| Konu: | Başbakan Ahmet Davutoğlu tarafından kurulan Bakanlar Kurulu Programı'nın görüşülmesi münasebetiyle |
| Yasama Yılı: | 1 |
| Birleşim: | 6 |
| Tarih: | 28.11.2015 |
MHP GRUBU ADINA OKTAY VURAL (İzmir) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; 64'üncü Cumhuriyet Hükûmetinin, 3'üncü Davutoğlu Hükûmetinin açıkladığı program üzerine Milliyetçi Hareket Partisi Grubu adına söz almış bulunuyorum. Bu vesileyle 26'ncı Dönemde görev yapacak değerli milletvekillerine ve 64'üncü Hükûmete çalışmalarında başarılar diliyorum, hepinize saygılarımı arz ediyorum. Allah, bizleri milletimizin tarihine, varlığına, değerlerine, iradesine, egemenliğine, hakkına, hukukuna karşı mahcup bırakmasın.
Evet, 64'üncü Hükûmeti kuran Sayın Davutoğlu'nun aslında bugün bu Parlamentonda bu görüşmeler sırasında neden olmadığını doğrusu bilemiyorum ama unutmayalım ki cumhuriyetimizin bütün maddi ve manevi zenginlikleri; sosyal, siyasi ve ekonomik mimarisi; yaptıkları ve yapamadıkları veya yanlış yaptıkları bütün işler geride kalan bütün hükûmetlerin, 63'üncü ve şu andaki Davutoğlu Hükûmetinin sorumluluk ve kabiliyetinin üstündedir, vebalindedir.
Bizim, Milliyetçi Hareket Partisi olarak, aziz milletimizin değerlerinin rehberliğinde 1969 yılında çıktığımız demokratik siyaset yolunda önümüze koyduğumuz pusula, büyük Türk milletinin birliği, dirliği, büyüklüğü ve onun adına ulaşmasını istediğimiz adalet, hürriyet, huzur, refah ve kalkınmadan başka bir şey değildir. Milliyetçi Hareket Partililerin ilk günden bu yana ardına düştüğü yegâne sevdası, ilham kaynağı, yalnızca milletimiz için derinden hissettiğimiz aziz duygularımızdır; başka hiçbir şeye değişmeyeceğimiz beşerî güzelliklerimizdir; başka hiçbir teklifin ikame edemeyeceğine inandığımız millî ve manevi değerlerimizdir. Bu kapsamda olmak üzere maddi ve manevi varlık nedenimizin ilk sebebi Yüce Allah ise, ikinci sebebi hiçbir şeyle mübadele edemeyeceğimiz ve en büyük kıymetimiz olan muhterem milletimizin varlığı, değerleri ve bekasıdır. Elbette ki muhteşem bir mücadele sonucu üzerinde vücut bulduğumuz aziz cumhuriyetimizin bu millet ile birlikte olmak kayduşartıyla varlığı, büyüklüğü ve bekası da bizim için vazgeçilmez siyaset düsturudur.
Bizim ardına düştüğümüz, hayalini kurduğumuz küresel güç olacak Türkiye Cumhuriyeti vizyonumuz ile küresel kudret sahibi olacak Türk milleti ülkümüz, mevcut iç ve dış şartlar dikkate alındığında, bugünden yarına değil ama tarihte olmuş, şimdi ise 1923'te başlamış ve mutlaka ulaşacağımıza inandığımız mukadder oluş sürecinin içerisindedir. Milliyetçi Hareket Partililer, hedefledikleri Türkiye'ye ve ülkülerindeki güçlü millete ulaştıklarında küreye ve insanlığa adaletli bir nizamın geleceğine inanırlar; emperyalizmin elinde sürünen bütün mazlumların ayağa kalkacağına inanırlar; adına anlaşma, pakt, proje denilen ve Türkiye'nin hükûmetler üzerinden memur edildiği yıkım ve katliam dalgalarının son bulacağına yürekten inanırlar. Bu uzun soluk, büyük sabır ve kararlılık gerektiren yolda ilerlerken izlediğimiz çizgi budur, izleyeceğimiz çizgi de yine bu olacaktır. Bu itibarla, herhangi bir siyasi mülahazada önümüze koyduğumuz temel düstur, aziz milletin ve aziz cumhuriyetin bekasının ahlak, vicdan ve fikriyatımızdaki eşsiz muhasebesinin ürünüdür.
Biz bu hedeflere ülkemizi götürmeyi bir tutkuyla dilerken elbette ki en büyük amacımız, Milliyetçi Hareket Partisinin üslup ve iradesiyle yol alınabilmesidir; tıpkı tarihte olduğu gibi, milletimizin küresel nizamda kurallara uyan değil ama kuralları koyan, boyun eğen değil ama boyun eğdiren bir kudret olarak başat rol oynaması sürecinin bizim kadrolarımızca şekillendirilmesidir. Ancak, böylesi bir noktada bizim, milletimizin hayrına atılan adımları kimin yaptığından ziyade olumlu istikametini desteklemek, gerçekte yapıp yapmadığını sorgulamak temel görevimiz olacaktır. Bu itibarla, bugün Türkiye Büyük Millet Meclisine bir program koyan 64'üncü Hükûmetin neyi yapamayacağını sorgulamak ve milletimizin önüne sermek durumundayız. 28 Kasım 2002'de kurulan ilk AKP Hükûmeti olan 58'inci Hükûmetten bu yana 6 hükûmet, on dört uzun sene geçmiştir. Yapacağımız politik analiz, AKP hükûmetlerinin inandırıcılığına ışık tutacaktır.
Evet, esasen 7 Haziran seçimlerinde on üç yıldan bu yana Türkiye'yi yöneten AKP'ye milletimiz notunu vermiş ve kendisini tek başına ülkeyi yönetmekten menetmişti. Bu seçimin üzerinden dört ay yirmi üç gün sonra yapılan 1 Kasım seçimlerindeyse AKP'ye tekrar tek başına ülkeyi yönetme yetkisi vermiştir. Ancak, bunu bir icraat neticesi olarak değerlendirmek doğru değildir. Aslında, AKP icraatlarına verilen millî irade cevabı 7 Haziranda tecelli etmişti. 7 Hazirandan 1 Kasıma kadar geçen süre içerisinde verilen kararınsa tamamen konjonktürel bir tercih sonucu olduğunu ifade etmek zannederim yanlış olmayacaktır. Bu süre içerisinde konjonktürel tercih konusunda hem iktidar partisinin hem de muhalefet partilerinin gerekli dersleri çıkarması kaçınılmazdır.
Sayın milletvekilleri, daha önce, 7 Haziran seçimleri sonrasında Hükûmet kurma görevini geciktirip Türkiye Büyük Millet Meclisinin Başkanlık Divanının oluşmasını bekleyenler, bunu unutmuş, Sayın Davutoğlu'na Hükûmet kurma görevini Parlamentoda yemin ettiğimiz gün vermişlerdir. 7 Haziran sonrası CHP'yle otuz iki gün süren ve sonuçsuz kalan istikşafi görüşmeler ise bu defa kamuoyunun ve Sayın Başbakanın malum muhataplarıyla yaptıkları görüşmeler sekiz gün sürmüş, nihayetinde, Hükûmet 24 Kasımda kurulmuştur. Bu bakımdan, Sayın Başbakanı tebrik ediyorum. Bu istikşafi görüşmelerin sonuçları bugün Bakanlar Kurulunun kuruluş yapısında kendisini tebarüz ettirmiştir. İstikşafi görüşme ve muhatabı ile Bakanlar Kurulu üyelerinin elbette sorumlu oldukları Türkiye Büyük Millet Meclisi nezdinde sorgulanması son derece tabiidir.
Değerli milletvekilleri, bu Parlamentoya bu Hükûmet programı vesilesiyle geldiğimizde yemin ettiğimiz zaman maalesef bir yemin tartışması yaşanmıştır. Aslında bu tartışmanın AKP iradesinin siyasi amaç ve hedeflerini ortaya koyması bakımından da bir program değerlendirmesi olduğu kanaatindeyim. Millet adına bir göreve başlarken yapılacak işlere yönelik sadakatin bir ifadesi olarak bir metin üzerinden yemin etmek dünyanın her yerinde âdetten olmuştur. Elbette ki adına "ant içme" dediğimiz yemin metinlerinde dile getirilen vaatlere uyup uymamak bunu dile getiren şahsın namusuna kalmış olmakla birlikte, mutat olan metni tekrarlamaktır. Kişilerin şahsi fikirlerine göre ayrı ayrı ant içme metinleri hazırlayıp bu kürsüye çıkamayacakları bir vakıadır. Bugüne kadar bu metni değiştirecek bir ittifak sağlanamamış olması nedeniyle hâlâ yürürlüktedir ve buna uymak millî iradeye saygı duymak demektir. Seçilerek gelip bu ant içme metnini tereddütsüz okuyan birçok vekil şu anda salonda bulunmaktadır. Şimdi ne olmuştur da bu konu bir fırsat gibi görülerek tartışılmaya açılmıştır? Adına söz verdiğimiz büyük Türk milletine uyum ve saygı sorunu olduğunu bildiğimiz malum kişilerin bunları yapması beklenen tavırlardır ama bunların dışında, mesela, bu metni içine sindiremediğini söyleyen kişinin duyduğu rahatsızlığı anlamak mümkün değildir. Bu metnin neresini sindiremediniz? Hangi hususunu sindiremediniz? Rahatsız olduğunuz kavram hangisidir? "Atatürk" müdür? "Devletin varlığı, bağımsızlığı" mıdır? Yoksa, "Vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğü" müdür? Hangisidir, bunları bilmek isteriz. Yoksa, "Anayasa'ya sadakat" mi rahatsız etmektedir ya da bir gün silkinir de bizi yerden yere çalar diye tir tir titrediğiniz "Büyük Türk milleti" vurgusundan mı korkuyorsunuz? Bu yemin metni üzerine bir kez tartışma başlatırsanız bunun ucu Mehmetçiklerin ant içme törenlerinde "Türk sancağının şanına" diye haykırdıkları kutlu hitabelere kadar uzanacaktır. Bilemeyiz ama belki de askerliklerini yaparken ettikleri bu yemini de içlerine sindirememiş olabilirler. Ama metni okuduktan sonra içine sinmediğini söyleyen zatın durumu ile okumayanın ya da okumamakta ısrar edenin durumu arasında, soruyorum size, ne fark vardır?
Sayın milletvekilleri, Sayın Başbakana Anayasa ve mevzuat gereğince kendilerine verilen görevi hatırlatmak istiyorum. 112'nci maddeye göre, Başbakan, Bakanlar Kurulunun başkanı olarak, bakanlıklar arasında iş birliğini sağlar ve hükûmetin genel siyasetinin yürütülmesini gözetir.
Sayın Başbakan, size Bakanlar Kurulunda bir koordinasyon görevi verildi. Aslında, bu Bakanlar Kurulunun yapısı dikkate alındığında gerçekten çok zor bir görev olduğunu düşünüyorum. Aslında, Bakanlar Kuruluna bakıldığında, "İsrail AKP'yle en büyük zaferini kazandı.", "Harun gibi geldiler, karunlaştılar.", "2023'te Başbakanın çocukluk arkadaşı, askerlik arkadaşı, belediyeden arkadaşı ve şoförlerinden başka kimsenin milletvekili olamadığını göreceğiz.", "Müslüman ülkelerin kalbini almakla görevlendirildi.", "Vallahi de billahi de gitmedi.", "Bizans bile daha millî, daha Türk'tü.", "Asker çektiniz, toprak kaybettiniz, bunu yapanın kafasına miğfer geçmez, başka bir şey geçmesi lazım.", "Senin o bacağını kırarlar, kırarlar.", "Yanlış ekonomi politikası sonucu bayramları da millete zehir etti, insanlar gülmeyi unuttu.", "Paçalarından yolsuzluk akıyor.", "'Yolsuzluklarla mücadele edeceğim.' diyen Hükûmet Türkiye'yi yolsuzluk çukuru içine batırdı.", "'Bu ülkeyi rant ülkesi yapmayacağım.' dedi ama rantın babasını getirdi.", "Bunlar yarım doktor, yarım hoca.", "Başbakan kendisini padişah olarak görmek istiyor." demişlerle, havuz yöneticisi, havuz problemini ustalıkla çözeniyle, damadıyla, saray içinden icazetlisiyle tekmili birden Bakanlar Kuruluna bir koordinasyon görevi yapmak gerekiyor ama gerçekten işi çok zor. Allah size güç, sabır versin ya da teslimiyet iradesi versin.
Değerli milletvekilleri, huzurlarınızdaki Başbakan ve Bakanlar Kurulu Türkiye Büyük Millet Meclisine karşı sorumludur. Türkiye Büyük Millet Meclisinin üzerinde hiçbir makam, hiçbir güç yoktur ve bu Meclis şu anda yüzde 97,5 gibi bir temsiliyet oranına sahiptir. Üzülerek belirtelim ki, Türk siyaseti, kendisine demokratik süreçleri kullanma zahmetine girmeden tahakküm etmeye çalışan baskı odaklarının müdahale arayışlarıyla doludur. Doğrudur, sivil siyasete elindeki kuvvet imkânlarını kullanarak müdahale eden veya etmek isteyen odaklar olmuştur ama bugün Türkiye'de belki de siyaset tarihinde rastlanmayan yeni vesayet anlayışlarına şehadet edilmektedir. Seçilmiş Cumhurbaşkanı, Anayasa'nın kendisine verdiği yetkileri yeterli görmeyerek, bu yetkileri değiştirmeden, ülkemizi yönetsin diye onayladığı Hükûmete ve partisine müdahalelerde bulunabilmektedir. Seçilme yöntemiyle sistemin de fiilen değiştiğini ifade etmek hukukun vermediği yetkiyi kullanmaktır. Hukukun verdiği yetkiyi de yetkisiz makamlarla kullanmayı kabul eden bir zihniyet de karşımızda bulunmaktadır. 64'üncü Hükûmet Programı'nda "Mevcut sistemin yetki, görev ve sorumluluk paylaşımında pek çok muğlaklıklar barındırması yeniden düzenlenmesini zorunlu kılmaktadır." derken acaba Sayın Başbakan bu yönetim problemine mi işaret etmektedir, kimi şikâyet etmektedir? Davul ve tokmağın ayrı ayrı yerlerde kullanılmasına mı işaret etmektedir?
Darbeleri Araştırma Komisyonu Raporu'nda "Darbeciler devlet teşkilatına kalıcı vesayet kurumları ekleyerek toplum üzerinde önemli ölçüde hedefledikleri sonucu tahsil etmişlerdir." derken, aslında bugün bunların nasıl tezahür ettiğini görmemiz gerekmemekte midir?
64'üncü Hükûmet Programı'nda "Bir yandan vesayetçi bir şekilde kurgulanarak demokratik doğasından koparılmış parlamenter sistemin yol açtığı siyasal istikrarsızlıklar" derken, on üç yıldan bu yana Türkiye'yi yöneten iktidar, acaba 7 Haziran sonrasındaki hükûmet kurulmamasının müsebbibinin adresini mi göstermek istemektedir? Vesayet organı neresidir? Kimi şikâyet etmektedir Hükûmet? Cumhurbaşkanının söz ettiği "Başbakan başka, Cumhurbaşkanı başka telden çalarsa olmaz, senkronizasyon olmalı." sözleri, aslında Hükûmetin nasıl oluştuğunu ve neye hizmet edeceğini göstermektedir.
Umarım, görev süresince, Sayın Başbakan, Bakanlar Kurulu toplantınızın ne zaman, nerede yapılacağını, Başbakanlık yerleşkenizin akıbetini, MYK üyelerinizi, Dolmabahçe'deki mutabakatın sonucunu, paralel toplantılara katılanları, genel siyaset hakkında tutumunuzu, kamu kurumlarında ihale ve yatırımların akıbetini, dış politikadaki duruşunuzu, iç politikada muhataplığınızı paylaşan ya da üstlenen olmaz.
Burada sorulması gereken sual şudur: Hükûmet yönetecek midir, yönetilecek midir? Biz karşımızda yöneten bir hükûmet istiyoruz, aksi takdirde yönetilecek bir hükûmetin millete bir faydası olmayacaktır.
64'üncü Hükûmet Programı'nda "Millî irade ve Meclisimiz üzerinde tesis edilen vesayetler ortadan kaldırılmıştır." derken, yine programın bir başka yerinde de bu sefer "Millî güvenliğimizi ve meşru demokratik sistemimizi tehdit eden yeni vesayet odağı paralel devlet yapılanması" demektedir. Hani vesayetleri kaldırmıştınız? Şimdi paralel devlet yapılanmasını bir vesayet olarak ortaya koyuyorsunuz.
O zaman sorulması gereken sual şudur: Bu paralel devlet yapılanmasını, bu vesayet odağını inşa eden kimdir, göreve getiren kimdir, sorumlusu kimdir bunların?
Yeni vesayet mekanizmaları ortaya konulmuştur. "Bu vesayetler ortadan kaldırılmış." deyip, sonra da kendilerinin oluşturduğu vesayet odaklarıyla mücadele etmek ve hukukun vermediği vesayet uygulamasını meşrulaştırmak için de sistem değişikliğini önermek, aslında bir tercih saptırmasının sonucu olarak değerlendirilmelidir. Evet, başka vesayet ilişkileri kurulmuştur. Türkiye'de halkın, kurumların, devletin, medyanın üzerinde bir korku vesayet rejimi AKP iktidarı tarafından kurulmuş bulunmaktadır.
Sayın milletvekilleri, 7 Haziranda milletin başkanlık sistemine hayır dediğini söyleyen Davutoğlu'nun, 64'üncü Hükûmetteki vaatlerinden biri yine başkanlık sistemi. Davutoğlu "Başkanlık sisteminin daha uygun bir yönetim modeli olacağına inanıyoruz." demiştir. Evet, 7 Hazirandan sonra birden bire başkanlık hülyası yeniden neşet etmiştir. Ama başkanlık sistemiyle bakıldığında -programdaki ifadesiyle- aslında "demokratik dönüşümü nihai sonuca erdirecek" cümlesi çözüm süreciyle de başkanlık sisteminin yakından ilgili olduğunu ortaya koymaktadır. Hükûmet programında "Ademimerkeziyetçi bir idare sisteminin güçlendirildiği, karar alma süreçlerinin hızlandığı yeni bir siyasal sisteme geçebiliriz." ifadesi, doğrudan doğruya üniter devlet yapısını yıkmaya yönelik federatif bir yönetim şeklini ortaya koymaktadır. Terör örgütünün özerklik tanımlaması ile ademimerkeziyet arasında doğrudan bir bağ söz konusudur. David Phillips'in hazırladığı raporda da "Özerklikten bahsedilmesin ama yerel yönetimlerin güçlendirilmesi ya da ademimerkezi yönetim olarak değerlendirilmesi toplumun hazmetmesi bakımından çok önemli olacaktır." ifadesi kullanıldığında, sürecin doğrudan doğruya demokratik özerkliğe götürecek bir süreç olduğu kanaatini güçlendirmiştir.
Denklem burada çok açıktır: Al başkanlığı, ver özerkliği. Çok açık bir şekilde -başkanlık sistemiyle birlikte üniter yapıyı zayıflatacak bu husus-aslında perde arkasında, terör örgütünün siyasi hedeflerine ulaşması konusunda AKP Programı birtakım taahhütler vermektedir. Başkanlık sistemi gibi kişisel bir arzu, ihtirasa yönelmek yerine, tecrübelerimizden yararlanarak yürüttüğümüz sistemin kalitesini ve etkinliğini sağlayacak tedbirlere, yetki ve sorumluluk çatışmalarına son verecek, tahkim edilmiş bir parlamenter sistem üzerinde çalışmanın daha sağlıklı olacağı kanaatindeyiz. Her hükûmet sisteminin bir felsefi altyapısı ve bütünlüğü sağlayan özellikleri vardır. Bu bakımdan, yeni hükûmet modelleri denemek yerine yüz yılı aşkın tecrübesinden de faydalanarak parlamenter sistemi daha işler hâle getirmemiz gerekmektedir.
Değerli milletvekilleri, AKP hükûmetleri, siyasal dönemlerini kamuoyuna takdim ederken "çıraklık, kalfalık ve ustalık dönemleri" olarak tanımlamışlardır. Bizim merak ettiğimiz husus -bahsettiğimiz konularda bu derece ustalaşmış olan siyasal kadroların ustalıktan öteye bir kariyer imkânı var mıdır yok mudur, doğrusu bilemiyorum ama- hükûmetin teşkili ve bu Hükûmet programının esas hedefi dikkate alındığında Sayın Davutoğlu acaba ustalıktan sonra kendisine nasıl bir rol model biçmiştir, kendisini nasıl tanımlamaktadır, doğrusu bunu da öğrenmek istiyoruz.
Değerli milletvekilleri, şüphesiz -iktidara geldikten sonra- bazı tutarsızlıklar hükûmetler içerisinde olabilir, hedef saptırmalar olabilir ama işin ilginç tarafı, 2002 yılından sonra iktidara gelen AKP önüne konulmuş program sayesinde ilk yılları tutarlılık ve sorumluluk içerisinde geçirmiş, ancak yıllar geçtikçe tutarsızlıkları, ilkesizlikleri, dengesizlikleri, açıkçası acemiliğe bağlayacak, mazur göstermeye çalışacak gerekçeler oluşturmak akılla bağdaşır gibi değildir.
Bütün bunlara bakıldığında, özellikle 12 Eylül askerî yönetiminin sığındığı, sürekli dış tehdit arayan bahanelerinden bu süreci dikkate aldığımızda başarıyı kendisine yorarken başarısız alanları kendi dışındaki tesirlere, komplolara, dış güçlere ya da iç güçlere bağlaması, Türk siyasetinin yabancısı değildir ve 12 Eylül askerî darbe yönetiminin sığındığı bir mazerettir. Darbeleri Araştırma Komisyonu da "İç düşmanlar belirleyerek ülkeyi kendi müdahalelerine hazır hâle getiren darbeciler büyük kötülük yapmışlardır." diyor. "İhbarcılıkla, fişlemeyle cuntacılar vatandaşları sadakat testlerinden geçiriyor." demişlerdir. "Darbecilerin zihin dünyasında düşman belirleme ihtiyacı duymaları aldıkları doktrin gereğidir." demektedir. "Darbeler karşısında Türkiye'deki sivil toplum örgütlerinin duruşu hiç de yüz ağartıcı değildir." demektedir bu rapor.
Şimdi, AKP hükûmetlerinin on dört sene sonra geldikleri nokta, sivil toplum örgütlerini, yolsuzluğu araştıran Türkiye Büyük Millet Meclisini darbeci olarak suçlaması, milletvekillerine kariyerlerini birinin gölgesine borçlu olduklarını hatırlatması, içeride ve dışarıda tehditler, fişlemeler, zararlı akımlar, zararlı icat için darbecilerle aynı yolu kullanıyor olmalarıdır. Bu da Adalet ve Kalkınma Partisini giderek baskıcı eğilimlere sürüklemektedir.
Anayasa'mız her hükûmete iktidara geldiği andan itibaren hem yürütmenin bütün işlevini, ana sorumluluğunu hem de devlet teşkilatlarının yönetim yetkisini vermiştir. Bu programı icra ederken, icra ettikten sonra kendilerini birilerinin kandırmış olduğundan bahisle yaptıkları yanlışları itiraf etmesi mümkün müdür? Böylesine bir yorum doğal karşılanabilir mi?
Aslında Türk siyasetinde bugüne kadar hiç görülmeyen garabeti huzurlarınızda sergilemek istiyorum: "Kardeşim Esad"dan "Düşmanım Esed"e, 2 milyon mülteci ve 100 binlerce can kaybıyla giderken "Suriye'de Esad bizi kandırdı." dediniz. Genelkurmay Başkanı terörist diye hapse atıldı, TSK, PKK'lıların tanıklıklarıyla yargılandı, davaların savcılığına soyundunuz, TSK'ya hep birlikte kumpas kurdunuz; 17 ve 25 Aralıkta operasyon olunca, işin ucu kendinize dokununca çıktınız "Cemaat bizi kandırdı." dediniz. Kamu İhale Kanunu'nu defalarca değiştirdiniz, sonra da "Biz yapmadık, bunları paralel yaptı, bizi kandırdı." dediniz. Papa geldi, sarayın açılışını yaptı; sonrasında Papa, 1915 olaylarıyla ilgili Türkiye'yi suçladığında "Biz çok farklı bir siyasetçi görmüştük." diyerek Papa'nın sizi kandırdığını söylediniz. Koca bir ülkeyi kendi ellerinizle "çözüm süreci" adı altında PKK'ya teslim ettiniz; mücadele edilmesini isteyenleri "Kandan besleniyor." diye hedef tahtasına koydunuz; sonra da "PKK çözüm süreci boyunca silah stoku yapmış, Oslo'da verdiği sözü tutmadı, PKK bizi kandırdı." dediniz. "Biz mücadele ediyor sanırken teröristlere göz yuman kamu yöneticileri yanlış bilgi verdi, kandırıldık." dediniz. "Valiler izin vermedi." dediniz, sonra "Asker-polis validen izin almasına gerek yok." dediniz, "Kandırılmış." dediniz. "Beraber yürüdüğümüz siyaset güzergâhında ne istedilerse verdiğimiz can yoldaşlarımızca ihanete uğradık, kandırıldık." dediniz. "'Muhalefet' diye eline destek verdiğimiz, bize dokunmayacaklarına dair güvenceler aldığımız Orta Doğu örgütlerince kandırıldık." dediniz. "PYD'yi destekleyen ABD bizi kandırdı." En son, Rusya, Türkmen bölgesine saldırdığında "Rusya DAİŞ'le mücadele edeceğini söylemişti, bizi kandırdı." dediniz. Bazen fıtratı suçladınız, bazen "güzel ölüm" dediniz. "Faizlerin yüksek sorumlusu Merkez Bankası" dediniz. "Yatırımların önünde engel olan bürokrasi ve sivil oligarşi" dediniz. "İşsizliğin sorumlusu iş adamlarıdır." dediniz. Buna ancak el insaf demek gerekir.
Velev ki bunlar sizin son derece safiyane duygularınız, iyi niyet besliyorsunuz, bunları fark edemediniz, bunları tanıyamadınız; velev ki bunlardan haberiniz olmadı; velev ki devletin memurlarını yönetemediniz, peki ama bunlar olurken -size soruyorum- Hükûmet üyeleri kendilerine düşen bakanlıklarda neyle meşgul oluyorlardı, kimi yönetiyorlardı? Bir ülkenin Başbakanı emrindeki kadroları sevk ve idare edemeyecek kadar yönetim gafleti ve âcziyeti içindeyken kimi idare ettiğini zannediyordu? İşe aldığınız, terfi ettirdiğiniz, sonradan terör örgütü soruşturmasıyla suçladığınız yol ve mesai arkadaşlarınızı yakından tanımaktan sizi alıkoyan çıkar ilişkisi neydi? İşsizlikten, artan faizden, ekonomik krizden hep başkaları sorumluysa siz neyi yönettiniz, ne görevi yaptınız? Daha bunlara sayacak o kadar çok şey var ki ancak aldatılmış olmayı bir siyaset düsturu hâline getiren pişkinlik, bu anlayış, yeni Hükûmet bugün karşımıza bir hükûmet programıyla tekrar çıkmış bulunmaktadır. Gerçekten, bugün ballandırılarak aktarılan bu programın başarısız sonuçları ileride bir bir ortaya çıktığında "Bürokratlar aldattı, ekonomistler aldattı, polisler aldattı, askerler aldattı, sırası gelen yeni bir cemaat aldattı, Washington aldattı; Bağdat, Erivan aldattı." diyerek karşımıza çıkmayacağınızın ahlaki ve siyasi bir garantisi var mıdır? Bu siyasi sicile ve üsluba güvenmemiz mümkün müdür?
Şimdi diyorum ki bu Hükûmeti de, programlarını da, politikalarını da size birileri yaptırıyor, kendiniz yapmıyorsunuz. Mesela yarın Sayın Davutoğlu çıkıp "'Beni Erdoğan kandırdı.' diyebilir mi, sorumluluktan kendisini bu şekilde kurtarmak isteyebilir mi?" diye düşünmekten kendimi alıkoyamıyorum.
Değerli milletvekilleri, bu Hükûmetin arkasındaki siyasal zihniyet nedir? Daha önce kendilerine "muhafazakâr demokrat" diyorlardı, Hükûmet programında muhafazakârlığın adı geçmiyor; bırak, muhafazakârlığın adı bile geçmiyor. Gerçekten bu Hükûmete yaptıklarıyla bakıldığında muhafazakâr değerlerle uyuşmadığı icraatlarıyla gayet açık ve net; milliyetçi olmadığını biliyoruz. Millî devleti, millî kimliği reddeden, millî menfaatlere uygun bir dış politikayı reddeden bir hükûmetin milliyetçi olması da mümkün değildir. Dolayısıyla, bu Hükûmetin arkasında bir siyasi zihniyet yoktur. Bunların arkasını tamamen pragmatist, taktik adımlarla hareket eden güç sahibi bir çoğunluk iradesi oluşturmaktadır. Bu bakımdan aslında sorgulanması gereken, bu Hükûmetin siyasal bir düşünceye, siyasal bir hedefe gerçekten sahip olmadığını ortaya koymak gerektiğidir.
Sayın milletvekilleri, gerçekten bu süreç içerisinde Adalet ve Kalkınma Partisinin terör ve bölücülükle mücadele sicilinin çok karanlık olduğunu gayet açık ve net biliyoruz. "Kandil'e girilsin." mesajımızla anlamını bulan, "Mutlaka silahlı mukabeleyle örgütün teslimiyete zorlanması" çağrımıza verilen cevap, bizim anaların ağlamasını istediğimiz yönündeki ağır iftiralardı, hatırlıyor musunuz? "Örgüt bölgeye yayılıyor, açılımla siyasal taban buluyor." derken partimize yönelik suçlamalar, kandan ve terörden beslendiğimiz yönünde ahlaksız ifadelerdir. Terörle mücadele edilmesini söylediğimizde bize yönelik ithamlar, statükonun sürdürülmesini istediğimiz mealindeki suçlamalardı.
Şimdi, bakıyoruz, evet, kanlı teröristler, onların anlayacağı bir dille terörle mücadeleye mecbur kılınmıştır, bizim dediğimize yanaşılmaktadır. Terörü bir özgürlük talebinin haklı sonucu gibi gördüğünüz günlerden, bugün mücadele etmek durumunda kalmış olmanız büyük bir dönüş ve tekzip, bize attığınız çirkin iftiraların da açık bir özrüdür.
Bugün Hükûmet, yıllardır sürdürmeye uğraştığı teröristle müzakere sürecinden vazgeçerek, daha olumlu diyebileceğimiz yeni bir süreci başlatmış gibi görünmektedir. Dileriz, bu süreci daha ileri götürürler ve bizim önerdiğimiz çizgiye gelebilirler, beklentimiz budur. Gerideki "açılım" denilen ağır yıkımın bir ihmal mi, ihanet mi, yıkım mı olduğuna kararı ise tarihin hakemliği elbette verecektir ve bu konuda müteşebbis yıkım kadrolarının itirafları da onların hukuki sorumluluktan kurtulmasına yetmeyecektir.
Terörle mücadelede yeni bir safhada olunmakla birlikte, 64'üncü Hükûmet Programı bu mücadele ve sürecin gidişatı konusunda sorular sormamızı gerekli kılmaktadır. 64'üncü Hükûmet Programı'nda PKK yoktur, 64'üncü Hükûmet Programı'nda bölücülük sorunu yoktur, 64'üncü Hükûmet Programı'nda PKK, KCK, paralel devlet yapılanması yoktur.
Tehdit nedir? Adalet ve Kalkınma Partisi Programı'nda gösterilen tehdit, PKK, süreci sabote etmeye, akamete uğratmaya çalışan bir terör örgütüdür. Yani terör örgütünün Türkiye'yi bölmekle ilgili bir sorunu yok, süreci sabote etmeye çalışıyor değerli arkadaşım.
Hani, Sayın Başbakan, devletin bekası söz konusuydu? Öz yönetim, özerklik çağrıları yapılırken, devletin hâkimiyetini ortadan kaldırmak isteyenler varken, neden sizler bunları Hükûmet programında dile getirmekten çekiniyorsunuz? AKP hükûmetlerinin cesur adımları, terör saldırılarıyla sekteye uğratılmaya çalışılmıştır. Yani hedef, millet, devlet değil AKP Hükûmetiymiş. Bu yaklaşım tarzı, sizin odağa AKP'yi aldığınızı, devleti ve milleti dışladığınızı ortaya koyuyor. Yani amaç sizin bekanızdır. Devletin ve milletin bekası gibi bir sorun programda yer almamaktadır.
PKK âdeta AKP tarafından lightlaştırılmıştır. Çok dikkatli bir üslup kullanmaktadır. Paralel devlet yapılanmasını millî güvenliğimize tehdit gören AKP, PKK, KCK yapılanması konusunda hiçbir tespit yapmamıştır. Hükûmet programında "Hükûmetimiz bir yandan terörle kararlı bir mücadele edecek, diğer taraftan da demokratikleşmeyi ve çözüm iradesini sürdürecektir..." Şimdi, çözümü siz niye getirdiniz? Kan bitsin diye. Terörle birlikte, terörle mücadele ederken kanı bitirdiğiniz zaman, kan dökülmesini bitirdiğiniz zaman çözeceğiniz ne kalıyor? Hedefiniz nedir? Demek ki amacınız terörü bitirmek değil. O zaman aradığınız çözüm terör örgütünün siyasi amaçlarına ulaşmayı kolaylaştırmaktır. "Terör sorun değilse, çözüm hangi sorunu çözecektir?" sorusunu sormamız gerekmektedir. Anlaşılmaktadır ki terör örgütü ve siyasal uzantısıyla müzakere ederek çözüm sürecini sürdüren AKP bunun siyasi maliyetini 7 Haziranda gördüğü zaman, şimdi tercihini değiştirerek, terörle mücadele ederek çözüm sürecini paralel, birlikte götürmeyi hedeflemiştir. O zaman "Analar ağlamasın." edebiyatı yanlıştı. Demek siz bunları analar ağlamasın diye yapmıyordunuz. "Analar ağlamasın." kılıfıyla çözüm sürecini bu millete hazmettirmek için yapıyordunuz. O bakımdan, teröre "çözüm için müzakere" diyenler, şimdi "çözüm için mücadele" demektedirler. İşte, terörle mücadelenin stratejik olmadığı, taktik amaçlı yapıldığı ortaya çıkmıştır.
Daha önce PKK'nın bir elinde silah, bir elinde siyasi talepleri varken müzakere yapılıyordu; şimdi, bu defa PKK'nın elinde silah, AKP'nin elinde de siyasi çözüm. Terörle mücadele ediyoruz. Milletimize söylenen nedir: "Kırk katır mı, kırk satır mı?" İşte, bütün bunlara bakıldığında, ant içme metni üzerinden yapılan tartışmanın Türk milleti ve Türkiye milleti ekseninde başladığı düşünülürse aslında asıl sorunun Türk milleti tanımından duyulan rahatsızlık, bunun anayasal metinlerden AKP ve PKK iş birliğiyle çıkarılması olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim 64'üncü Hükûmet Programı'nda "Yeni anayasa, milletimize kültürel, toplumsal çeşitlilik tanıyan, herhangi bir etnik, dinî kimliğe referans yapmayan bir vatandaşlık tanımını esas alacaktır." denmekte, toplumsal farklılıkların siyasi temsilinin sağlandığı ademimerkeziyetçi bir siyasal sistem önerilmektedir. Bu durumda, "çözüm" diyen Adalet ve Kalkınma Partisi olarak sorunun kaynağı ortaya çıkmıştır, sorun Türk milletidir, sorun millî devlettir, sorun üniter devlettir. Getirdiğiniz çözümün parametreleri dikkate alındığında, AKP'nin kavgası Türk milletiyledir, AKP'nin kavgası Türkiye Cumhuriyeti devletinin millî mücadeleyle kurulmuş temel ilkeleriyledir. Bu bakımdan, AKP'nin, kimliksiz ve adı konulmayan bir millet hedeflerken aslında farklılıklara kolektif hakları tanıyarak etnik temelli bir devlet ve millet yapılanmasını hedeflediği açık ve net ortaya çıkmıştır.
Bu millet İslam'ın sancaktarlığını yaptı, Muhammed İkbal rüyasında Peygamber Efendimizi gördüğü zaman, elinde şişe içerisinde kan gördüğü zaman "Bana ne getirdin ya İkbal?" diye sorduğunda "Sana Çanakkale'de şehit olan Türk askerinin kanını getirdim." derken Peygamber Efendimizin övgüsüne mazhar olmuş bir milletin adını çıkarmak, adını silmek; doğrusu, bunu sizlerin vicdanına havale ediyorum.
Değerli milletvekilleri, aslında verdiğimiz bu kadar bedelleri, bütün bunları dikkate aldığımızda bir nebze olsun bizimle aynı çizgiye gelmiş olmanızı umut ediyorduk ama ne yazık ki Türk milletine, cumhuriyetimize yönelik yaklaşımlar bu Hükûmet programında ortaya konulduğunda, PKK'nın siyasi amaçları doğrultusundaki hedeflerine ulaşması konusundaki çözüm sanılan bu marazi düşüncenin artık müzmin hâle gelmiş olduğunu maalesef görmekteyiz. Gerçekten, Türkiye'nin idari taksimatını etnik gruplara göre yeniden tanzim etmek ise açılımdan muradınız, PKK'nın ülkemizi bölme projesinin omurgası olanlara atmaksa, yıkım görevini AKP üstlenmiş, bu Hükûmet üstlenmiş demektir ve bu konuda en büyük destekçisi de terör örgütü ve yandaşları olacaktır.
Değerli milletvekilleri, İslamiyet'i temsil etmekten uzak terör örgütleri İslamofobiyi tetiklerken, Batı dünyası İslam fobisini geliştirirken, hatta çözüm için İslam'ın vahiylerine müdahale etmeyi planlarken; Türkiye'de Kürtleri temsil etmekten uzak PKK Türkofobiyi tetiklemiş, AKP de Türk fobisini geliştirip çözüm için Türk milletinin adına, varlığına, egemenliğine, vatanına müdahale etmeyi planlayan bir çözüm hazırlığı yapmıştır. Unutmayalım ki aslında Türkofobi İslamofobinin yeni bir versiyonudur.
Değerli milletvekilleri, AKP'nin dış politikası geldiğimiz bu noktada gerçekten ilkesiz, rastgele görünebilir. Dünyanın saydığı liderden dünyanın karşı çıktığı bir lidere, İslam dünyasından uzaklaştığımız, komşularla sıfır sorundan değerli yalnızlığa, sonra tehlikeli yalnızlığa, "kardeşim Esad"dan "devirin Esad'ı"ya doğru giden zikzakları dikkate aldığımızda aslında Adalet ve Kalkınma Partisinin dış politika tercihinin temel bir yanlıştan kaynakladığı ortaya çıkmıştır. Adalet ve Kalkınma Partisi'nin Türkiye'de millî devleti yok ederken yine BOP eşliğinde bu coğrafyamızda etnik ve kimliklere dayalı devlet yapılanmasını öngördüğü gayet açık ve net ortaya çıkmaktadır. Bu bakımdan Adalet ve Kalkınma Partisinin, büyük maliyetleri olan bu dış politikadan vazgeçmesi ve değiştirmesi millî bütünlüğümüzü, millî çıkarlarımızı ve millî güvenliğimizi odağına alan yeni bir dış politikaya gitmesi kaçınılmazdır.
Değerli milletvekilleri, bu politikanın maliyetlerini Irak ve Suriye'de gördük gerçekten. O kadar ilginçtir ki stratejik ortağımız ABD, PKK ve PYD'yle beraber, birlikte hareket ediyor, destekliyor. Bir diğer stratejik ortağımız da Suriye'de Esad rejimiyle birlikte Türkmenleri bombalıyor. Peki, biz ne yapıyoruz? Neredeyiz biz? Bu nasıl bir stratejik ortaklıktır? Aslında 1 Ocak 2016'da yürürlüğe girecek ateşkes öncesi fiilî durumları tahkim etmek için bir pozisyon oluşturulduğu gayet açık ve nettir. Türkmenlerle ilgili tartışmayı iki kamyon yükün gidip gelmemesine indirgemek bugün aslında gerçekten Türkmenlerin karşılaştığı tehditleri gözardı etmek anlamına gelmektedir.
Değerli milletvekilleri, Milliyetçi Hareket Partisi olarak sınır güvenliğimizi, egemenliğimizi önemli görüyoruz. Rusya'nın sınır ihlaline karşı, uçaklarının sınır ihlalleri yapmasına karşı Türk Silahlı Kuvvetlerinin aldığı tedbirleri doğru bulduğumuzu ifade etmek istiyorum. Ancak her şeyden önce bunları yaparken "Milliyeti belli değildi." diye mazeret uydurmanın ne anlama geldiğini doğrusu anlayabilmiş değilim. Velev ki belli olsaydı sınır ihlallerine göz mü yumacaktık? Bir taraftan uçak düştükten sonra Rusya'nın Türkmenlere yönelik saldırılarını dile getirip Rusya'yı caydıracak bir tavır olarak değerlendirilip "Bilseydik vurmazdık." demek ne anlama gelmektedir? "Rus uçağı olduğunu bilseydik düşürmezdik." derken bunu bilmediğinizi, yeterli bir istihbarata ve bilgiye sahip olmadığınızı mı ifade ediyorsunuz? Rusya'nın bu ihlaline ve rejime destek verirken Türkmenlere yönelik katliamını gözardı eden bir anlayışın pompalanmasındaki kamuoyu algısını da doğrusu sağlıklı görmüyoruz. Özür talebine karşı diplomatik anlamıyla aslında özür dilendiğinin ifade edilmesi de Hükûmetin zafiyetidir. Öte yandan Sayın Cumhurbaşkanının bir yabancı devlet adamının ifadelerine karşı "Doğru ise istifa ederim." demesi de yanlıştır. Sayın Cumhurbaşkanının iradesi bir yabancı devlet adamının ifadeleriyle kontrol edilemez. (MHP sıralarından alkışlar) Devletin ve milletin birliğini temsil eden ve aziz milletimin iradesiyle seçilen Cumhurbaşkanı ancak ve ancak Anayasa'da yer alan hâllerde suçlanabilir, buna tek yetkili makam da Türkiye Büyük Millet Meclisidir, onun şahsi iradesidir.
Kırım'ı ilhak eden, Güney Osetya'yı işgal eden, Abhazya'ya müdahale eden, Suriye'de Türkmenlere karşı katliam yapan Rusya'ya karşı...
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)
BAŞKAN - Sayın Vural, efendim, ben, müddet tanıyorum, lütfen biraz toparlar mısınız.
OKTAY VURAL (Devamla) - ...Batı dünyası, Amerika Birleşik Devletleri ne yapmaktadır?
Bütün bunlarla birlikte, değerli milletvekilleri, Adalet ve Kalkınma Partisinin politik vizyonu bitmiştir. Nerede 2023 hedefleriniz, esamesi yok. AKP, 2023'te 2 trilyon dolar, kişi başına 25 bin dolar hedeflemişti. 2012'de ilan edilen bu hedeflerle uygulamaları dikkate aldığımızda, aslında değerli arkadaşlarım, 2 trilyonluk hedefe ancak ve ancak 2092 senesinde ulaşabilmektedirler. İlk 10 büyük ülke arasına girme hedefi dahi yoktur Hükûmet programında. 25 bin dolarlık hedefe de ancak ve ancak 2097 yılında ulaşılabilmektedir. Bakıldığında, gerçekten, ihracat hedefi 2023 yerine 2107 yılında gerçekleşebilmektedir. Adalet ve Kalkınma Partisi bırakın 2023'ü kendi burnunun ucunu bile görmemektedir. 2011 seçim beyannamesinde ülkenin toplam gelirini 2015 yılında 1 trilyon 76 milyar dolara yükseltmeyi vadetti, orta vadeli programda 706 milyar dolara gerilemesi öngörülüyor. Burnunuzun ucunu görmüyorsunuz. Bu programın hedefi yok, vizyonu yok. Kendi geçmişini reddeden bir Hükûmet programıyla karşı karşıya olduğumuzu açıkça ifade etmek istiyorum.
Kalkınma Planı 2018 yılı için kişi başı 16 bin dolar hedef planladı, orta vadeli program 9.980 dolar. Kalkınma Planı 2018 yılı için 277,2 milyar dolar ihracat hedefledi, orta vadeli program aynı yıl için 192,5 milyar dolar ihracat hedefledi. Dolayısıyla, bu Hükûmet programı, yaptığı icraatlarla kendi koydukları hedeflere bile ulaşamayan, 2008 yılındaki hedeflere 2018 yılında ancak ulaşacağını söyleyen bir iktidar aslında on yılı heba etmiş bulunmaktadır.
Değerli milletvekilleri, sözlerimi, Adalet ve Kalkınma Partisinin ekonomi politikaları devam ettiğinde 2023'te ne olacağına dair, Kabinede bulunan değerli bir politikacının öngörüleriyle tamamlamak istiyorum.
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)
BAŞKAN - Sayın Vural, ek bir dakika daha süre veriyorum.
OKTAY VURAL (Devamla) - Tamamlıyorum efendim.
2023'te eğer bu beylerin vizyonu tutar iktidar olurlarsa hâlâ sivil anayasayı tartışıyor olacağız. 2023'te eğer iktidar olurlarsa BOP sayesinde bölge ülkeleri sayısının 2 katına çıkacağını göreceğiz. 2023'te bu vizyonları tutarsa Başbakanın Uganda Devlet Başkanına "..."(x) dediğini duyacağız. 2023'te kredi kartı dolayısıyla evine icra gelmeyen hiçbir evin kalmadığını göreceğiz. 2023'te zenginlerin yaşadığı sitelerin etrafında dilenen yoksullara polislerin biber gazıyla müdahale ettiğini duyacağız. 2023'te boşanma oranlarının evlenme oranlarının üstüne geçtiğini duyacağız. 2023'te kahvelerde yaşlılara yer kalmadığını çünkü bütün kahvelerin genç işsiz üniversite mezunlarıyla dolu olduğunu göreceğiz. 2023'te tıpkı bankalar gibi birkaç fabrikamızın isminin de gâvurca olduğuna şahadet edeceğiz. 2023'te Başbakanın çocukluk arkadaşı, askerlik arkadaşı, mahalleden arkadaşı, belediyeden arkadaşı ve şoförlerinden başka hiç kimsenin milletvekili olmadığını göreceğiz.
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)
BAŞKAN - Oktay Bey, tekrar açıyorum toparlayın lütfen.
OKTAY VURAL (Devamla) - Uyarınıza gerek yok, az kaldı.
Yani, bu vizyon hoşunuza gitmedi galiba Sayın Başkanım, güzel bir vizyon aslında.
BAŞKAN - Hayır efendim, rica ederim, her görüş muhteremdir.
Buyurun efendim.
OKTAY VURAL (Devamla) - 2023'te AVM'lerin önünde bakkalların, kasapların, terzilerin dilencilik yaptığına şahit olacağız. 2023'te tüm bütçe gelirlerinin faize gittiğini göreceğiz. Her 2 kişiden birinin işsiz olduğuna şahit olacağız. Yasama faaliyetlerinin, emniyet işlerinin, güvenlik işlerinin belki Türk Silahlı Kuvvetlerinin özelleştirildiğini göreceğiz. Köylerde 3-5 tane yaşlıdan başka kimsenin kalmadığını göreceğiz. KDV ve ÖTV gibi vergiler yüzünden halkın isyan noktasına geldiğini göreceğiz. Bir zamanlar Afrika'da, Latin Amerika'da yaptıkları gibi yağmur sularının bile parayla satıldığını, toplandığını göreceğiz.
Dolayısıyla, bu, böylesine 2023 vizyonuyla kabinede buluşturan bir iradeyi dikkate aldığımızda böyle bir Hükûmet programına Milliyetçi Hareket Partisi olarak milletimiz adına güvenoyu vermemiz mümkün değildir, tarih huzurunda böyle bir sorumluluk üstlenmemek... Ama bundan sonraki süreç içerisinde hayırlı işleri destekleyeceğimizi, kötü olanlar konusunda uyarıcı görevlerimizi yapacağımızı ifade ederek Adalet ve Kalkınma Partisinin 64'üncü Hükûmetine, Sayın Davutoğlu'nun 3'üncü Hükûmetine ve onun programına ret oyu kullanacağımızı ifade ediyor, hepinize saygılarımı arz ediyorum. (MHP sıralarından alkışlar)