GENEL KURUL KONUŞMASI
Konu: Türkiye'nin Ulusal Güvenliğine Yönelik Terör Tehdidi ve Her Türlü Güvenlik Riskine Karşı Uluslararası Hukuk Çerçevesinde Gerekli Her Türlü Tedbiri Almak, Irak ve Suriye'deki Tüm Terörist Örgütlerden Ülkemize Yönelebilecek Saldırıları Bertaraf Etmek ve Kitlesel Göç Gibi Diğer Muhtemel Risklere Karşı Ulusal Güvenliğimizin İdame Ettirilmesini Sağlamak İçin Hudut, Şümul, Miktar ve Zamanı Hükümetçe Takdir ve Tayin Olunacak Şekilde, Gerektiğinde Türk Silahlı Kuvvetlerinin Yabancı Ülkelere Gönderilmesi, Yabancı Silahlı Kuvvetlerin Türkiye'de Bulunması ve Bu Kuvvetlerin Hükümetin Belirleyeceği Esaslara Göre Kullanılması ile Hükümet Tarafından Belirlenecek Esaslara Göre Gerekli Düzenlemelerin Yapılması için Türkiye Büyük Millet Meclisinin 02.10.2014 Tarihli ve 1071 Sayılı Kararıyla Hükümete Verilen Bir Yıllık İzin Süresinin Anayasa'nın 92'nci Maddesi Uyarınca 02.10.2015 Tarihinden İtibaren Bir Yıl Daha Uzatılmasına Dair Tezkeresi (3/12)
Yasama Yılı:1
Birleşim:9
Tarih:03.09.2015

HDP GRUBU ADINA MİTHAT SANCAR (Mardin) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; sizleri saygıyla selamlıyorum.

Eylül ayı barış ayı olarak bilinir, 1 Eylül Dünya Barış Günü olarak kutlanır. Bazı kaynaklarda ya da Birleşmiş Milletlerin kararında 21 Eylül de Barış Günü olarak kutlanır. Biz burada bugün barışı konuşmayı isterdik savaşı değil, barışı selamlamayı isterdik, savaş naralarını duymayı değil, demokrasiyi ve özgürlük umutlarını sahiplenmeyi isterdik, ölüm haberleriyle sarsılmayı değil, kalıcı barışın sağlanmasını nasıl gerçekleştireceğimizi konuşmak üzere toplanmak isterdik ama maalesef kalıcı savaş ya da savaşı kalıcılaştırma niyetlerini tartışmak zorunda kalıyoruz. Aslında kalıcı barışa çok yaklaşmıştık, bunu hepimiz biliyoruz. İki buçuk yıl kadar süren bir çözüm süreci nihayet 28 Şubat 2015'te son noktaya çok yaklaşmıştı. Son nokta, barışı kalıcı hâle getirmek, bu ülkede otuz yıldır devam eden savaşı sona erdirmekti ama maalesef bugün o noktadan çok uzaktayız. O tarihî bir fırsattı, büyük bir şanstı, o süreçte emeği geçen herkese buradan bir kez daha teşekkür etmeyi ben bir borç bilirim. Hükûmette görev alan bakanlar, şimdi Sayın Cumhurbaşkanı, o dönemde çalışan parti üyeleri, HDP milletvekilleri, AKP milletvekilleri, sivil toplum örgütleri büyük emekler sarf ettiler ve tabii ki bu süreçte büyük krizleri önlemek için sık sık devreye giren ve bunda da başarılı olan Sayın Öcalan'a da bir özel teşekkür etmek isterim.

Bu büyük fırsatı, bu tarihî şansı neden kaçırdık ve neden bugün savaşın ortasındayız? Bu soruya cevap bulmadan sorunlarımızı çözmemiz mümkün görünmüyor. Bu soruya cevap bulabilmemiz için de bazı soruları açıkça sormamız ve kamuoyu adına, Türkiye halkları adına cevaplarını talep etmemiz gerekiyor. Bu, Türkiye toplumunun, Türkiye halklarının hakkıdır, bize yüklediği bir borçtur.

Soruyoruz... İki buçuk yıl boyunca pek çok badireden geçen çözüm süreci nihayet Dolmabahçe'de müzakereye evrilmek üzereydi. Doğru bir tercih biraz fazla hırpalanarak kullanıldı. Dünyada bu tür çatışmalar otuz beş yıldır artık müzakerelerle çözülüyor. Türkiye de bu çabalara katkı sunan bir ülke durumundadır, biraz sonra örneklerini söyleyeceğim. Bu tercih doğruydu. Müzakere aşamasına geçmek gerekiyordu. Müzakere aşamasına geçmenizin için de bazı şeyler yapmanız gerekiyordu. Dünya tecrübeleri neler yapmanız gerektiğini gösteriyor sizlere, bizlere. Bu tecrübelerin ne olduğunu Hükûmet üyeleri de Sayın Cumhurbaşkanı da gayet iyi biliyor. AK PARTİ içinde de diğer partilerde de bu tecrübelerin ne gibi şartlar içerdiğini yine gayet iyi biliyorlar. Bizim parti zaten barış için yola çıkmış bir parti ve emeğinin büyük bir kısmını buna harcamıştır, dolayısıyla zaten dünya tecrübelerine yeterince vakıftır.

Tam da Dolmabahçe'de evrensel şartlara ve niteliklere uygun bir barış sürecini yaratma imkânı yakalanmışken neden o noktadan geri dönüldü? Neden Sayın Cumhurbaşkanı "Dolmabahçe mutabakatı diye bir şey yoktur.", "Dolmabahçe toplantısı yanlıştır.", "Masa falan yoktur.", "Tanımıyorum." ve "Kürt sorunu yoktur." dedi. Kendisi bunu söyledi diyelim, sebepleri var, tahmin edebiliyoruz, ayrıca bunların ne olduğunu da bunlara ilişkin değerlendirmemizi de sizlerle paylaşacağız. Neden Dolmabahçe toplantısının ve mutabakatının mimarları, o mutabakatın oluşması için cidden emek sarf eden Başbakan Sayın Davutoğlu bugüne kadar tek bir kelime etmemiştir bu konuda, neden? Soruyoruz tekrar Türkiye halkları adına soruyoruz. Dolmabahçe'yi siz bizim heyetle ve İmralı'yla birlikte kurdunuz, oluşturdunuz, inşa ettiniz. Ardından, gerçi aynı gün, Dolmabahçe toplantısının olduğu gün Sayın Cumhurbaşkanı da bunun iyi bir gelişme, olumlu bir gelişme olduğunu söylemişti; kayıtlarda var. Peki, daha sonra kendisi bundan vazgeçtiğinde, siz bu sürecin siyasi sorumlusu ve kurucu ortağı olarak neden buna karşı bir ses çıkarmadınız, neden bugüne kadar bir açıklama yapmadınız? Sayın Yalçın Akdoğan, o gün o metni okuyan milletvekillerinden biri olarak -bir bakan olarak bulunuyordu orada- neden bugüne kadar o süreci samimiyetle sahiplenen bir tutum sergilemediniz?

Dolmabahçe mutabakatını bozmak savaşa yeniden dönmenin yollarını açıyor. Savaşın ne demek olduğunu biliyoruz arkadaşlar, otuz yıldır tecrübe ediyoruz. Savaş başladığında artık her bir ölüm diğer ölümün gerekçesi hâline gelir. Biliyoruz, sadece canlar değil, vicdanlar ve ahlaklar da bozulur, acılar yarıştırılır, ölümler arasında eşitsizlik kurulur. Israrla ve açıklıkla söylüyoruz: Bütün ölümler bizim için eşittir, aynı derecede ağırdır, aynı derecede acıdır ama savaş ortamında bu vicdani sesi duyurmanız mümkün olmuyor.

Dolmabahçe mutabakatını yırttıktan sonra, seçim süreci hızla ve yoğunlukla devam ederken bize karşı yöneltilen saldırılar, planlanan katliamlar, seçim bürolarımıza, çalışanlarımıza ve mitinglerimize yapılan saldırılar bu planın önemli bir parçasıydı, savaşa yeniden dönüş planının bir parçasıydı. Dolmabahçe'yi, yıkıyorsunuz savaşın yolunu açıyorsunuz. Savaşın yolunu açtığınızda da PKK'nin çatışmasızlığı terk etmesi için de provokasyonlar ortaya konuyor. Ağrı-Diyadin Türkiye halklarının gözü önünde cereyan etmiş bir büyük provokasyondur.

Evet, o dönemde biz ısrarla provokasyonlara rağmen KCK'nin çatışmasızlığı bozmamasını talep ettik. Sürecin devam etmesi için sağlam ve açık bir irade koyduk ortaya. Hiçbir saldırıyı karşı saldırıları tahrik edecek bir malzemeye dönüştürmeye izin vermedik ama maalesef, KCK'nin sabırlı tavrı, 7 Hazirana kadar olan, o provokasyonlara karşı olan sabırlı tavrı, 7 Hazirandan sonra Suruç katliamı gibi büyük bir insanlık vahşetinin ardından ortadan kalktı. İsterdik ki, o provokasyona karşı da PKK, 7 Hazirana kadar sürdürdüğü tavrı sürdürsün.

Ceylanpınar'da 2 polisin kirli bir şekilde katledilmesi bir başka büyük provokasyon. Ve geldik bugün savaşın kan, barut kokusu arasında canlarımızın yittiği kara tabloyu yaşadığımız günlere. Savaş başlayınca ne olduğunu biliyoruz. Çocuklarımız vuruluyor, 7 yaşında Baran Çağlı vuruluyor, 13 yaşında Fırat Simpil çocuğumuz vuruluyor, gençlerimiz vuruluyor yaşlılarımız vuruluyor, doktorlarımız vuruluyor; bunları biliyoruz. O nedenle ısrarla ilk günden itibaren karşılıklı ateşkes talep ediyoruz. Silahların sustuğu döneme, çatışmasızlık dönemine geri dönüş istiyoruz. Bu sorunu barışçıl temelde, demokratik çerçevede çözmeyi sağlayacak tek yol olan müzakereye dönüşü istiyoruz. Müzakereye dönüş hâlinde ise artık keyfe bağlı bir süreç değil, kurallı ve kurumsal bir müzakere süreci istiyoruz. Bütün bunları kabul etmişti Hükûmet, evet, müzakereye geçmeyi kabul etmişti. Daha dün Eş Genel Başkanımız Demirtaş açıkladı, heyetimiz de biliyor, Hükûmet üyelerinin oluşturduğu heyet de biliyor, Kamu Güvenliği Müsteşarlığı da biliyor, müzakere için ayrı bir salon dizayn edilmişti İmralı'da, fiziksel olarak dahi masa kurulmuştu. Niye vazgeçtiniz, ne oldu, ne oldu, o gün ne oldu "Dolmabahçe'yi tanımıyoruz, müzakere diye bir şey tanımıyoruz." dediniz. Bu sorunun cevabı bugün yaşadığımız savaşın ve acıların cevabını da ortaya çıkaracaktır.

Bugün yaşanan savaş, iktidar hesapları için, o büyük emeklerle kurulan, zorlukla yürütülen çözüm sürecinin çökertilmesinden kaynaklanıyor. Hiçbir ölümü tasvip etmenin söz konusu olmadığını herkesin aynı samimiyette her seferinde tekrar etmesini istiyoruz, istiyoruz elbette ama yetmiyor, ölümleri önleyecek olan yolları da açmamız gerekiyor.

Şimdi, özellikle "Bu tezkerenin amacı nedir?" diye baktığımızda, bu gelişmelerden bağımsız olmadığını apaçık görüyoruz. Neden Suriye'de tehdit şimdi ya da iki ay önceden itibaren bu kadar büyük bir millî güvenlik sorunu hâline getirildi? Daha önce çıkarılan tezkereler, 2003 yılında çıkarılan tezkerelerin amacı neydi? Dönün arşivleri karıştırın, buradaki tartışmaların tutanaklarını, gazete arşivlerini karıştırın, göreceksiniz ki 2003 tezkerelerinin tek amacı vardı, 2003'ten sonra çıkarılan tezkerelerin tek amacı vardı, Kürtlerin Irak'ın kuzeyinde, Güney Kürdistan'da kendilerini yönetebilecekleri bir statü elde etmelerini önlemekti. Bu tezkerenin de, bundan önce çıkarılan Suriye tezkeresinin de amacı budur. Kürtlerin Suriye'de kendilerini yönetebilecekleri korunaklı bir alan yaratmalarını engellemek. Nereden biliyoruz? Sayın Cumhurbaşkanının sözlerinden. Daha açık bir delile ihtiyacımız yok. Dedi ki: "Orada hiçbir şekilde özel bir oluşuma izin vermeyeceğiz, bedeli ne olursa olsun." Neden? PYD, defalarca bağımsız bir Türk devleti istemediğini söyledi. O zaman da Kuzey Irak için "Ayrı bir Kürdistan kuruluyor." diye bağırdılar, çağırdılar, hakaretler ettiler, şimdi bölgede tek iyi ilişki içinde oldukları oluşum Güney Kürdistan'daki yönetimdir. Bunun için on yıl kaybetmemiz gerekmiyordu, bunun için de on yıl kaybetmemiz gerekmiyor. PYD'yle, Rojava'daki Kürtlerle, Rojava'da Kürtlerin Türklerle birlikte direnen diğer halklarla iyi ilişki, dostane ilişki kurmak için bugün savaş ve sonra pişmanlık, on yıllık bir kayba ihtiyacımız yok, bu ülkenin tahammülü yok, gereği yok, aynı noktaya gelinecek. Nasıl, 2003'te Güney Kürdistan aşağılanıyordu ama şimdi baş tacı ediliyor, aynı şey Rojava için de geçerlidir. Kobani kuşatıldığında IŞİD tarafından neler söylenmedi, hatırlayın. Orada "Sınırlarımızın ötesinde, dışında bir sorun, bizi ilgilendirmiyor." dendi. Ne zaman ki Kobani kurtarıldı, artık Türkiye'nin iç sorunu olarak görülmeye başlandı Hükûmet tarafından. Niye? Kürtleri tehdit ve tehlike kaynağı olarak görüyor. Siz, eğer Rojava Kürtlerini tehdit ve tehlike kaynağı olarak görüyorsanız, onlara karşı savaş yöntemlerini devreye sokmayı düşünüyorsanız buradaki Kürtlerle nasıl kardeş olacaksınız? "Rojava" dediğiniz nedir? Rojava, "güney sınırlarımızda" dediğimiz bölge aslında tam da bizim içimizde olan bir yerdir. Ben Rojavalıyım. Nusaybin'de doğdum, büyüdüm. Her sabah kalktığımda ben Kamışlo'ya baktım. Benim o zamanlar yakınlarım hastalandığında Mardin'e götürmezlerdi, sınırdan Kamışlo'ya giderlerdi çünkü yakındı, çünkü orada akrabalarımız vardı. "Suruç" dediğiniz neresi ki? Kobani'nin kendisi. Kobani de Suruç'un kendisi. Ceylanpınar neresi? Serekani. Bunlar ortak şehirlerdir. Bu yapay sınırlarla bölünmüş ortak şehirlerdir, tek şehirdirler. İşte, onları tehlike ve tehdit olarak görürseniz, onlara karşı savaş tezkeresi çıkarırsanız buradaki Türklerle kardeş olduğunuza inandıramazsınız bu Kürtleri. (HDP sıralarından alkışlar)

Değerli milletvekilleri, evet, savaşta neler olduğunu gayet iyi biliyoruz. Ben size bir şair, bir yazarın bu konuda üç cümlesini aktarmak istiyorum.

"Savaş doruk noktasına ulaştığında çoğunluğun onu istememiş olduğu ortaya çıkar.

Bu çoğunluk sessizdir, kimse onu dikkate almaz.

Hele kadınlar, yıkıntılar arasında bir avuç un, yakacak odun, birkaç patates aramakla ve çocuklarını oradan uzaklaştırmakla uğraşırlar artık yalnızca.

Yaşlı insanlar yanmış barakalarının kalıntılarını karıştırır, yorgun adamlar ölüleri gömerler.

Bu insanlar ne ateş eder ne de işkence yapar. Yüzlerinde nefretin izlerini taşımazlar."

O nefret, kör iktidar hesaplarının yarattığı kötücül bir duygudur, çoğunluğun, büyük çoğunluğun kalbinde yeri yoktur, biliyoruz, Türkiye toplumu savaşa büyük çoğunluğuyla "Hayır" diyecektir inancımızı da oradan alıyoruz.

Değerli arkadaşlar, evet, iktidar hesapları için bir savaş yürütüldüğünü artık Türkiye toplumu fark ediyor. Şehit cenazeleri istismar edilemiyor artık. Şimdi orada yükselen çığlıklara "istismar" diyenler o acıya maalesef saygısızlık ediyorlar. "Neden ölüyoruz? Çocuklarımız neden ölüyor?" sorusunu soracaktır bu toplum, soruyor. Her bir soru, diğer soruları, onlarca, yüzlerce soru soran anneyi, soru soran kardeşi, soru soran komşuyu da beraberinde getirecektir. İşte o zaman hem savaş planları hem de iktidar hesapları bozulacaktır, bundan eminiz.

İktidar hesapları bu seçimlerin sonucunu kadük hâle getiren temel faktördü. Şimdi yeni bir savaşla seçimden kârlı çıkmayı hesaplayanlara sesleniyorum: 1981-1983'ten bu yana, dönün, bakın, Türkiye'de çöken hükûmetlerin hepsi savaş politikalarıyla çökmüşlerdir. Eriyip giden partilere bakın, yüzde 50 alıp da şimdi ismi okunmayan partilere bakın, hepsi savaş politikaları yüzünden gitmişlerdir. AKP'nin en yüksek oy aldığı dönem, çözümü müzakereyle, görüşmelerle, diyalogla arayacağını samimiyetle ifade ettiği ya da bu konudaki samimiyetine çoğunluğu inandırdığı zamanlardır. Yani -bir uyarı- savaş politikalarıyla iktidar hesabı yapıyorsanız acilen vazgeçin, Türkiye halkı bunlara prim vermiyor. Eğer derdiniz savaşsa, onu söylüyorum, lütfen derhâl bundan vazgeçin.

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

MİTHAT SANCAR (Devamla) - Sürem bitti galiba Sayın Başkan, iki dakikalık süreyi bekliyorum.

BAŞKAN - Sayın Sancar, iki dakika ilave süre veriyorum.

MİTHAT SANCAR (Devamla) - Teşekkür ederim Sayın Başkan.

Evet, iktidar hesapları o kadar mı değerli, o kadar mı vazgeçilmez ki savaşı bile bunun bir yöntemi hâline getirebiliyorsunuz. Size büyük bir askerin evet, silahı en iyi kullanmış askerlerden birinin sözünü hatırlatmak isterim. Kimi kaynaklarda Napolyon'a atfedilir, benim bildiğim Bismark'ın sözüdür -Bismark'ın kim olduğunu anlatmama gerek yok, silahla neler yaptığını tarih ayrıntılı olarak kaydetmiştir- diyor ki: "Süngüyle her şeyi yapabilirsiniz ama üstüne oturamazsınız." Dolayısıyla eğer savaşla bir iktidar kurmak, savaşla, süngüyle iktidara yürümek istiyorsanız, şimdi 1990'lardan beter, kentleri yıkan yöntemlerle başarılı olacağınızı düşünüyorsanız Bismark'ın bu sözünü defalarca ya da her gün tekrar edin: "Süngüyle belki her şeyi yapabilirsiniz ama üstüne oturamazsınız." (HDP sıralarından alkışlar)

Değerli arkadaşlar, evet, bütün partilerde vicdanlı insanlar olduğunu biliyorum. Aslında herkesin vicdanlı olduğuna inanmak isterim. Ama tam bu konuda AKP içinde bu politikalara karşı olduğundan şüphe duymadığım insanlar var, biliyorum. Sessiz kalmayın, sesinizi yükseltin. Grup Başkan Vekilimiz İdris Bey'in söylediği şeyi aynen tekrar edeceğim. CHP sıralarında da vicdanı bu savaş politikalarından sızlayan, gerçeği gördüğüne kesinkes inandığım insanlar büyük çoğunluktadır. Eğer bu savaş tezkeresi geçerse, hatırlatırım ki 78'inci maddesi Anayasa'nın daha kolay kullanılacaktır.

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

MİTHAT SANCAR (Devamla) - Bir dakika daha rica edebilir miyim Sayın Başkan? Tek cümle...

BAŞKAN - Sayın Sancar, bugünkü uygulamam herkese hakkaniyetle bir defa söz hakkı veriyorum, uyarsanız memnun olurum. Sözlerinizi bağlayın lütfen.

MİTHAT SANCAR (Devamla) - Tamam, tek cümleyi söylüyorum. Tek cümle lütfen... Yani onun için 20 saniye bile değil.

BAŞKAN - Bir dakika veriyorum o zaman.

MİTHAT SANCAR (Devamla) - Tamam, çok teşekkür ederim.

Evet, eğer bugün bunu yapmazsanız büyük bir sıkıntı yaşarız. 1 Mart 2003'ü hatırlamasını istiyorum CHP'deki değerli vekillerin, AKP'deki değerli vekillerin, MHP'deki barışsever insanların oradan da çıkacağını düşünüyorum. Evet, 1 Mart 2003'ü hatırlayın, bu toplum o tezkereyi elinin tersiyle itmişti. Bu Meclis bunu yapabilir. Bunu yaptığınız zaman vereceğiniz mesaj şudur: Biz barış istiyoruz. Tekrar son bir değişle kapatıyorum, herkese bu söz: Kandan kına yakılmaz. Onun için sürekli barış, hep barış.

Hepinizi sevgiyle selamlıyorum. (HDP sıralarından alkışlar)