva etmektedir. Bu program, Türk milletinin bekasını, birliğini ve beraberliğini tehdit etmektedir. Nitekim bu sebepledir ki açılımla ilgili çıkarılan yasada uygulayanlara sorumsuzluk getirilmiştir.

62'nci Hükûmet Programı dış politikada on iki yıllık AKP iktidarının yanlışlarının devam edeceğini göstermektedir. Öyle anlaşılıyor ki 62'nci Hükûmetin dış politikası hayal tacirliği yaparak dış politikadaki bataklığı ve hezimeti kapatmaya devam edecektir. 62'nci Hükûmet Programı'nın "Güçlü ve saygın bir Türkiye" hedefi gerçeklerle örtüşmemektedir. Nitekim Türkiye'nin dış politikada belli bölge ve kıtalar arasında sıkıştırılamayacağı söylenirken, bugün, gerçek, Türkiye kendi sınırlarına sıkıştırılmış bir hâle düşmüştür.

Programda "Dünyanın her tarafındaki mazlumların, mağdurların, mültecilerin ve muhtaçların yardımına koşulması" olarak ifade edilen dış politika misyonunu gerçekleştirmek bir yana, kendi bölgesinde bile artık kendisine danışılmayan bir ülke konumuna düşülmüştür. AKP dış politikası ötekileştiren, millî çıkarları değil kişisel hırs ve çıkarları esas alan, Türklüğü yok sayan bir yaklaşım içerisinde olmuştur. Programda ifade edilen "değer odaklı dış politika" kavramsallaştırması da içi boş bir propaganda aracından öteye gitmemektedir.

AKP'nin on iki yıllık dış politika muhasebesi yapıldığında Türk dış politikasının yönünün yönsüzlüğe döndüğü görülecektir. Kavramlar ve söylemler üzerinden yürütülen AKP dış politikası, çelişkiler ve belirsizlikler içinde âdeta gözü kapalı olarak yol almaya çalışmaktadır.

Bu dönemde stratejik bir derinlik ortaya konulamamış, Türkiye'nin merkezinde bulunduğu beş deniz havzasında dehlizler ortaya çıkmıştır. Stratejik derinlik ve sıfır sorunla başlayan dış politika macerası değerli yalnızlığa dönüşmüştür; değerli yalnızlık zavallı yalnızlığa doğru pupa yelken gitmektedir.

AKP dış politikası duruma göre şekil alan, millî çıkarlarımızı gözetmeyen istikrarsız bir dış politikadır. Sıfır sorun politikasını uyguladığını söyleyen AKP Hükûmetinin dış politikaları söylenenin ve amaçlananın aksi neticeler vermektedir.

Hükûmet Programı'nda, Türkiye'nin olaylara yön veren bir ülke olarak dış politika tercihlerinin takip edildiği ifade edilmektedir. Bu görüşe açıkça temkinli yaklaşmaktayız. Dış politikada çizilen bu ideal çerçeve, AKP'li geçen on iki yılın hiçbir anında ortaya çıkmamıştır, tersi bir durumda Türkiye'nin dış politika meseleleri millî çıkarlar doğrultusunda bir çözüm yoluna konulurdu.

Bu açıdan bakarak şunları sormak durumundayız: Orta Doğu'da bölgesel istikrarsızlığa sebep olan terör örgütlerini desteklemek Türkiye'nin millî çıkarı mıdır?

Irak'ın kuzeyinde bir Kürt devletinin kurulmasına önayak olmak, bunun için her türlü ekonomik, diplomatik, askerî desteği sunmak Türkiye'nin millî çıkarı mıdır?

Türkiye'nin tarihî bağlarının bulunduğu coğrafyalarda barış ve güven ortamının tesis edildiği neredeyse hiçbir ülkenin olmayışı Türkiye'nin millî çıkarı mıdır?

Müslüman ve dost ülkelerin iç işlerine karışmak Türkiye'nin millî çıkarına mı hizmet etmektedir?

Bir devletin en önemli dış politika misyonu egemenliğini ve vatandaşlarının güvenliğini sağlamaktır. Hükûmet programı'nın güvenlik siyaseti yoktur. Programda Hükûmetin, PKK, Barzani ve bölgedeki Amerikan etkinliğine karşı kartlarını açıkça ortaya koyacağı bir açıklama yoktur. Programda Irak'ın kuzeyindeki PKK kamplarına yönelik hiçbir ifade yoktur. Hükûmet açık bir şekilde ülkemizin güvenliğini ve çıkarlarını sağlayamamaktadır. Açıkçası, açılım politikasının başarısızlığa uğraması hâlinde uygulanacak bir politikası yoktur.

Türkiye'nin bugün dış politika ekseninin ana gündemini Orta Doğu ülkeleriyle ilişkiler oluşturmaktadır. 62'nci Hükûmet Programı'nda da Orta Doğu'ya geniş yer verildiğini görmekteyiz. Ancak bu alanda kullanılan ifadeler şimdiye kadar savunulan ve açıklanan görüş ve yaklaşımların bir tekrarı niteliğindedir. Oysa, daha önceki yürütülen politikalar sonucu, Orta Doğu'da ilişkilerimizin iyi olduğu ülke neredeyse kalmamıştır. Programda Orta Doğu ülkeleriyle bozulan ilişkilerin düzeltilmesi için hiçbir ifade yer almamaktadır.

Programda IŞİD krizine dair de hiçbir ifade bulunmamaktadır. Orta Doğu'da statükonun önündeki en büyük engel olan IŞİD terör örgütünün eylemleri Türkiye'yi doğrudan ilgilendirirken Hükûmetin bu konuda bir programının olmaması büyük bir eksikliktir.

IŞİD terör örgütünün elinde üç aydır rehin olan vatandaşlarımızın başına gelenlerden baştan sona Hükûmetin sorumluluğu ve yanlışları vardır.

Hükûmet Programı'nda dış politika çerçevesinde ele alacağım bir diğer eksiklik, Irak ve Suriye'deki Türkmenlerdir. Yüz binlerce Türkmen göç etmek zorunda bırakılırken, binlerce Türkmen çocuğu açlık ve susuzluktan ölmektedir. Hükûmet diğer halklara gösterdiği ilgi ve alakayı Türkmen soydaşlarımıza, maalesef göstermemektedir. Buna karşılık, Suriye'deki karışıklıklar sebebiyle ülkemize gelen 1,5 milyonun üzerindeki Suriyelinin ülkenin çeşitli şehirlerinde âdeta başıboş mayın gibi dolaşmaları için de bir çözüm söz konusu edilmemiştir.

Öte yandan, Doğu Türkistan'da Uygur Türklerine yönelik baskı, zulüm ve soykırım girişimleri de Hükûmet Programı'nda yer almamaktadır. Uygur Türklerine yönelik mezalim, 2009'dan beri artarak devam etmektedir. Türk Hükûmetinin saldırıların derhâl durdurulması için vakit geçirmeden kararlı bir tutum sergilemesi gerekirken Hükûmet Programı'nda bu alanda hiçbir kelime bulunmamaktadır.

Yine, ayrıca, Kıbrıs konusunda da Hükûmetin yol çizgisi bulunmamaktadır. Hatırlanacağı üzere, bir buçuk yıllık bir aranın ardından Şubat 2014'te yeniden başlayan müzakereler, algı mühendisleri tarafından "son şans" şeklinde kamuoyuna takdim edilmişti. Oysa müzakerelerde asla "son şans" tabirine yer yoktur. Kaldı ki Sayın Erdoğan'ın Başbakanlığı döneminde niçin "Kıbrıs sorununu bu yıl içinde çözmeliyiz." gibi bir beyanat verdiği de düşündürücüdür. Çözüm niçin illa bu sene olmalıdır ve müzakerelere niçin başka bir şans daha verilmeyecektir? Kısacası, bu acele nedendir? Zihinleri kurcalayan sorulardan bazıları bunlardır.

Bilindiği üzere, son yıllarda Kıbrıs Adası'nın ehemmiyeti, yürütülen doğal gaz sondaj faaliyetleri kapsamında biraz daha katlanmış ve Ada bu yönüyle uluslararası güçlerin radarına girmiştir. Özellikle Amerika Birleşik Devletleri Başkan Yardımcısı Joe Biden'ın oğlu Hunter Biden'ın Güney Kıbrıs Rum Yönetimi'nin Limasol şehrinde merkezi bulunan Ukrayna menşeli Burisma Holdings şirketinin yönetiminde yer alması söz konusu gerçeği tescil etmektedir. Burisma Holdings Limited Şirketi petrol ve gaz keşfi ve üretimi sahasında faaliyet gösteren bir şirkettir.

Kıbrıs Adası artık yalnızca geleneksel Türk-Yunan-İngiliz üçgeninde sıkışmış bir mesele değildir. Ada'da artık ABD, Avrupa Birliği, Rusya ve İsrail'in de hesapları vardır. Değişen güç dengelerine paralel olarak Batı dünyası tüm kurumları ve imkânlarıyla Kıbrıs meselesine müdahil olmanın peşindedir.

Dış politikamızda diğer bir husus Ege adalarındaki hâkimiyet meselesidir ve maalesef Hükûmet bu konuda da sessiz kalmış ve programında bu konuya hiç değinmemiştir. Geçmişte kırmızı çizgi olan bu konu da AKP Hükûmeti tarafından yeşile çevrilmiş, Ege'deki egemenliği tartışmalı adalar Yunanistan tarafından işgal edildiği hâlde Hükûmet sessiz kalmıştır. Keza programda 2015'te 100'üncü yılı olmasına rağmen Ermenilerin ve onlarla iş birliği içinde bulunanların Ermeni soykırımı iddialarına karşı bir tedbir yer almamıştır.

62'nci Hükûmet Programı'nda ekonomiye dair bütüncül bir yaklaşım bulunmamaktadır. Hükûmet, bir taraftan tasarrufları artırma hedefini koyarken diğer taraftan yatırımların ve Türk lirası bazında borçlanmanın artırılmasından bahsetmektedir. Hükûmet Programı'nda beş yıllık vadede kamu kaynaklarıyla 250 milyar dolar, kamu özel iş birliğiyle yapılacak 100 milyar dolarlarla beraber 350 milyar dolar yatırım yapılacağı belirtilirken tasarrufların nasıl artırılacağı açıklanmamıştır.

Ekonominin yapısal sorunları on iki yılda daha da derinleşmiştir, yapısal sorunlar çözülememiştir. Üretim ekonomisinin hiçbir işareti yoktur. Bu ortamda bütçe de sağlıklı bir yapı ortaya koyamamaktadır. Ekonominin hâli, pürmelalini bir cümleyle ifade edecek olursak: Türkiye ekonomisi, ürettiğinden fazla tüketen, kazandığından fazla harcayan, borçlanmaya ve ithalata dayanarak ekonomiyi çeviren, cari açık ve buna bağlı dış ticaret açığı, tasarruf açığı ve sağlıksız bütçe yapısıyla yaralı bir ekonomidir. Oysa Hükûmet, ekonomiye sürekli "iyi" diyerek psikologların "iyi söyle iyi düşün" telkinleri gibi âdeta acıdan mutluluk çıkarmak istemektedir.

İktidarın "Borç veren bir ülke olduk." söylemi bir ahir zaman hurafesi gibi aldatmacadan öte bir şey değildir. Oysa on iki yılda Türkiye'nin borçluluğu tehlikeli şekilde artmıştır. Örneğin, vatandaşlarımızın borçlarına bakalım: 2002'den günümüze bankalara olan nakdî kredi borcu 22 kat artmıştır.

2002'den 2014'e hane halkı borçluluğu 55 kattan fazla artmıştır.

Özel sektörün dış borçları 6 kat artarak 2002'de 43 milyar dolarken, 2014 birinci çeyrek itibarıyla 264,9 milyar dolar olmuştur.

Türkiye ekonomisi borç batağına düşmüştür. Bir de kalkıp borç vermekten bahsediyorsunuz. Hükümet, Sultanahmet'te toplayıp Libya'da, Suriye'de dağıtan dilenci durumundadır. AKP, vatandaşı, esnafı, çiftçiyi ne kadar çok borçlandırdığıyla övünmektedir. Esnafa 2002'de 154 milyon kredi verildiği, sizin ise "10 milyar kredi veriyoruz." diye övünürken borç 60 kat artmıştır. Çiftçinin borçları 530 milyon TL'den 2012 Eylül itibarıyla 40 milyar TL'ye yükselmiştir. Buna göre, çiftçi borçları zamanınızda 75 kat artmıştır.

Keza, on iki yıllık dönemde büyüme hedefleri hiçbir zaman tutmamıştır. On iki yıllık perspektifte büyüme ortalaması yüzde 5'tir ve sizden önceki dönemlerden daha düşüktür. Son yıllara baktığımızda, dünya genelinde 110 ülke Türkiye'den daha iyi bir büyüme performansı göstermiştir.

Bu programda, ekonominin rekabetçi ortamda serbestçe işlediğinden, fırsat eşitliğinden, imtiyaz ve ayrıcalık tanımadığınızdan, hiç kimse için korunaklı kolay para kazanma alanı oluşturmadığınızdan bahsediyorsunuz ama oluşturulan havuzlar, dağıtılan rüşvetler, yandaşlara verilen ihaleler, yolsuzluk soruşturmalarını önleme gayretleriniz, iş adamlarına vergi incelemesi baskılarınız, tehditleriniz sizi tekzip ediyor. 1 Eylüldeki takipsizlik kararı kimleri koruduğunuzu ortaya çıkarmıştır.

"Devlet yönetiminde hesap verebilir bir anlayışı hâkim kıldık." diyorsunuz ama Sayıştay raporlarını Türkiye Büyük Millet Meclisinden kaçırıyorsunuz ve telefonlarda "Sayıştay raporları gelirse vay hâlimize." diyorsunuz.

Güçlü ekonomik yapıdan bahsediyorsunuz ama "Hukuk devleti olmadan güçlü ekonomi olmaz." diyen ve cari açığın ve yüksek borçluluğun tehlikelerine işaret eden kendi Ekonomi Bakanınızın sözleriyle kendinizi tekzip ediyorsunuz. Bu, açık bir tutarsızlıktır.

Daha faiz konusunda dahi Hükûmet olarak ortak ve uyumlu bir görüş oluşturabilmiş değilsiniz. Kiminiz Merkez Bankasını yerden yere vururken, kiminiz Merkez Bankasına sahip çıkmaktadır.

"Özel sektörümüzü teşvik edecek ve müteşebbislerimizin önünü açacak politikaları uygulamaya devam edeceğiz. Bunun için, makroekonomik istikrarın sürdürülmesinin yanında, ekonominin dış etkenlere karşı dayanıklılığını artıracak, mal ve hizmet sektörlerinde rekabet ve verimlilik artışlarını sağlayacak, ucuz finansman kaynaklarına ulaşımı kolaylaştıracak makro ve mikro politikalara öncelik verilecek." diyorsunuz. Ancak, Afyon'da mermerciler iki yıldır mermer ocağını işletip üretmek, ihraç etmek için devletten izin bekliyor. Madencilik konusunda bütün izinler Sayın Erdoğan'ın masasında bekliyordu.

Hangi müteşebbisin önü açılıyor? Var olan müteşebbisler ve Türkiye'nin önde gelen dev şirketleri -örnek TÜPRAŞ- vergi incelemesine maruz kalıyorlar. İş dünyası fişlenip ayırımcılığa tabi tutuluyor. Hangilerinin vergi incelemeleri yoluyla baskı altına alınacağı konusunda toplantılar yapıldığı haberleri basında yer alıyor.

Zaten millet olarak herkes boğazına kadar borç batağına batmışken, kredilerini ödeyemeyenlerin miktarı altı ayda yüzde 25 artmışken, TL veya başka parayla borçlanmayı teşvik ediyorsunuz ama diğer yandan tasarrufları artıracağınızı söylüyorsunuz.

Programda bazı hedefler veriyorsunuz ama bu hedeflere ulaştıracak stratejileri vermiyorsunuz. Dolar bazında her yıl yüzde 10 büyümemiz için diğer ülkelerin de yerinde sayması gerektiğini gözden kaçırıyorsunuz.

Sayın Ali Babacan'ın 8 Temmuzdaki konuşmasında paylaştığı verilere göre, önümüzdeki on iki ayda 210-220 milyar dolarlık dış borç ödemesi gerekiyor, 55-65 milyar dolarlık cari açık finansmanına ihtiyaç var.

Son üç yıldır büyüme hızı düşmüş bir ekonomimiz var. 2011'deki yüzde 8,8 gibi yüksek bir seviyeden, 2012'de yüzde 2,1 gibi bir rakama sert bir düşüş yaşandığını hatırlatıyorum. Hazine Müsteşarlığı, 2015 ve 2016 için yüzde 5 seviyesinde vasat bir büyüme öngörüyor. Kişi başına düşen millî gelir ise 2010'dan beri 10 bin dolar seviyesinde seyrediyor.

Vatandaşlarımızın bankalara olan borçları 2002'de 49 milyar liradan 2014 Haziranına kadar 1 trilyon 100 milyar liraya ulaşmıştır. Vatandaşın bankalara borçları tam 22 kat artmıştır.

Toplam tasarruf oranı, yüzde 18,6'dan yüzde 12,6'ya düşmüştür.

Ayrıca, on iki yıllık AKP iktidarının ekonomi politikaları hayat pahalılığı getirmiştir. Bunun için pazarlar, bakkal ve marketlerdeki yüksek fiyat artışlarını, çalışan ve emeklilerin alım gücünün on iki yıl öncesine göre nasıl düştüğünü görmek yeterlidir.

On iki yıllık AKP iktidarında elektrik, ekmek, otobüs biletleri benzin, mazot, beyaz peynir, çay, bulgur, dana eti, doğal gaz, zeytin, yumurta, un, pirinç ve makarnaya yüzde 150'den 400'lere varan zamlar gelmiştir. Vatandaşlarımızın bankalara olan borçları on iki yılda 22 kat artmıştır. 2002'de vatandaş her 100 Türk liralık harcanabilir gelirinin sadece 4,7 TL'sini borç ödemeye ayırırken bu rakam 55,2 TL'ye yükselmiştir. Erdoğan hükûmetleri döneminde ülke nüfusu yüzde 10 artmış olmasına rağmen tarım alanları yüzde 11 küçülmüştür. 1923'ten 2002'ye kadar yetmiş üç yılda toplam dış ticaret açığı 247 milyar dolarken bu rakam on iki yılda 687 milyar dolara çıkmıştır. Ülkemiz 2002 yılında cari açık sıralamasında dünyada 40'ncı sırada iken bugün dünyanın en çok cari açık veren ilk 5 ülkesi konumuna düşmüştür. Toplam iç ve dış borçlar 257 milyardan 635 milyar TL'ye çıkmış, 2,5 kat artmıştır.

Bu rakamlar, AKP'nin ekonomi politikalarının Türkiye'yi nereye getirdiğini çıplak bir şekilde ortaya koymaktadır. Hükûmetin ekonomi hedefleri anlatılırken "Yeni Türkiye'nin Güçlü Ekonomisi" alt başlığında kullanılan programda "62'nci Hükûmet olarak biz, artık uluslararası bir başarı örneği hâline gelmiş bulunan ekonomi politikalarımızı daha da geliştirerek etkili bir şekilde uygulamaya devam edeceğiz." denilirken bu tablo görmezden gelinmektedir. Hükûmetin ekonomide ortaya koyduğu pembe tablo tersinden okunduğunda Türkiye'de ciddi bir ekonomik krizin ayak sesleri duyulmaktadır. Piyasada adı konmamış bir hayat pahalılığı vardır. Geçim sıkıntısı içindeki insanlarımızı sadakayla, ambalaj ve kolilerle avutmak mümkün değildir. İsraf edilen kaynaklar tükenmek üzeredir. Üretim ve istihdam yaratmayan ekonomimizde cari açık daha da büyüyecektir. Nitekim, programda devlet desteği verilen kişi sayısı 3 milyon olarak ifade edilmiştir. Buna belediyelerden nakdî ve ayni yardım alan vatandaşlarımızı da kattığımızda durumun vahameti daha net olarak ortaya çıkıyor. Nitekim, Samsun Valiliğinden Sosyal Yardımlaşma Vakfı aracılığıyla 2013 yılında nakdî, gıda, eğitim, giyim, barınma, sağlık, kömür yardımı gibi değişik adlar altında 247.213 kişiye para verildiği gösteriliyor. Yardım alan kişilerin bu yardımları bir aile adına aldığı düşünüldüğünde ve bu sayı en az 2 ile çarpıldığında 500 bin kadar insanın yani 1 milyon 261 bin 810 nüfusa sahip Samsun'un yaklaşık yarısının devletten bir şekilde yardım aldığı ortaya çıkıyor. Bu miktarda vatandaşımızın muhtaç duruma düşmesi ve bunlara yardım etmekle övünerek insani kalkınmadan söz edilmesi sizlere garip gelmiyor mu?

Netice olarak diyeceğimiz şudur: Türkiye'nin AKP marifetiyle getirildiği uçurumdan ve hasıl olan bu vahim tablodan ve 62'nci Hükûmetin programı'ndan yeni Türkiye çıkmayacak, olsa olsa yenik Türkiye çıkacaktır.

AKP hükûmetlerinde son zamanlarda "IMF borcu bitti." diye bir terane koparılmaktadır. Oysa gerçek nedir bir bakalım: Hazine Müsteşarlığı verilerine göre 2002 yılında 155 milyar TL olan brüt kamu iç borç stoku 2014 yılına gelindiğinde 436 milyar TL'ye çıkmıştır. Aynı dönemde brüt dış borç stoku ise 102 milyar liradan 199 milyar TL'ye yükselmiştir. Toplam AB tanımlı brüt borç stoku aynı dönemde 259 milyar liradan 578 milyar TL'ye yükselmiştir. Yine, Merkez Bankası verilerine göre, IMF borcu dâhil yurt içi yerleşik kişilerin yabancılara kredi borcu 80 milyar 664 milyon dolar iken bu borç 2013 yılı sonu itibarıyla 215 milyar 228 milyon dolara ulaşmıştır. 2014 yılının birinci yarısı sonu itibarıyla bu borç tutarı 219 milyar 713 milyon dolardır.

2002 yılı ile 2014 yılı arasında Merkez Bankası verilerine göre uluslararası yatırım pozisyonu istatistikleri incelendiğinde daha vahim bir durum ortaya çıkmaktadır. 2002 yılında yurt içi yerleşik kişilerin yani Türklerin yurt dışındaki varlıkları 62 milyar 270 milyon dolar iken yabancıların ülkemizdeki varlıkları 147 milyar 779 milyon dolar idi. Yani, 85 milyar 509 milyon dolarlık açık söz konusuydu. 2014 yılı ilk yarısı sonu itibarıyla Türklerin yurt dışındaki varlıkları 229 milyar 951 milyon dolara yükselmiştir. Yabancıların ülkemizdeki varlıkları ise 652 milyar 917 milyon dolara yükselmiştir. Yani açık tam tamına 422 milyar 962 milyon dolardır. Yani neredeyse yabancılar ülkeyi ekonomik açıdan ele geçirmiştir. Bunun diğer anlamı, yabancıların ülkemizden alacakları 652 milyar 917 milyon dolardır. Şimdi bu tablo karşısında IMF borcu bitti diye sevinebilir miyiz?

Bu arada, aylık bütçe gerçekleşmelerinin temmuz ayından itibaren açıklanmaması bütçenin âdeta çöktüğünün işaretini vermektedir. Bunun doğru olup olmadığını çok kısa süre içinde "özelleştirme" adı altında kamu varlıklarının satılması veya "tedbir" adı altında ÖTV başta olmak üzere vergilerde yeni artışlar yapılması ortaya koyacaktır.

AKP'nin yanlış ekonomi politikalarından en büyük nasibi tarım sektörü ve çiftçilerimiz almıştır. Tarımın ve tarımsal desteklerin millî gelir içindeki payı düşmüş, ekilen biçilen tarım alanları azalmıştır. Mazot ve girdi fiyatları çiftçiyi üretim yapamaz, ürettiğinin karşılığını alamaz hâle getirmiştir. Girdi fiyatları enflasyonun üzerinde artarken ürün fiyatları enflasyonun altında kalmıştır. On iki yıl önce çiftçilere verilen "yeşil mazot" sözü yerine getirilmemiştir. 2002'de ortalama 1 lira olan mazot bugün 4,5 liraya yükselmiştir.

Çiftçilerin kooperatiflere ve Ziraat Bankasına borçları 530 milyon liradan 40 milyar liraya çıkmıştır. Çiftçilerimizin borçları 80 kat artmıştır. Özel bankalara olan borçları bunun dışındadır. Çiftçi, borç batağına batmışken 29 Ağustos 2014 tarihli Bakanlar Kurulu kararı ile elektrik borcu bulunan çiftçilerin tarımsal desteklemeleri elektrik borçlarına mahsup edilmesi kararı verilmiştir. İktidar, çiftçiyi düşünmeyi bırakmış, özel elektrik şirketlerinin tahsildarlığına soyunmuştur.

Hükûmet Programı'ndaki en trajikomik ifadelerden birisi de "Geçtiğimiz dönemde yolsuzluklarla kararlı biçimde mücadele edilmiştir." ifadesidir. Oysa yolsuzluk yaftası 61'inci Hükûmetin boynundan 62'nci Hükûmetin boynuna geçmiştir. Her ne kadar Sayın Başbakan, programda, yolsuzluk sıralamasında Türkiye'nin Uluslararası Saydamlık Örgütünce yayımlanan yolsuzluk algılama endeksinde 2003 yılında 133 ülke arasında 77'nci sırada iken, 2013'te 50'nci sıraya yükseldiğini söylese de bu verinin Kasım 2013'te yani 17 ve 25 Aralık tarihlerinden önce açıklandığı gizlenmiştir. Sanırım gerçek sıralama 2014 yılı Kasımında ortaya çıkacaktır. Ancak şurası unutulmamalıdır ki, gerek ihale suistimalleri gerekse mahkemelerde takipsizlik kararı verilse de Urla villaları, Ağaoğlu arazileri, TÜRGEV'e yapılan bağışlar meselesi, medya havuzu, 17-25 Aralık yolsuzluk iddiaları yeniden gündeme gelecektir. "Usulsüz dinlemeler" olarak nitelendirilse de gerçekleşmiş bir durum söz konusudur ve bunun hesabının sorulması, bu iktidarın olmasa da bunlardan sonra gelecek iktidarların vebali ve sorumluluğudur.

İlginçtir ki, bu yolsuzluk ve usulsüzlüklerin ortaya çıkmasından sonra iktidar, kendi göreve getirdikleri bürokratları kendisine ihanetle suçlayarak takibat başlatmıştır. Normal ve doğru işleyen bir devlette polisler hırsızları kovalarken AKP'nin devriiktidarında hırsızlar polisleri kovalamaya başlamıştır.

Suçüstü yakalanmanın korkusu ve paniğine kapılan iktidar sahipleri maalesef yolsuzluktan darbe çıkarma kurnazlığına sapmıştır. Hükûmete darbe yapıldığını, ne kadar saf olduklarını, ne istediler de vermediklerini sızlanarak söylemeye başlamışlardır. Bu nedenle de AKP iktidarı, kurumları, kuralları ve kavramları siyasi ve şahsi çıkarları doğrultusunda dönüştürme çabasına girmiştir. On iki yıllık iktidarları döneminde yedikleri içtikleri ayrı gitmemesine rağmen, tanıyamadıklarını ve yanıldıklarını dile getirmişlerdir. Bu kadar geçen zamanda en yakınınızda bulunanları tanımamışsanız, devleti yönetirken de aynı hataları işleyeceğinizi itiraf etmiş olursunuz.

Hükûmet Programları'nda her ne kadar "İmtiyaz ve ayrıcalık tanımadık, kolay para kazanma alanı oluşturmadık." dense de AKP iktidarları döneminde birden ortaya çıkan önemli bir zengin kesim vardır ve bunların bu seviyeye nasıl geldikleri açıklanmalıdır. Ayrıca, madem ki yolsuzluklarla mücadelede güçlü iradeden söz ediyorsunuz, öyleyse derhâl Mecliste bekletilen yolsuzluk ve rüşvet skandallarının şüphelilerinin dosyalarını bir an önce adaletin karşısına çıkarmanız yerinde olacaktır.

Toplumda çeşitli sarsıntılar, anlamsız davranışlar ve pek çok alanda farklı tutumlar kendisini göstermeye başlamıştır"Yeni Türkiye'nin yeni sosyolojisi" diye en yüksek makamlardan dillendirilen bu kavram bir başka açıdan da şöyle okunabilir: Geçim derdiyle mücadele eden orta sınıfı, insan fıtratına aykırı olarak yükselen TOKİ bloklarına sıkıştırılmış yaşam alanlarını, taşeronluk sistemiyle istismar edilen iş gücünü, musluğundan havuza bir pay akıtmayan iş adamlarının yaşama hakkının olmadığını, gelecek kaygısından bir türlü kurtulamayan gençleri; çocukların sokak ortasında bonzai kriziyle kıvranarak öldüğü, 16 yaşında bir genç kızın, 22 yaşında bir başka genç kızı ödünç aldığı elbiseyi iyi kullanmadığı için öldürdüğü, cinnet geçirip karısını ve çocuklarını katleden babaların arttığı, kredi kartı borcunu ödeme gücü olmadığı ve itibarından olma endişesiyle intihar eden insanların arttığı, sözde muhafazakârlığın TOKİ blokları gibi yükseldiği hâlde içselleşmiş dindarlığın, ahlâkın, erdemin, doğruluğun, dürüstlüğün rafa kaldırıldığı, yaklaşık bin yıllık geçmişe sahip Van Gevaş Halime Hatun Kümbeti gibi bir kültür varlığının hemen yanına yurt binası yapıldığı, gayrimüslim vakıflarına ait mülkler kendilerine verilirken, İslam vakıf mülklerinin verilmeyerek birilerine rant sağlandığı, komşunun kim olduğu değil komşu olmasının yeterli olduğu bir iklimden komşunun mezhebinin, etnik kimliğinin sorgulandığı bir yeni Türkiye sosyolojisinin gündeme alındığı, çıkarılan bir kanunun eksik ve yanlış görülerek bir yılda 3 kez değişikliğe uğradığı, yine, çıkarılan kanunların yönetmeliklerle delinerek adaletsizliğin örneklerinin verildiği, Anayasa'ya aykırı kanunlar çıkarma pişkinliği gösterilip bundan gurur duyan bir siyasi anlayışın sergilendiği, basın özgürlüğünden bahsedip onlarca basın mensubunun mahkûm edildiği, basın yayın organlarının baskı altına alındığı, bizzat Başbakan tarafından uyarıldığı ve yayın yasaklarının alenen uygulanarak yazarların işine son verildiği, yolsuzlukların örtüldüğü, onlarca ihale yolsuzluklarının örtbas edildiği, ismi "Türkiye" olan bir ülkede "Türk" ve "Türk Milleti" sözüne alerji duyulduğu, bayrağın tahrik unsuru olarak görüldüğü, dağlardaki, okullardaki, meydanlardaki, Atatürk büstlerindeki "Ne Mutlu Türk'üm Diyene!" sözlerinin kaldırıldığı, siyasi görüşleri sebebiyle büyükşehir belediyelerinde çalışmakta olan personeli yüzlerce kilometre mesafedeki belediyelerinize, Bütünşehir Yasası'nın arkasına sığınıp âdeta kin kusarak görevlendirilip, günde dört beş saatlerinin yollarda heba olmasını ve devletin, milletin parasının yollarda tüketildiği,

Cumhuriyetin kuruluşunun sembolü olan ve bu ülkenin kurucusuna, tarihine ve geçmişine saygısızlık edilerek Çankaya Köşkü'ne Başbakanın oturtulmak istendiği,

Acılar içinde kıvranan Soma'ya taziye için gidip, vatandaşına tokat atarak, tekmelenmesine göz yumarak insani kalkınmadan, halka tepeden bakmamaktan ve sorun çözmekten söz edildiği,

Yargıya müdahale edilerek, zülfüyâra dokunduğu zaman birtakım isnatlarla savcıların görevden alınıp, aileleri birbirinden ayırıp, evlerinden barklarından edilip, adaletten ve insani kalkınmadan bahsedildiği,

Saat altılarda yollara düşen ve 21'inci yüzyılda hâlâ ikili eğitim öğretim gören çocukların olduğu,

İsmi şimdi de TEOG (Temel Eğitimden Ortaöğretime Geçiş) olarak değiştirilen sınavla ve yaptığınız yanlışlıklar sonucu yüzlerce kilometre mesafede okullara yerleştirilen çocukların olduğu,

Kazanılmış hakları olmasına rağmen, sırf Hükûmete yakın olmadıkları düşüncesiyle, bulundukları okullarda dört yılı dolduran okul müdürlerinin, müdür yardımcılarının, Millî Eğitim Bakanlığındaki binlerce idarecinin hukuk dışı bir uygulamayla görevden alındığı,

Eğitimde "FATİH Projesi" adı altında, her öğrenciye, altyapısı oluşturulmamasına rağmen, sırf siyasi çıkarlar uğruna tablet bilgisayar dağıtılarak milletin milyarlarca dolarının heba edildiği,

On iki senedir iktidardakilerin bile sayısını hatırlamadığı sayıda, ülkemizin geleceğinin teminatı çocuklarımızın eğitim sistemlerinin, girdikleri sınavlarının yazboz tahtasına döndürüldüğü,

Adli yılın açılış törenlerine sen-ben davası güdülüp, küskünlük gösterilip devlet adamlarının katılmadığı,

Ülkenin isminin kısaltması olan "T.C." ibaresinin, o devleti yönetenleri rahatsız ederek, devletin resmî kurumlarının isimlerinin başından kaldırıldığı,

Son üç yılda 18 yaşını doldurmadan evlendirilen çocuk sayısının 130 bini aştığı,

Komşularla sıfır sorundan sorunsuz komşunun kalmadığı, dış politika ve bunun sonucu olarak 1,5 milyon Suriyeli mültecinin ülkemizde her an patlamaya hazır bomba gibi kontrolsüz dolaştığı,

Ülkede hemen herkesin dinlendiği, ülkenin en mahrem bilgilerinin yabancı devletlerce dinlendiği ama sözünün dinlenmediği,Afrika'da, ismi bilinmeyen ülkelerde büyükelçilikler açarken, en yakın komşularında en kritik bir dönemde büyükelçiliklerin olmadığı; üç ayı aşkın süredir teröristlerce konsolosluğu işgal edilmiş, mensupları esir alınmış, toprağı işgal edilerek karargâh hâline getirilmiş; toprağı bulunduğu askerî raporların ifade ettiği, güçlenen ve önü alınamaz hâle gelmeye doğru giden, PKK paçavralarının asıldığı ama seçim dönemi bayrak aşkıyla propagandalarının yapıldığı bir yeni sosyolojiyle mi yeni Türkiye olacaksınız, insan ve insanı esas alan bir politika yürüteceksiniz?

Bakınız, sizleri uyarıyorum! "Eski Türkiye" dediğiniz Türkiye Cumhuriyeti 1923 yılında Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşları tarafından kurulmuş, temelleri sağlam olarak atılmış bir ülkedir. "Yeni Türkiye" demek Türkiye Cumhuriyeti'ni yıkmak istemekle eşdeğerdir.

Sayın iktidar sahipleri, bu eleştirilerimizi dikkate almanız sizin ve ülkemizin yararına olacaktır. Oturup düşünmek hatalarınızı azaltacaktır.

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

YUSUF HALAÇOĞLU (Devamla) - Ben, tekrar, Milliyetçi Hareket Partisi adına Hükûmete, vesayet altında olmadan hizmet etmelerini ve başarılı olmalarını temenni ediyorum. Bu vesileyle yüce Meclisi saygıyla selamlıyorum. (MHP sıralarından alkışlar)