| Konu: | Ankara Milletvekili Zühal Topcu ve 25 milletvekilinin; milli eğitimle ilgili sorunlara çözüm bulamadığı ve sorunların daha kötüye gitmesine sebep olduğu iddiasıyla Millî Eğitim Bakanı Nabi Avcı hakkında bir gensoru açılmasına ilişkin önergesi (11/44) |
| Yasama Yılı: | 5 |
| Birleşim: | 55 |
| Tarih: | 12.02.2015 |
HDP GRUBU ADINA HALİL AKSOY (Ağrı) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; Millî Eğitim Bakanı Sayın Nabi Avcı hakkında verilen gensoru önergesi üzerine grubum adına söz aldım. Genel Kurulu saygıyla selamlıyorum.
Başlangıçta, cezaevlerinde yaşayan hasta tutsakların durumuna dikkatinizi çekmek istiyorum. Ölüm sınırında bulunan çok sayıda hasta tutsak var. Tahliye edilmedikleri gibi gerekli tedavileri de ya yapılmıyor ya da geciktiriliyor, bu da acı sonuçların doğmasına neden oluyor. Bakınız, yirmi iki yıl cezaevinde kalan ve uzun yıllar kanser tedavisi gören, ancak tedavisi gerektiği gibi yapılmadığı için hastalığı ilerleyen Abdulsamet Çelik de yaşamını yitirdi. Çelik, uzun yıllar tek başına bu ağır hastalıkla cezaevinde mücadele etmek zorunda kaldı. Tek başına en basit gereksinimlerini dahi karşılayamayan ve hastane koğuşlarında, ring araçlarında âdeta işkenceye dönüşen bir yaşamı sürdüren Çelik'in zamanında tedavisi yapılsa belki şu anda yanımızdaydı.
Bakınız, konuyla ilgili olarak ben 14/3/2012 tarihinde Adalet Bakanlığına bir soru önergesi vermiştim. 20/12/2012 tarihinde verilen cevapta Adli Tıp Kurumunun "Cezaevinde kalabilir." şeklindeki ciddiyetten uzak kararı gerekçe gösterilmişti ve bugün bu arkadaşımız aramızda yok.
Değerli milletvekilleri, Millî Eğitim Bakanlığı, temel sorunlara kalıcı çözüm politikaları geliştireceği yerde, her yıl sorunlara yeni sorunlar ekleyerek eşitsizlikler ve mağduriyetler yaratmaktadır. Sadece geçtiğimiz bir yıl içerisinde on binlerce eğitim yöneticisinin görevine son verildi, tabii, bunların yerine AKP iktidarı kendi kadrolarını yerleştirdi.
TEOG'da yapılan sistem değişikliğiyle on binlerce öğrenci mağdur edildi, binlerce öğrenci isteği dışında başta imam-hatipler olmak üzere meslek liselerine yerleştirildi. Kamusal eğitime harcanması gereken kaynaklar özele aktarıldı. Suriyeli, Iraklı ve Rojavalı on binlerce mülteci öğrenci eğitim öğretim haklarından hâlen yoksun. Eş durumu atamalarında sigortalı çalışma süresinin üç yıla çıkarılmasıyla aile bütünlüğü bozulan on binlerce öğretmene bu dönemde binlercesi daha eklendi. Eğitim kurumlarında siyasal kadrolaşmaya zemin oluşturan sözlü sınav şu anda yaygınlaştırılıyor. Tabii ki ana dilde eğitim için kendi kurumlarını açan halka yönelik baskı ve zor kullanımı da ayrıca hatırlatılması gereken önemli bir olgudur.
Bu sorunlarla birlikte, Eğitim Bakanlığının, eğitim emekçilerinden öğrenci sorunlarına, ana dilde eğitimden demokratik, laik ve bilimsel eğitime, müfredattan okulların fiziksel şartlarına, eğitimde yaşanan eşitsizliklerden eğitimdeki tekçi devlet söylemine kadar sayısız sorun alanları bulunmaktadır. Bunları saymakla da bitiremeyiz. Tüm bu sorunların temelinde yatan dinamik ise, Millî Eğitim Bakanlığının devlet ve siyasi iktidarların söylem ve uygulama alanı olmasından çıkarılmamasıdır. Başka bir anlatımla, Millî Eğitim Bakanlığı iktidarın ideolojik aygıtı hâline getirilmiştir. Eğitim örgütlenmesinin demokratik bir şekilde siyasal etkilerin en aza indirileceği bir örgütlenme modeline dönüştürülmemesi, müfredattan eğitim uygulamalarına kadar eğitimin laik, bilimsel ve demokratik bir içeriğe kavuşturulmamasında yatmaktadır sorun. Öğrenciler arasındaki farklılıkların -dil, inanç, kültür, bölge, cinsiyet ve benzeri- birer zenginlik olarak algılanmaması, aksine, birer tehdit olarak görülmesidir asıl sorun olan. Liyakatten ve eleştirel bir pedagojik yaklaşımdan uzak şahısların eğitimde karar mekanizmalarında yer alması ile yine, kamusal ve ücretsiz bir eğitim perspektifinden yoksun olması da sorunların temelinde görülen şeylerdendir.
Değerli milletvekilleri, ana dilde eğitim bütün dünyada vazgeçilmez temel insan haklarından biridir. Günümüzde dünya ülkeleri incelendiği zaman, Birleşmiş Milletler üyesi 194 ülkenin 113'ünde birden çok resmî dilin olduğu ve İngiltere, İspanya, İtalya, İsveç, Almanya, Çin, Hindistan ve benzeri birçok ülkede ana dilde eğitim ve öğretim yapıldığı görülmektedir. Ancak, Türkiye Anayasası'nın 42'nci maddesine göre "Türkçeden başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına ana dilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez." denmektedir. Eğitimde ana dilin kullanımını ilgilendiren düzenlemeler sadece Anayasa hükümleriyle de sınırlı değil. Anayasa hükümleri dışında, Tevhidi Tedrisat Kanunu, Millî Eğitim Temel Kanunu, Özel Eğitim Kurumları Kanunu, Yabancı Dil Eğitimi ve Öğretimi ile Türk Vatandaşlarının Farklı Dil ve Lehçelerinin Öğrenilmesi Hakkında Kanun, Azınlık Okulları Türkçe ve Türkçe Kültür Dersleri Öğretmenleri Hakkında Kanun gibi kanunlarda, kanunların yanı sıra birçok yönetmelikte de bu engeller bulunmaktadır. Bu yaklaşım sonucu Türkiye'de, başta Kürtçe olmak üzere, Gürcüce, Hemşince, Lazca, Pontusça, Süryanice, Abazaca, Ermenice, Rumca, Arapça, Çerkezce, Acemce, Mıhallemice, Pomakça gibi diller inkâr ve asimilasyon politikalarına maruz kalmaktadır. Türkiye'de konuşulan yaklaşık 36 dilin yarısından fazlası yavaş yavaş yok olmaya başlamıştır çünkü çoğu tamamen güçsüz bırakılmış durumdadır. Temel bir insan hakkı olan ana dilde eğitim hakkını yok sayan AKP iktidarı, halkın talebini seçmeli ders ya da özel liselerde birkaç dersin ana dilde verilmesi aldatmacasıyla ötelemeye çalışmaktadır. Kürt halkının ve diğer halkların talebi ortaokulda birkaç saatlik ana dili öğretimi değildir, Kürk halkının talebi özel liselerde birkaç dersin ana dilde verilmesi de değildir; ana dil temelli çok dilli eğitim sistemi bu ülkede yaşayan tüm halkların ortak dileği ve talebidir.
Değerli milletvekilleri, bizler eğitimin okul öncesinden yükseköğretime kadar kamusal ve parasız olarak sunulmasını savunmaktayız. Lakin, AKP iktidarı, iktidar olduğu 2002 yılından bugüne kadar eğitim sisteminin bütün alanlarında -eğitimin içeriğinden eğitimin yönetimine kadar- sayısız değişiklik yapmış, eğitim biliminin en temel ilkeleri ve sistemin acil ihtiyaçları göz ardı edilmiştir. Bunun yanında, AKP, on iki yıllık iktidarı boyunca eğitimi hem işlevsel hem de örgütsel açıdan piyasa merkezli bir işletmecilik mantığıyla sürekli olarak dönüşüme tabi tutmuştur. Dershaneler kanunu bu politikanın en açık bir ifadesidir. Özel okullara yönelik, devletin bütün olanakları seferber edilmiştir. AKP iktidarı bu kanunla kamu kaynaklarını sermayeye peşkeş çekmiştir. Hazine arazileri yirmi beş yıllığına, Millî Eğitim Bakanlığına tahsisli taşınmazlar üzerindeki okul binalarının tamamı veya bir kısmı ile bu binaların eklenti ve bütünleyici parçaları eğitim ve öğretim faaliyetlerinde kullanılmak üzere on yıla kadar sermayenin hizmetine peşkeş çekilmiştir. Bunlar yetmiyormuş gibi, kamu kaynaklarını özel okullara "eğitim öğretim desteği" adı altında aktarmaktadırlar.
Bugün, Türkiye'de 2013-2014 eğitim öğretim yılı özel okul ücretleri ilkokullarda ortalama 16 bin TL, ortaokullarda ortalama 18 bin TL ve liselerde ise ortalama 20 bin TL'dir. Türkiye'de acaba kaç milyon aile bu şartlarda çocuğunu özel okullarda okutabilir? Bu uygulama beraberinde derin ve telafisi imkânsız sınıfsal ve bölgesel eşitsizlikler de yaratmıştır.
Ayrıca, kamusal eğitim için harcanması gereken kaynakların -her ne ad altında olursa olsun- özel öğretim kurumlarına aktarılması da kabul edilebilir bir uygulama değildir. Hükûmetin "özel okullara destek" adı altında asıl yapmak istediği özel öğretimi özendirmek, öğrenci ve velileri parasal destek üzerinden özel okullara yönlendirmektir. Özel okulların yıllardır doğrudan kamu kaynaklarıyla desteklenmesinin, eğitimin zaten sorunlu olan kamusal niteliğini daha da düşürmek ve paralı eğitim uygulamalarını giderek yaygınlaştırmak olduğu tartışma götürmez bir gerçektir.
Kamusal kaynakların, eğitimin ticarileştirilmesi ve her geçen gün daha fazla oranda piyasalaştırılması için, özel sermaye kesimlerine aktarılmaya çalışılması kabul edilemez. Keza Hükûmetin yeniden gündeme sokmaya çalıştığı üniversitelerde katlamalı harç uygulaması da kabul edilemez. Neyse ki bu uygulamanın geri çekileceği kararının alındığını dünkü Bakanlar Kurulu toplantısından sonra Sayın Arınç ifade etti ama muhtemelen "Seçim öncesi böyle bir riske girmeyelim." hesabı yapıldığı için geri çekildi.
Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; Hükûmetin liselere ibadethane açılma zorunluluğu getirmesini ve "başörtüsü serbestliği" adı altında temel olarak hayata geçirdiği tüm uygulamaları özgürlükler temelinde ele almak çok mümkün görülmemektedir. Peki, AKP'nin eğitimde dinî politikaları ve bu temeldeki müdahaleleri ne kadar doğrudur? Din kültürü ve ahlak bilgisi dersinin zorunlu olması, liselerde ibadethanelerin zorunlu olması ve başörtüsünün ortaokullardan itibaren serbest olması ne kadar doğrudur? Bunlar özgürlükler temelinde ele alınabilir mi?
Milyonlarca Alevi'nin, gayrimüslimin, ateistin, diğer bir deyişle İslam'ın Sünni Hanefi mezhebinden farklı bir mezhepte, inançta, dinde ya da dinî veya herhangi bir inanç şeklini yaşamının merkezine yerleştirmeyen yurttaşların bulunduğu bir ülkede dinî eğitimin zorunlu olması kabul edilebilir mi?
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin kararlarında da açıkça belirtildiği üzere, bu zorunluluk eğitim hakkının ihlali anlamına gelmektedir. Unutulmamalıdır ki Türkiye'de din kültürü ve ahlak bilgisi dersinin içeriği büyük oranda Sünni ve Hanefi mezhebinin öğretileriyle doludur. Bu derslerde namazın nasıl kılınacağı, abdestin nasıl alınacağı, namazda okunan dualar ve benzeri öğretilmektedir. Böylelikle, Aleviler başta olmak üzere Sünni Hanefi olmayanların din ve vicdan özgürlükleri görmezden gelinmektedir.
Kamusal ve zorunlu eğitimin, herhangi bir din ya da inancın, genç kuşaklara, öğrencilere örtülü ya da açık empoze edildiği ya da iktidarın ideolojik arka bahçesi olarak ele alındığı yaklaşımlar da kabul edilemez.
Bakınız, hiçbir yetkisi olmadığı hâlde, Edirne Valisi çıkmış, Roman yurttaşlara -dikkat edin lütfen- 100 Türk lirası burs karşılığında hafızlık eğitimi vereceğini açıklıyor. Bir de sanki başka işi gücü yokmuş gibi, 41 kişilik Roman mehteran takımı kuracaklarını ifade ediyor. Açıkçası Roman halkının farklılıklarını, zenginliklerini asimile etmek istiyor. Bu kabul edilebilir bir uygulama değildir. Bırakın, halklar, aidiyetler, inançlar kendi kültürüyle yaşasın, eğitim alsın, ibadetini de ona göre yapsın.
Değerli milletvekilleri, Türkiye'de siyasi iktidarlar yıllardır, eğitim sistemini kendi siyasal, ideolojik görüşleri doğrultusunda düzenlemek ve şekillendirmek istemişlerdir. Bu isteklerini gerçekleştirmek için başvurulan ilk ve en etkili yöntem ise siyasal kadrolaşma olmuştur.
Bugün, Eğitim Bakanlığı, müdür yardımcılığından şefliğe, okul müdürlüğünden il millî eğitim müdürlüğüne kadar her alanda atamaları liyakate, deneyime göre değil siyasi tercihlerine göre yapmaktadır. AKP iktidarı döneminde, Eğitim Kurumu Yöneticileri Atama ve Yer Değiştirme Yönetmeliği sayısız kere değiştirilmiştir.
En son, geçtiğimiz 2014'te çıkarılan kanunla Millî Eğitim Bakanlığında görevli on binlerce yöneticinin görevine bir gecede son verilerek eğitim ortamı tam bir kaosa sürüklenmiştir. Söz konusu görevden almaların Millî Eğitim kurumlarında yarattığı olumsuz etki de hâlâ devam etmektedir.
Vali istediği kişiyi okul müdürü, istediğini müdür yardımcısı olarak atayabilecek bir yetkiyle donatılmıştır. Sonuçta valilerin çoğunlukla AKP'nin memuru gibi hareket ettiğini düşünürseniz, pratikte ortaya çıkan tabloyu da tahmin edebilirsiniz. Nihayetinde, valilerin atadığı kişi listelerinin Hükûmete yakın sendika şubelerinde hazırlandığı da bilinmektedir.
Millî Eğitim Bakanlığındaki bu atama ve görevde yükselme sınavlarına sözlü sınav şartının getirilmesi ve bu sınavların hiçbir şekilde kayıt altına alınmaması, sınavlara ilişkin denetim mekanizmalarının işletilmemesi, Hükûmetin siyasi kadrolaşmadaki minareye kılıf bulma çabasından başka bir şey değildir. AKP bu gidişle yakın bir zamanda öğretmen atamalarında da sözlü sınav şartını getirirse şaşmayacağız.
Değerli milletvekilleri, AKP iktidarı döneminde Millî Eğitim Bakanlığının YÖK'le uyumlu çalışmaması, öğretmen ihtiyacı ile öğretmenlik bölümü kontenjanları arasında bir türlü sağlıklı bir şekilde kurulamayan arz-talep dengesi ve iktidarların yanlış politikaları nedeniyle, bugün 400 bine yakın ataması yapılmayan öğretmen bulunmaktadır. Bu rakam, Millî Eğitim Bakanlığı verilerine göre ise 250 binin üzerindedir. Millî Eğitim Bakanının açıklamalarına göre ise ihtiyaç duyulan öğretmen sayısı yaklaşık 120 bindir.
Bugün, bu kadar ataması yapılmayan öğretmene ve öğretmen ihtiyacına karşılık Bakanlık, 55 bin ücretli öğretmeni ucuz iş gücü olarak güvencesiz bir şekilde istihdam etmektedir.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, Başbakan olmadan önce, 2002 yılında -iktidara gelmeden hemen önce- İstanbul'da yaptığı bir mitingde aynen şöyle bir ifade kullanmıştı: "Bir çok gencimiz, özellikle öğretmen adaylarımız işsiz kaldı. Ülkede eğitim çökmüş, köy okulları kapanmış, merkezdeki okullar bile öğretmen diye can çekişiyorken sen sınavla öğretmen seçmeye kalkıyorsun. Bıraksana genç öğretmenlerimiz gitsin, çalışsın. O kadar sene beklet, sonra al; adamda artık heves kalır mı, öğretmenlik yapabilir mi? Ama, inşallah, biz, iktidar olunca öğretmenler okulun bittiği gün görev aşkıyla okuluna gidecek, merak etmeyin."
Yine, 2002 yılında atanmayan öğretmen 70 binken bugün 400 bin. 20 Ocak 2013 tarihinde, Gaziantep'te Erdoğan'a "Şubatta atama bekliyoruz." diye seslenen öğretmen adayına Başbakan "Kusura bakma, biz ne dediysek o. Al oyunu, kendine sakla." diye cevap vermiştir.
Eğitim emekçilerinin üçte 2'si insan onuruna yaraşır bir yaşam sürdürebilmek için ek işler yapmak zorunda bırakılmış, özellikle öğretmenlerin satın alma gücü bugün belirgin bir şekilde azalmıştır. AKP'nin iktidarda olduğu on iki yıl itibarıyla eğitim emekçilerinin maaşları ile diğer kamu emekçilerinin maaşlarını karşılaştırdığımızda:
2002'de göreve yeni başlayan bir öğretmen aynı durumdaki polisten yüzde 4 daha az,
2014'te göreve yeni başlayan bir öğretmen 8'inci derecenin 1'inci kademesindeki bir polis memurundan yüzde 32 oranında daha az,
2002'de göreve yeni başlayan bir öğretmenin maaşı uzman doktor maaşından yüzde 43 daha az,
2002'de göreve yeni başlayan bir öğretmen kamuda çalışan avukatlardan yüzde 34 daha az aylık almaktadır.
OECD raporlarına göre, Türkiye'de ilköğretimde on beş yıllık bir öğretmen yıllık ortalama 27.338 Türk lirası kazanırken OECD ülkelerinde bu ortalama 38.914 Türk lirasıdır.
Ortaöğretimdeyse Türkiye'de on beş yıllık bir öğretmenin yıllık ortalama geliri 28 bin Türk lirasıyken OECD ülkelerinde 43.711 Türk lirasıdır.
Değerli milletvekilleri, eğitim sistemine dair radikal demokrasi temelinde farklı bir tez ileri sürmemiz gerekiyor. Bunun adı "demokratik okullar" olabilir.
Konuşmamızın başında da ifade ettiğimiz gibi, tüm sorunların en aza indirilmesi ve aşılmasında eğitim sisteminin demokratik bir yapıya kavuşturulması gerekmektedir. Türkiye'de eğitim tamamen merkezî politikaların kontrolü ve baskısı altında yürütülmektedir. Okulların özerklikleri söz konusu değildir. Eğitim sistemindeki kadrolaşma, muhalif eğitim emekçileri üzerinde baskılar yaratmaktadır.
4+4+4 sistemiyle eğitim yapısı bir anda değiştirildi. Dershaneler kanunuyla 100 bin yöneticinin görevine bir anda son verildi. Bunları aşmak için okullara özerklik tanınmalı, öğretmenin, öğrencinin, velinin katılımıyla okul meclisleri kurulmalı, okula ilişkin birçok karar bu meclislerde alınmalıdır. Öğretmenliğin asli görev olduğundan hareketle, yöneticilik okullarda siyasal iktidarların kadrosu olmaktan çıkarılmalıdır.
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)
HALİL AKSOY (Devamla) - Bu anlamda, yapılması gereken bilimsel, özerk, parasız, demokratik ve ana dilde eğitim sisteminin tüm ülkeye hâkim kılınmasıdır.
Bu duygu ve düşüncelerle hepinizi saygıyla selamlıyorum. (HDP sıralarından alkışlar)