| Konu: | Başbakan Ahmet Davutoğlu tarafından kurulan Bakanlar Kurulu Programı'nın görüşülmesi münasebetiyle |
| Yasama Yılı: | 1 |
| Birleşim: | 6 |
| Tarih: | 28.11.2015 |
HDP GRUBU ADINA AHMET YILDIRIM (Muş) - Sayın Başkan, değerli milletvekili arkadaşlarım; konuşmama bugün Amed'de (AK PARTİ sıralarından "Diyarbakır" sesleri) katledilen Amed Baro Başkanı Tahir Elçi şahsında, 20 Temmuzdan bu yana geliştirilen planlı bir kirli savaşta yaşamını yitirenlerin tamamını anarak başlamak istiyorum. (AK PARTİ sıralarından "Tahir Elçi'yi siz öldürdünüz." sesleri.)
Evet, sol cenahtan bizim öldürdüğümüz hususunda gelen itirazlara binaen şunu söyleyeyim: Son beş, altı saattir Türkiye'nin dört bir yanında Ankara, İstanbul, İzmir, Adana, Mersin, Diyarbakır yani Amed, Mardin, Urfa, Muş, Van'da bu olayı protesto eden, kınayan gösterilere sert polis müdahaleleri yaşanmakta ve özellikle suçlular sanki korunmak isteniyormuş gibi, bu işten acı duyan, Türkiye'nin geleceğini karartacağına inananların protesto gösterileri sert müdahalelerle engellenmektedir.
Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; ülkemiz ve Orta Doğu çok hassas ve tarihî günlerden geçmektedir. Bu tarihî gelişmelerin yaşandığı süre içinde biri zorunlu olarak dayatılmış olmak üzere iki genel seçim yaşanmıştır. Biz bu seçimlere sadece 550 milletvekilinin bu Parlamentoda kimler olacağı ve dört yıl boyunca ülkeyi yöneten Hükûmetin bakanlarının kimlerden oluşacağı sığ bir ferasetiyle yaklaşmadık. Bu tarihî süreçlerde ülkemizi oluşturan halkların lehine özgürlükler, demokrasi ve barıştan yana bir anlayışı nasıl hâkim kılabiliriz; bunu Orta Doğu'nun bölgesel gelişmelerinde nasıl etkin hâle getirebiliriz çabası içerisinde olduk, olmaya da devam ediyoruz. Yoksa bütün halkların lehine olabilecek bu kudretli, kıymetli gelişmelerin yanında hangi partinin, kaç sandalyeye sahip olduğu, ülkeyi yöneten bakanlık koltuklarının hangi isimlerle doldurulduğu teferruatıyla değil, bu koltukların toplumsal barışın emrinde ne kadar çalıştırıldığı bizim için esas olandır.
7 Haziranda bu ülke halkları bir koalisyon hükûmeti programı yazılması ve uygulanması için iradelerini sandıkta göstermişti. Fakat Cumhurbaşkanı ve AKP bu iradeyi tanımayarak bir yetki gasbıyla dayatma bir seçimi zorlamış ve bu noktaya gelinmesine neden olmuştur. Beş ay gibi kısa süreli arayla yapılmış 7 Haziran ve 1 Kasım seçimlerinin birbirine zıt iki farklı yüzü vardır. 7 Haziranda çok kısmi bile olsa barış ortamında yapılacak bir seçimde halk iradesinin nasıl tecelli edeceği ile 1 Kasım öncesi siparişle oluşturulmuş bir çatışmalı ortamda güvenlik tedbirleri ötesi sıkıyönetim uygulamaları, kan, ölüm, katliam politikaları ile savaş cenderesine sokulmuş ülke atmosferinde her türlü baskı ve hile koşullarında seçim sonuçlarının nasıl olacağını bütün uluslararası toplum ibretle izlemiştir. Birinde barış ortamında vesayetin nasıl kaybedileceğini diğerinde ise barışa tahammül edemeyenlerin savaşla yargılanmaktan nasıl kaçtıklarını büyük bir esefle izledik. Ama şunu çok iyi biliyoruz: 1 Kasım seçim sonucu vesayetin, yolsuzluğun, yasadışılığın, hukuku askıya almanın ve fiilen Anayasa'yı değiştirmenin, zulmün, katliamların yargı önünde hesap vermeyeceği anlamına gelmez. Her şartta öbür dünyada hesabı verilecek olan bu suç ve günahların bu dünyada yargı önünde hesap verme süresini ancak biraz erteleme sonucunu doğurabilir. Onun ötesinde hiçbir anlamı yoktur.
Yüzde 49 oy almış olsanız bile istediğiniz her türlü yasadışılığı yapma ve hukuku askıya alma, Anayasa'yı fiilen değiştirme hakkına sahip olamazsınız.
Söz konusu programda belirttiğiniz üzere, yüzde 87,4 gibi yüksek bir oranla gidilmiş olması bu seçime oldukça demokratik, katılım açısından da şüphesiz önemlidir. Fakat demokrasilerde sadece sandığa gitme oranıyla bir kriter belirlenemez. Bunun yanı sıra, aynı zamanda, seçime giden yolda bütün partiler arasında her açıdan fırsat eşitliğinin yaratılmış olması ve kullanılan araçların adaletli dağıtılmış olması da seçimin demokratik olduğunu gösteren emarelerdendir.
1 Kasıma kadar, bölgede sivil katliamları gündeme alarak, ülkede toplumsal kutuplaşmayı derinleştirerek geldiğiniz nokta bir hükûmete ulaşma çabası olabilir ama toplumsal tahribatı, kamplaşmayı ve ayrışma konularında da sorunları derinleştirdiği gerçekliğini değiştiremez.
Büyük bir çatışmalı süreci dayatmak, rakip siyasi partileri etkinlik yapamayacak düzeye getirmek, polis, asker, özel kuvvetler, vali, bütün mülki amirlerin özellikle baskısı altında devlet gücünü kendi hesabına seferber etmek millî iradenin tecelli etmesinin önünde büyük engel oluşturmuştur.
Bugün seçim meydanlarındaki ilk vaat 64'üncü Hükûmet Programı üzerine görüşler belirtilirken icra edilmiştir. Seçim meydanlarındaki vaatlerden ilk icra edilen "Beyaz Toros" vaadi aktive edilmiş ve Baro Başkanımız Tahir Elçi alçakça katledilmiştir.
Hükûmet programında çözüm süreci sürekli olarak "kamu düzeni" lafzıyla ele alınmış veya farklı bir okumayla, devlet şefkatli elini sopayla gösteriyor demektir.
Alevi ve Roman vatandaşların sorunları kitapta özellikle isimler belirtilerek zikredilmiş, Romanların eğitim koşullarının düzeltilmesinden söz edilmiştir, amenna, daha fazla söz edilmelidir. Sadece onlar değil, ülkeyi oluşturan bütün toplumsal kesimlerin isimleri zikredilebilinir, hatta onların haklarıyla ilgili geniş açıklamalara yer verilebilinir. Bütün bunlardan söz edilirken Kürt lafzı bir defa dahi dile getirilmemiştir. Yüz yıllık sorun bir defa bir halkın adı dahi anılmayarak, en son 61'inci Hükûmetin hatıra defterlerinde bırakılarak geçiştirilmiştir. Kürt halkını görmezden gelen, adını bir defa bile kullanmaktan imtina eden bir Hükûmet, Kürt sorununu nasıl çözecek merak ediyoruz. Kürt'ün adını anmaktan korkarak veya utanarak mı Kürt meselesi çözülecek?
Yine kitapçıkta özellikle dile getirilen bir hususu belirteyim. Aslında bir bilinçaltını ele veriyor. "Gayrimüslim" sözcüğü ötekileştirmeye tekabül etmektedir. Siz, Müslüman olmayanları bir dinin karşıtlığı üzerinden konumlandıramazsınız. Çok şükür Müslümanım ama "gayrihristiyan" olarak tanımlanmak istemem veya başka bir din üzerinden tanımlanarak ötekileştirme kavramına tekabül eden bu söylemlerin dile getirilmesini kabul edemeyiz.
Programda kullanılan bir cümle üzerinden devam ediyorum: "Demokratikleşme perspektifimizin odağında insan onuru bulunmaktadır. İnsan onurunu zedeleyen hiçbir uygulama ve politika meşru görülemez, gösterilemez." denmektedir. Bu yazıyı ekleyenlerin, yazılı bir metinde şirin görünme çabaları ise oldukça anlamsızdır çünkü insan onurundan bahseden 64'üncü Hükûmet Programı, Şırnak'ta Hacı Lokman Birlik'in dünyadaki hükmü üzerinden kalkmış ölü bedenini boynuna ip bağlayarak Şırnak sokaklarında sürüklemiş; halkın en kutsalı olan mezarlıkları, camileri, cemevlerini tahrip etmiş; siviller çocuk, kadın, yaşlı demeden hedef alınıp vurulmuş; bir anne sokağa çıkma yasağından ötürü, öldürülen çocuğunu defnedemediği için sabaha kadar kızının cesediyle yatmak zorunda bırakılmış; 5 çocuğunun önünde -on üç gün önce- Nusaybin'de bir anne katledilmiştir. Devletin bu karanlık yüzüyle hesaplaşılmadan insan onurundan bahsetmek, en hafif tabirle, samimiyetsizliğe tekabül etmektedir.
Bu zihniyet ile insan onuru arasında büyük bir orantısızlık vardır. Düşünün, son bir haftada hepimize ibret olabilecek bir gerçeklikle karşılaştık, adının başında "profesör" unvanı olan bir zat, insanlık dışı uygulamaları savunabilmiştir. Ona bu cesareti veren, 12 Eylüldeki o dışkı yedirme olaylarına benzer mezalim uygulamaların hâlâ 2015 Türkiyesi'nde devam ediyor olmasıdır. Eğer ülke tümüyle demokratikleştirilmiş olsaydı, eğer ülke gerçek bir toplumsal barışa kavuşmuş olsaydı böyle bir cümleyi, bırakın adının başında "profesör" olan bir adamın söylemesini hiçbir yurttaşımız dile getirmezdi.
Dolayısıyla bizim için esas olan, Hükûmetin bol bol vaatlerde bulunduğu bu program değil, şu an sokakta yürürlükte olan otoriter politikalardır. Saray rejiminin programıdır esas olan.
Programlarına "Dışlamadık, dışlamayacağız. Ötekileştirmedik, ötekileştirmeyeceğiz." diye yazan AKP Türkiyesi'nde Silvan sokaklarında "Türk'sen övün, değilsen itaat et." ve "Kızlar, biz geldik, ininize girdik." ve daha burada sayamayacağım, saymaktan utanacağım bir tomar cümle, Türkiye'nin alnına bir kara olarak yapışmıştır.
Ben bir insan olarak utandım ve bir Kürt olarak, AKP'li Kürt kökenli vekillere hangi duygularla bunları okuduğunu, neler hissettiğini açıkçası merakla sormak isterim.
MEHMET METİNER (İstanbul) - Kendinize bakın. Baştan sona yalan söylüyorsunuz.
AHMET YILDIRIM (Devamla) - Silvan'da, Lice'de, Cizre'de, Varto'da, Beytüşşebap'ta, Nusaybin'de, Gever'de, Derik'te, Sur'da uyguladığı sıkıyönetim programlarıdır bizim için esas olan ve ısrarla söylüyoruz, Sayın Öcalan'ın da ifade ettiği üzere, Türkiye dörtnala darbeye doğru gidiyor. Darbe mekaniği tam işler durumdadır ve tekrar belirtmek istiyorum...
MEHMET METİNER (İstanbul) - Bir parçası sizsiniz.
AHMET YILDIRIM (Devamla) - Özellikle 90'lı yıllarda kontrgerilla görevi işlemiş olanların bugün saraya bağlı olarak tekrar çağrılıp Kürt şehirlerine sürülmüş olması, göreceksiniz -Allah muhafaza- gerçekleştirilme ihtimali yüksek olan bir darbe ortamında ilk kol kola girdiği kişileri yiyecektir. Bu, emin olun, bir öfke duygusu değildir; bu, iyi niyetli bir tavsiyedir. Çünkü, bakın, Silvan'da beş gün kalmış, Nusaybin'de üç gün kalmış bir arkadaşınız olarak söylüyorum, çok aradık ama müesses nizam bulamadık. Biz, görüştüğümüz kaymakam ve valilerden büyük bir mahcubiyetle "Yasağın olduğu bölgelerde bir yetkimiz yok." cevabını aldık. Orada emniyet müdürleri, valiler, kaymakamlar yetkili olmadıklarını ifade ettiler. Anlaşılan o ki, görev, özel kuvvetlere ve çetelere ve sıkıyönetim uygulamalarına terk edilmiştir.
Bu kan ne kadar devam ederse etsin, gelip dayanacağı yer barıştır. Halklar arasında hiçbir sorun yoktur. Gelip dayanacağı yer müzakere masasıdır. Türkiye'nin bu işleri konuşarak çözme ferasetinin, basiretinin fazlasıyla var olduğuna inanıyoruz, yeter ki biz siyasiler olarak bunun önünü açmış olalım.
Bakın, bir gün gelip iş barış masasına ve müzakere masasına dayandığı anda, ki dayandığı gün ne kadar gecikirse o kadar genç canımız toprağa düşecektir. Engellemeye çalıştığımız husus budur, kaygı duyduğumuz husus budur. Ölenin, öldürülenin, rengi, etnisitesi, dili, dinî inancı, üniforması bizim için hiç fark etmemektedir.
Dolayısıyla şu an Hükûmet tarafından ortaya konan şiddetin sürdürülebilir olmadığını ve bir an önce terk edilmesi gerektiğini ifade ediyoruz. Bir ikazda bulunuyoruz 64'üncü Dönem Hükûmetine, tarihten ders çıkarabilen, az biraz sosyoloji bilen, insan psikolojisinin kırılma noktalarının nerede başladığını gören bir devlet aklı, bu şiddet baskısının daha büyük bir direniş ve sahiplenmeyi getireceğini bilir. Bütün kutsal kitaplarda zulme ve zalime karşı direniş haktır. Bugün Kürt'ün de yapmaya çalıştığı bu sıkıyönetim uygulamalarına, esedullah veya bir başka çete adı, bunlara karşı eşsiz bir direniştir. Bu, neyimize mal olursa olsun asla direnişten vazgeçmeyeceğiz, kimseye boyun eğmeyeceğiz, diz çökmeyeceğiz, ancak Allah'a boyun eğeriz, onun karşısında diz çökeriz, kula hiçbir zaman boyun eğmedik, eğmeyeceğiz. Zulmünüz artarsa daha büyük bir direniş göreceğinizi ifade etmek isterim.
Bu temelde, yol yakınken ve birlikte yaşam kültürüne ait duygusal kırılma büyümeden yapılması gereken behemehâl taraflar arasında gerçekleştirilen ve 28 Şubatta bir çerçeve kazandırılan masaya geri dönmektir. İzleme heyeti eşliğinde -tamamını siz belirleyin, izleme heyetinin tamamı bağımsız aydın, yazar, çizerlerden olsun veya sizin partilere yakın havuz medyasından olsun, hiç fark etmez- demokratik müzakere bir an önce başlamalı çünkü bu saatten sonra bu ülkenin bir gencini daha kaybetmeye tahammülümüzün olmadığını ifade etmek isterim.
"Yeni Anayasa" başlığı altında, kitapçıkta 1920'de Ankara'da toplanan Birinci Meclise gönderme yapılması bizim için ironiktir. Birinci Mecliste Kürdistan vekillerinin "Kürdistan mebusu" olarak gelmesi, birkaç kilometre ötedeki binanın altına gelmesi ve bu hakikati inkâr eder bir şekilde Kürt halkının iradesinin program boyunca yok sayılması, asıl niyetin başka olduğunu ortaya koymaktadır.
Size bu Meclisi, bu millî irade çatısı altını direkt ilgilendiren çarpıcı bir örnek vermek istiyorum. Bakın, bir sosyal bilimci kardeşiniz olarak söylüyorum, size 337 milletvekiliyle, mebusla toplanan Birinci Meclise gelen üç parlamenter adı sayacağım: Esat Bey, Bozan Bey, Hacı Mustafa Efendi. Buyurun, inin arşivlere bakın, üçü de Rojava Kürdistanlıdır. Çünkü Birinci Meclis toplandığında bugünkü Rojava Kürdistanı'na tekabül eden topraklar ortak vatandır, Osmanlı bakiyesi topraklardır.
Kobani'den, Gıre Spiye'den, Amude'den, Derbe Spiye'den, Cızire'den, Afrin'den, Haseke'den bu ülkenin yurttaşları olarak gelip, bakın, Ocak 1921'de yapılan Birinci İnönü Savaşı'na katılmışlardır veya Mart 1921'deki İkinci İnönü Savaşı'na katılmışlardır. Tarih kitapları yazar, hemen buyurun, İnternet'ten de bakabilirsiniz. Savaş tarihleriyle o toprakların Ankara Antlaşması'yla ayrılması birbirinden farklı zamanlara tekabül etmektedir. Birinci İnönü Ocak 1921, İkinci İnönü Mart 1921, Eskişehir-Kütahya Temmuz 1921, Sakarya Meydan Savaşı Ağustos ve Eylül 1921 ama buna karşılık Ankara Antlaşması'yla 20 Ekim 1921'de Türkiye-Suriye sınırı çizilmiş ve Rojava Kürdistan toprakları buradan ayrılmıştır. Oradan gelenler Kütahya'da, Eskişehir'de, Sakarya'da ya şehit düşmüşler ya da gazi olarak geri dönüş yolunda iken topraklarının ayrıldığını, uğruna mücadele verdikleri, kan döktükleri toprakların ortak vatandan ayrıldığını öğrenemeden kendi kentlerine ulaşmışlardır. Bu sınır doksan yıldır vicdanlarda bu kadar mahkûm edilmiş bir sınırdır. Bu yönüyle aidiyet duygumuz vardır, bu yönüyle hiçbir komşuyla sorunumuz yoktur bizim.
Özellikle ifade etmek isterim ki eğer geleceğimizi, toplumsal barışımızı yazacağımız bir anayasa yapacaksak bu koşullarda değil, ivedi olarak yaratılacak olan bir barış iklimine dönmemiz gerekmektedir.
Özellikle yargı, cumhuriyet tarihinin...
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)
AHMET YILDIRIM (Devamla) - ...en siyasallaşmış dönemini yaşamaktadır.
BAŞKAN - Evet, iki dakika ekliyorum.
AHMET YILDIRIM (Devamla) - Sayın Başkan, benden önceki hatibe beş dakika tahsis ettiniz.
BAŞKAN - Sayın Yıldırım, biliyorsunuz ki bir diğer arkadaşınız daha var.
Toparlayın lütfen.
AHMET YILDIRIM (Devamla) - Yargı, cumhuriyet tarihinin en siyasallaşmış dönemini yaşıyor. Yargının her siyasallaşma adımı ve uygulamalarından sonra "Aldatıldık." açıklamalarını daha kaç defa duyacağız? Üstat Bediüzzaman Saidi Kürdî'nin güzel bir deyişiyle "Adalete dayanmayan güç zalim olur, halk gücüne dayanmayan adalet aciz kalır." Biz de söylüyoruz, bu üstadın cümlesinden ve veciz yaklaşımından bakıldığında ne döneminizin gücü adil ne de adaletiniz hak gücüne dayanmaktadır.
Burada sözlerimi bitirmeden önce belirtmek istediğim birkaç hususu özellikle aktarmak isterim. Her dış politika bir şekliyle toslamış durumdadır. İyi niyet... Sınır komşumuz kalmamıştır. Dış politikada on üç yıldır gelinen noktayı "Dış politikaya başarı mührümüzü vurduk." diye kitaba yazmanızla başarılı hâle getiremezsiniz. Özellikle Rojava Kürdistanı'ndaki PYD'nin 2 siyasal karşıtının kaldığını üzülerek ifade etmek isterim; biri IŞİD'tir, diğeri ise AKP'dir. Şu anda Orta Doğu'da bunlara karşıt daha farklı bir siyasal güç yoktur.
"Türkiye, unutulmuş veya dışlanmış mazlum halklar için umut ışığı olmuştur." deniliyor programda. Mazlumun kim olduğu, hangi kıstaslar çerçevesinde belirlendiği sorulmalıdır. Öyle anlaşılıyor ki burada mazlum sıfatını hak eden toplumsal kesimin sadece belli bir etnik kesime, Sünni kesime dayandırıldığını anlamış oluyoruz ve sormak istiyorum: Şimdiye kadar yardımına koştuğunuz hangi topluluk iflah oldu? Allah aşkına, şimdiye kadar yardım ettiğiniz, destek çıktığınız Mursi mi iflah oldu, Kırım Türkleri mi iflah oldu, Çeçenya mı, Bayır Bucak Türkmenleri mi, Kerkük mü, Musul mu, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti mi? Hepsi de toslamadı mı? Allah aşkına el attığınız her şey elinizde kalmadı mı?
RAVZA KAVAKCI KAN (İstanbul) - PKK'ya mesaj yok mu?
BAŞKAN - Sayın Yıldırım, lütfen tamamlar mısınız efendim?
AHMET YILDIRIM (Devamla) - Sayın Başkan, son bir dakika.
BAŞKAN - Peki, hadi bakalım.
AHMET YILDIRIM (Devamla) - Washington'da, Moskova'da, Strazburg'da, Brüksel'de, Tahran'da, Bağdat'ta, Şam'da müttefik aramadan ve Kürt fobisi yaklaşımınızdan vazgeçiniz. Bin yıllık kardeşlik süresi içerisinde uğradığı bütün haksızlıklara rağmen arkadan vurmamış, hançerlememiş Kürt halkının Amed'i orada, müttefiktir, Hewler müttefiktir, Mahabad müttefiktir, Kamışlo müttefiktir. Türkiye'nin ve Türklerin dünyada bunlardan daha büyük müttefiki yoktur.
Özellikle, bu kadar kibirli ve içe kapanmacı siyasal bir tutum olan "değerli yalnızlık" kavramı, bu sefer "değer odaklı dış politika" olarak revize edilmiş. Bu kadar kibirle hareket edenlere Veysel Karani Hazretleri'nin bir sözünü hatırlatmak isterim: "Yüksekliği aradım, tevazuda buldum; şeref aradım, kanaatte buldum; zenginlik aradım, tevekkülde buldum."
Ve sözümü özellikle bir şiirle tamamlamak istiyorum.
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)
AHMET YILDIRIM (Devamla) - Sayın Başkan, çok kısa, çok kısa.
İDRİS BALUKEN (Diyarbakır) - Çağlar Hanım'dan ekleyebilirsiniz Sayın Başkan.
BAŞKAN - Tamamlayın.
AHMET YILDIRIM (Devamla) - "Saraylar saltanatlar çöker
Kan susar bir gün
Zulüm biter.
Menekşeler de açılır üstümüzde
Leylaklar da güler.
Bugünlerden geriye,
Bir yarına gidenler kalır
Bir de yarınlar adına direnenler..."
Saygıyla selamlıyorum. (HDP sıralarından alkışlar)