GENEL KURUL KONUŞMASI
Konu: Yükseköğretim Personel Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarı ve Teklifleri
Yasama Yılı:5
Birleşim:9
Tarih:04.11.2014

HDP GRUBU ADINA HALİL AKSOY (Ağrı) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; görüşülmekte olan 651 sayılı Yasa Tasarısı'nın tümü üzerine Halkların Demokratik Partisi Grubu adına söz aldım. Genel Kurulu saygıyla selamlıyorum.

Değerli milletvekilleri, Türkiye'de yükseköğretime olan talep her yıl artmaktadır. Artan bu talebe paralel olarak üniversite sayısında, öğretim elemanları ve bilim emekçisi sayısında, öğrenci sayısında da hızlı bir artış söz konusudur. 1994 yılında, bundan tam yirmi yıl önce, Türkiye'deki üniversite sayısı, 53'ü devlet, 3'ü vakıf olmak üzere toplam 56 iken günümüzde bu sayı, 123'ü devlet üniversitesi, 73'ü vakıf üniversitesi olmak üzere 196'ya yükselmiş durumdadır. 1994'te yaklaşık 1 milyon olan öğrenci sayısı, bugün 5 milyona yaklaşmıştır. Yine, aynı yılda yaklaşık 40 bin olan öğretim elemanı sayısı ise bugün 140 bini bulmuştur ancak önemli olan nicel olarak üniversitelerin sayısını artırmak değildir. Türkiye'de üniversitelilerin, eğitim elamanlarının ve eğitim sisteminin çok ciddi sorunları bulunmaktadır. Ne yazık ki Türkiye'de üniversitelerde bilimsel ve özgür eğitim verilmemektedir.

Üniversitelerin, her dönem devletin hizmetinde olduğu sermaye güçlerinin egemenliği altına alınmaya çalışılan, egemen sistemin çıkarları doğrultusunda şekillendirilmeye çalışılan kurumlar olduğu da bilinmektedir.

Bilginin üretildiği ve toplumsallaştırıldığı alanlar olan üniversiteler, toplumdaki dönüştürücü gücü nedeniyle sisteme eleştirel bir yerde konum alabilme potansiyeli de taşımaktadır. Üniversiteler bu özellikleri nedeniyle tarih boyunca egemenler tarafından sürekli baskı ve denetim altında tutulmaya çalışılmışlardır. Eğitim hizmetlerinde gerçekleştirilen köklü dönüşüme paralel olarak geçtiğimiz on yıl içerisinde yükseköğretim sistemindeki dönüşümler de artmıştır.

Sayın milletvekilleri, bir taraftan Bologna Süreci kapsamında yürütülen politikalar, diğer taraftan da ortaöğretimdeki yapısal dönüşümlerin hedefi her bir ilde bir üniversite projesiyle artan üniversite sayısı, Türkiye'nin yükseköğretim sistemini ve bu sistemin içerisindeki üniversitelerimizin dönüşüm haritasını oluşturmuştur. Yeni üniversitelerin kurulmasıyla birlikte, sadece eğitim öğretim hizmeti verilmesi planlanan yüksekokul benzeri tabela üniversiteleri de ortaya çıkmıştır. Bir nevi ortaöğretimin bir üst kademesi olarak kurgulanan bu üniversitelerle özgür düşünce ve eleştiri kapsamında varlığını bulan bilimsel bilginin üretilmesi süresindeki çalışmalar arasında zayıf bir bağ bulunmaktadır. Eleştirel, bilimsel çalışmaların yapılabilme imkânlarını azaltan ve sadece eğitim öğretime odaklanan bu mekânlarda bilim insanı olabilmenin yolu ise nitelik sorununa temas etmeyen sınavlardan geçmektedir. "Kervanı yolda dizme" mantığıyla hareket edilerek kurulan bu üniversitelerde fiziki altyapı olanaklarının yanında akademik kadroların da yetersiz olmasının nedeni bu popülist mantıkta yatmaktadır, niteliğe odaklanmayan politikalarda yatmaktadır.

12 Eylül ürünü olarak 6 Kasım 1981'de kurulan YÖK 33'üncü yılı biterken kaldırılması yönündeki toplumsal mutabakata rağmen varlığını sürdürüyor, hatta sahip olduğu merkezî iktidar yeniden yapılandırma çalışmalarıyla daha fazla güçlendirmek istemektedir. Oysa, cunta kurumu olan YÖK'ün toplumsal muhalefetin önemli bir bileşeni olarak gördüğü öğretim elemanlarını ve öğrencileri kontrol altına almak üzere oluşturulduğu da açıktır. YÖK, otoriter, baskıcı yapısı ve zihniyetiyle tüm yükseköğretimi tahrip eden üniversitelerin tüm bileşenlerinin devlet aklına uygun bir biçimde düşünüp davranmalarını öngören bir ilişkiler sisteminin toplamıdır. Bu merkeziyetçi yapısıyla yükseköğretim toplumla organik bağ kuramayan, toplumsal aidiyeti olmayan, yalnızlaşmış, iktidar ve güce tapınan, varlığı koşulsuz uyum sağlamak olan insanları yaratmaktır. Kuşkusuz, tüm bu sürecin temel taşıyıcısı olan YÖK yalnızca bir üst kurul değildir, üniversitelerde resmî ideolojinin yeniden üretilmesini sağlayan sermayenin çıkarı doğrultusunda yarattığı ilişkiler sisteminin bir toplamı olarak algılanmalıdır. Üniversiteler, fakültelerden enstitü, okul ve araştırma birimlerinden oluşmuş, özerkliği ve kamu tüzel kişiliği olan bilim, araştırma ve eğitim birlikleridir. Sadece yüksekokul veya enstitüden oluşan, temel fen ve sosyal bilimleri olmayan üniversiteler evrensel anlamda üniversite sayılamaz.

Her üniversitenin genel özerkliği ve tüzel kişiliği içinde o üniversiteyi oluşturan fakülteler de bilimsel özgürlüğe, yönetim özerkliğine ve tüzel kişiliğine sahip olmalıdır.

Değerli milletvekilleri, Dünya Üniversite Birliği, 1965 toplantısında Yükseköğretim Kurumlarının Özerkliği ve Akademik Özgürlük Üzerine Lima Bildirgesi'ni hazırlamış ve yayımlamıştır. Lima Bildirgesi'nde belirtildiği gibi "akademik özgürlük", akademik topluluk üyelerinin araştırma, inceleme, tartışma, belgeleme, üretme, yaratma, öğretme, anlatma veya yazma yoluyla bireysel ya da birlikte bilgi edinme, geliştirme ve aktarma özgürlüğü anlamına gelmektedir.

Üniversitelerin temel ihtiyacı akademik özgürlükler, mali ve idari özerkliğin genişletilmesidir; bilim insanlarının özgürce, nitelikli çalışmalar yapabilmesidir.

Değerli milletvekilleri, sayıların artması her zaman nitel bir değişime neden olmamaktadır. Türkiye'de temel sorun yayın sayısının az ya da çok olması değil nitelikli yayın yapılamaması, bunun için gerekli demokratik ve özgürlükçü koşulların oluşturulmamasıdır. Burada olumlu bir değişimin adımı performansa, rekabete, teşvike, yönlendirmeye dayalı politikalar değil, özgürlükçü politikalardır. Öğretim elamanlarına dayatılan performans kriterlerinin daha fazla kâr için olduğu da elbette ki biliniyor.

Üretilen eğitim hizmetinin ve bilimin niteliğini daha da düşürecek olan performans kriterinden başka bir şey olmayan "akademik teşvik sistemi" uygulamasını kabul etmek mümkün değildir. Dolayısıyla bu düzenlemenin tümden tasarıdan çıkarılması gerektiğini düşünüyoruz.

Değerli milletvekilleri, Hükûmetin üniversitelere ilişkin politikaları, akademik kadrolar için norm kadrolar belirlenmesi, norm kadro olmadan unvan verilmemesi, akademik personel için tam gün kalıcı kadrolar dışında esnek çalışma modeli benimsenmesi üzerinden yürütülmektedir. Bu uygulamalardan en çok etkilenen kesimlerin başında araştırma görevlileri gelmektedir. Araştırma görevlilerinin iş tanımlarındaki muğlaklıklar çoğu zaman angaryaya maruz kalmalarıyla sonuçlanmaktadır. Araştırma görevlileri, aynı işi yapmalarına rağmen, 33/a, 50/d, ÖYP gibi birbirinden farklı özlük haklarına sahip kadrolarda çalışmaktadırlar. 50/d kadrosunda çalıştırılan araştırma görevlileri lisansüstü eğitimlerini tamamladığında görece daha güvenceli kadrolara aktarılmayarak işlerine son verilmektedir yani en verimli dönemlerinde işlerine son verilmektedir. Son birkaç yıldır sadece İstanbul Teknik Üniversitesinde işten çıkarılan 50/d'li araştırma görevlisinin sayısı 100'ü aşmıştır. Bununla birlikte, rektörlük, İstanbul Teknik Üniversitesinde son olarak 111 araştırma görevlisi için kadro ilanı vererek araştırma görevlilerini mevsimlik işçi gibi gördüğünü bir kez daha gözler önüne sermiştir. Bunun yanında, akademik yükseltmeler, statükocu hiyerarşik bir askerî düzene dönüştürülmüştür. Bunun en bariz örneği doçentlik unvanının alınması sürecidir. Üniversitelerarası Kurul, doçentlik başvuru ve jüri oluşturma sistemini işletememektedir. Yardımcı doçent, doçent ve profesör kadrolarında kişiye özgü uygulamalar yapılmakta ve haksızlıklar gittikçe artmaktadır.

Yükseköğretime kapitalist işletme mantığının muhafazakâr etkiler altında dayatılması yönetsel organlarda kadrolaşmaya ve ders içeriklerinin, dolayısıyla eğitim programının bu çerçevede belirlenmesine yol açmaktadır. Yeni açılan üniversitelerde yönetim kademesinden çalışma hiyerarşisindeki en alt noktasına kadar bu kadrolaşmayı görmek çok mümkündür. Savunduğumuz insan, toplum ve doğa yararına üniversite için tüm eğitim ve bilim emekçileri uygun çalışma koşullarına ve iş güvencesine kavuşturulmalıdır.

Üniversitelerde kadrolaşmanın önüne geçmek akademik çalışmaların niteliğinin artırılmasını da koşullandıran şeylerden birisidir. Bu çerçevede esnek ve güvencesiz çalıştırma politikasına son verilmelidir. Üniversitede gerek akademik gerekse idari alanda çalışanların örgütlenme özgürlüğü önündeki tüm engeller mutlaka kaldırılmalıdır. Akademik çalışma ortamı hiyerarşik yapılanmadan kurtarılmalı, ast-üst ilişkisi yerine birlikte üretim esas alınmalıdır. Akademik unvanlar hiyerarşik göstergelere dönüştürülmemeli, ticari nüfus kaynağı olarak kullanılmamalıdır.

Değerli milletvekilleri, Hükûmet, görüştüğümüz bu tasarıyla "akademik zam" adı altında, yıllardır haklarını alamayan öğretim elemanlarının hak ettikleri ücretleri bir lütuf gibi sunmaktadır. Ayrıca akademik teşvik ödeneği uygulamasıyla üniversitelerde performansa dayalı ücret uygulamasını getirmektedir. Üniversitelerde çalışan idari ve teknik personeli her zaman olduğu gibi bu kez de görmezden gelmiştir. Yaşanan ekonomik krizlere, artan işsizlik ve enflasyon verilerine rağmen eğitim ve bilim emekçilerinin maaşlarında on dört yıldır bir iyileştirme yoluna gidilmemiştir.

Akademisyenlerin reel ücretlerinin uzun süredir ciddi bir biçimde aşındığı ve bu konuda bir iyileşme yapılmadığı gerçeği de ortadadır. Bakınız, tasarıda idari ve teknik personel yok sayılmıştır. Üstelik üniversitelerde çalışan idari ve teknik personel ek ödemeler nedeniyle diğer kamu kurumlarında çalışanlardan daha düşük ücret almaktadır. Ayrıca akademisyenlerin özlük haklarında gereken iyileştirmeler yıllardır yapılmıyor. Akademik basamağın en altında yer alan araştırma görevlilerinin görev tanımlarını bilimsel kriterler çerçevesinde düzenlemiyoruz. Öğretim Üyesi Yetiştirme Programı kadrolarına yüksek meblağlı senetler imzalatarak onları âdeta köleye dönüştürüyoruz.

Verimlilik, performans, rekabet, kalite gibi söylemlerle angarya ve güvencesizliği emekçilere dayatan Hükûmet, bu tasarıyla "akademik teşvik" adı altında performansa dayalı ücret uygulamasını yasalaştırmak istemektedir.

Bu çaba, akademik topluluğun bilimsel bilgi üretimi yerine gelir getirici işlere yönelmesini, emekçiler arasındaki dayanışmanın yerine rekabetin geçmesini ve üniversitelerin üniversite olmaktan çıkarılmasını hızlandırmaktadır. Bilinmelidir ki performans denetimi, güvencesizliğin egemen kılınması amacıyla kamu personel rejimine gönderilmiş bir Truva atı niteliğindedir.

"Performans" adı altında yayın sayısını artırmayı hedeflediğini söyleyenler ise büyük bir çarpıtma yapmaktadırlar. Bugün asıl ihtiyaç duyulan fazla yayın değil, nitelikli yayındır. Bunun temel koşulu ise akademik özgürlükten geçmektedir. Unutulmamalıdır ki akademik özgürlüğün olmazsa olmazı da güvenceli çalışmaktır.

Şimdi, ülkeler bazında baktığımızda, bilimsel yayın sıralamasında Türkiye 20'nci sıradadır, 306.926 bilimsel yayın yapılmış ama Hollanda gibi Konya büyüklüğünde ve nüfusu da oldukça az olan bir ülkedeki bilimsel yayın sayısı 547.637'dir. Keza ABD'de 7 milyonun üzerinde, Çin'de 2,5 milyonun üzerinde, Fransa'da ve Birleşik Krallık'ta 2 milyona yakın bir rakamla bilimsel yayın yapılmaktadır. Türkiye bunların içerisinde İsveç gibi nüfusu oldukça az olan bir ülkeden dahi sonra gelmektedir. Bu da göstermektedir ki Türkiye'nin bilimsel yayın karnesi oldukça zayıftır. Sayı artabilir ama uluslararası bilim dünyasında ilgi görmediğimiz de bir gerçektir.

Keza üniversiteler bazında baktığımızda bilimsel yayın noktasında ilk 20'de biz yokuz. Belki ilk 100'ün içerisinde olabiliriz. Söz gelimi, bilimsel yayın konusunda... ABD'deki üniversiteler 14 tane, İngiltere'deki üniversiteler 4 tane, Kanada'da 1 tane, Japonya'da 1 tane üniversite vardır ama Türkiye, bu 20 ülke arasında yoktur.

Ayrıca, Türkiye'de yine bilimsel araştırma açısından bölgeler arası bir eşitsizliğin de göze çarptığı görülmektedir. Türkiye'de devlet üniversiteleri içerisinde ilk 20 sırada Kürt coğrafyasında olan bir tek üniversite yoktur, keza vakıf üniversiteleri açısından da durum aynıdır.

Sayın milletvekilleri, toplum sağlığını yakından ilgilendiren konularda çalışma yürüten bilim insanlarına açılan davalar, soruşturmalar ve işten atma uygulamaları yeterince bu durumu aydınlatıyor. Kaldı ki üniversitelerde performans denetiminden bahsetmek hâlihazırdaki güvencesiz ve esnek istihdamın getirdiği sorunların ve emekçilerin üzerindeki baskının süratle artması anlamına gelmektedir. Birçok üniversitede asistan kıyımı yapılmak istenirken, üniversiteler taşeronlaşmaya mahkûm edilmişken, idari ve teknik personelin özlük ve sosyal hakları gasbedilip, angarya işlere zorlanırken "akademik zam" adı altında yapılan bu değişiklikler üniversitelerde esnek ve güvencesiz çalışmanın kurumsallaşması anlamına da gelmektedir.

Değerli milletvekilleri, bizler Halkların Demokratik Partisi olarak, yükseköğretim alanında çalışan tüm eğitim ve bilim emekçilerinin maaşlarının iyileştirilmesini talep ediyoruz, bunda da ısrarlıyız.

Ayrıca, güvencesiz ve esnek istihdamı üniversitelerde kurumsallaştıracak adımları kabul etmediğimizi de buradan bir kez daha ifade etmek istiyoruz.

Tasarının 1'inci maddesini eksik bulduğumuzu, ancak destekleyebileceğimizi belirtebiliriz; 2'nci ve 3'üncü maddesinin de metinden çıkarılmasını talep ediyoruz.

Bu duygu ve düşüncelerle hepinizi saygıyla selamlıyorum. (HDP sıralarından alkışlar)