| Konu: | CHP Grubu önerisi münasebetiyle |
| Yasama Yılı: | 1 |
| Birleşim: | 7 |
| Tarih: | 30.11.2015 |
AYHAN BİLGEN (Kars) - Evet, aleyhinde söz alınca önce güzel şeyler söylemek lazım galiba. Türkiye'de basın özgürlüğünün hiçbir sorunu olmadığına dair birkaç şeye değineyim, ondan sonra galiba gerçeklerle yüzleşen bazı boyutları da paylaşma fırsatım olacak bu vesileyle.
Öncelikle ifade etmem gerekiyor ki Hükûmet programında güzel, kulağa hoş gelen bir ifade var. Bu ifadede denge ve denetleme sisteminden bahsediliyor. Denge ve denetleme sistemi sadece güçler ayrılığı değildir, sadece yasama, yürütme ve yargının birbirinden ayrılması değildir. Denge ve denetleme sistemi, aynı zamanda, basının ve sivil toplumun yürütmeyi denetleyebilmesi, hesap sorması ve toplum adına, toplumun hakları, toplumun özgürlükleri adına karar süreçlerine katılabilmesi demektir. Dolayısıyla, aslında basın ve sivil toplumun bir ülkede nasıl bir durumda olduğu, nasıl bir hâl içerisinde bulunduğu doğrudan doğruya güçler ayrılığı kadar denge ve denetleme sisteminin bir parçasıdır. Ne yazık ki bu ülkede gazetecilerin tutuklu yargılanması aslında bir yargılama mekanizması olmasının ötesinde doğrudan doğruya bir cezalandırma mekanizmasıdır. Bu araştırma girişimine, araştırma önergesine gerekçe olan 2 gazeteci arkadaşımızın tutuklu yargılanmasını sadece yargı kararının kendi gerekçesi üzerinden değerlendirelim: Tutuklu yargılamayı gerektirecek nasıl bir durum olabilir? Yani, en basit hukuk ilkeleri açısından soruyorum. Delillerin karartılması, tanıklar üzerinde baskı oluşturulması ya da suçun işlenmeye devam edilmesi ihtimali. Haber yapılmış, tırlar gitmiş yani olan olmuş dolayısıyla delillerin karartılması diye bir ihtimal yok. Tanıklar üzerinde baskı kurma diye bir durum da söz konusu değil. Geriye sadece suçun işlenmeye devam edilmesi ihtimali var. Dünyanın her yerinde ve insanlık tarihi şahit ki gazeteciler tutuklu yargılandıkları için gerçekleri yazmaktan vazgeçmezler. Yani, dolayısıyla, eğer gerçekleri yazmak, toplumla düşüncelerini paylaşmak, aktarmak bir suçsa gazeteciler bu suçu böyle baskılara rağmen, böyle gözdağlarına rağmen işlemeye devam ederler. Ama çok ilginç bir durumla karşı karşıyayız, ilginç bir ironiyle karşı karşıyayız. Tutuklu yargılanmadığı için sevinmemiz gereken bir baro başkanının hayatını kaybettiği bir ülkeden söz ediyoruz. Dolayısıyla "Acaba tutuklu yargılansaydı daha mı iyiydi?" diyecek bir ortamdayız. Yani, güçler ayrılığı açısından, denge-denetleme açısından basının hâli de, sivil toplumun hâli de ortada.
Burada baro başkanının kim tarafından öldürüldüğüyle ilgili bir polemik yapılıyor. İnsan haklarının A,B,C'sinde yaşama hakkı şöyle tarif edilir: Kişilerin yaşama hakkını korumakla sorumlu olan devlettir. Kim tarafından saldırıya uğrarlarsa uğrasınlar bunun sorumlusu ülkeyi yöneten meşru iktidardır. Dolayısıyla "O öldürdü, bu öldürdü." gibi polemikler üzerinden Hükûmetin sorumluluğunu, siyasi iktidarın sorumluluğunu hiç kimseye devretme hakkı olamaz.
İfade özgürlüğüyle ilgiliyse daha net bir tarif var. Şok edici, rahatsız edici düşünce açıklamasına ifade özgürlüğü denir. Dolayısıyla, Hükûmeti övmek, yönetenleri savunmak, onlara iltifat etmek zaten en baskıcı rejimlerde de özgürce yapılabilir ama bir ülkede ifade özgürlüğünün var olup olmadığının göstergesi, rahatsız edici, şok edici düşünce açıklamasına tahammül var mı yok mu, tek ölçü budur. Türkiye'nin de üyesi olduğu Avrupa Konseyinin bu konudaki belgeleri ortadadır, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin kararları ortadadır. Dolayısıyla, şok edici, rahatsız edici düşünce açıklamalarına karşı tahammül gösterilmeyen bir ortamda hiçbir şekilde ifade özgürlüğünden söz edilemez.
Gazetecilerin özgürce çalışabilmesiyle ilgili sayılacak çok örnek var ama son birkaç aya damgasını vuran sokağa çıkma uygulamalarıyla ilgili, sokağa çıkma yasaklarıyla ilgili bir küçücük hatırlatma yapmak isterim.
Klasik İslam fıkıhçıları derler ki: "Bir gemide 99 şaki olsa ama 1 masum olsa siz o 99 kişiyi cezalandırmak için bile o gemiyi batıramazsınız, o 1 masumun hayatına kastedemezsiniz." Şimdi, sokağa çıkma yasaklarının uygulandığı şehirlerde basın özgürlüğüne dair bir şey olabilir mi? Hayır. Yaşama hakkı bu kadar kolayca, bu kadar keyfî gasbedilebilir mi? Hayır. Ama, daha vahim olan şu ki sokağa çıkma yasaklarının cezası bizim pozitif hukukumuzda çok net biçimde sadece 100 lira para cezasıyla, Kabahatler Kanunu gereğince 100 lira para cezasıyla tanımlanmış olmasına rağmen insanlar hayatlarıyla, gazeteciler dövülerek, küfre maruz kalarak sokağa çıkmanın bedelini ödemek zorunda kalıyorlar. Ne yazık ki basın özgürlüğü açısından içinde bulunduğumuz durumu tarif edecek bana göre bir tek cümle var. Bugünkü uygulamalar çok açıkça içerisine 28 Şubatın ruhunun kaçtığı uygulamalardır. Tek tek hepsini saymaya kalan üç dört dakikam yetmeyecek ama Türkiye'nin basın özgürlüğü karnesine baktığınızda ister Freedom House gibi son derece itibarlı, saygın uluslararası kuruluşların, insan hakları örgütlerinin Türkiye raporlarına bakın, isterseniz doğrudan gazetecilerle ilgili çalışan kuruluşlara, isterseniz Türkiye'deki basınla ilgili sendika ya da ilgili sivil toplum kuruluşlarının raporlarına bakın, göreceğiniz rakamlar tüyler ürperticidir.
Bir tek vaka aktaracağım sizlere. Dicle Haber Ajansı çalışanları Erciş'teki bir haberi yapmaya çalışırken gözaltına alınıyorlar; İdris Yılmaz kaburgası kırılarak gözaltına alınıyor, daha utanç vericisi Vildan Atmaca da çıplak aramaya tabi tutularak gözaltına alınıyor.
İşten atılma sayısını ifade etmeye gerek yok.
Kayyum uygulamalarının bir kıyıma dönüştüğü çok açık, çok net ortada.
Basın kartıyla ilgili yönetmelikte yapılan değişiklikle basın kartı verilmesine dair kararın işlediği mekanizmada basın kuruluşlarının temsilcileri çıkartılıyor. Bütün bu uygulamalar ne yazık ki Türkiye'nin basın özgürlüğü karnesinin son derece kötü bir yere taşınmasının sebeplerinden birisi. Örneğin, Twitter içerisinden, Twitter'dan, Twitter yönetiminden içerik engellenmesi başvurusunun en yüksek olduğu ülke Türkiye. Yine, basın özgürlüğündeki geriye gitme hızı açısından Türkiye ilk 3 ülke arasında geliyor, bunlardan 1'incisi Tayland, 2'ncisi Ekvador, 3'üncüsü de Türkiye. Türkiye sıralamada 197 ülke içerisinde 134'üncü sırada. Bu tablo yine cezaevindeki gazeteciler sayısı açısından da birincilik düzeyinde.
Tek tek hepsini saymaya vakit yok ama açık bir tabloyla karşı karşıyayız. Türkiye'de gazeteciler keyfî biçimde tutuklanıyor ve bu keyfî tutuklamalar doğrudan doğruya basın özgürlüğünün işlemesini, basın özgürlüğünün hayata geçmesini imkânsızlaştıran düzenlemeler, uygulamalar olarak devam ediyor. Ve eğer bir ülkede basın özgürlüğü bu kadar kolayca, bu kadar keyfî biçimde engellenir, bu kadar rahatça kısıtlanırsa o ülkenin sadece basın özgürlüğü kısıtlanmış olmaz çünkü ifade özgürlüğü bütün özgürlüklerin anası kabul edilir. Eğer bir ülkede ifade özgürlüğü kısıtlanıyorsa diğer özgürlüklerin var olup olmadığını konuşma ve tartışma imkânına bile sahip olamayız.
Çok açık bir fotoğrafla, çok net bir tabloyla karşı karşıyayız. Gazetecilerin -her ne yöntemle, hangi baskıya maruz kalırlarsa kalsınlar- uğradıkları haksızlıkları eğer bu Meclis bir araştırma konusu yapma ihtiyacı duymuyorsa yani bu tablo, bu fotoğraf, Türkiye'nin insan hakları karnesi, Türkiye'nin basın özgürlüğü karnesi, en azından son yayımlanan ilerleme raporunda altı çizilen noktalar bu Meclisi ilgilendirmiyorsa, bu Meclis bu konuda bir araştırma yapma ihtiyacı duymuyorsa o zaman Hükûmet programındaki denge denetleme kavramı doğrusu ne anlama geliyor? Bu Parlamento kendi içinden çıkan Hükûmeti başka nasıl denetleyecek ve nasıl çalışmalarıyla ilgili toplumda sağlıklı bir yaklaşımın gelişmesine fırsat verecek? Galiba, bu Parlamentonun üzerine düşen görevi yapabilmesi açısından, bizim de muhalefet partileri olarak iktidarın attığı olumlu adımları destekleyebilmemiz için, iktidarın da muhalefetten gelen olumlu önerileri parti disiplini kavramının arkasına saklanmadan araştırma ve yüzleşmeyi göze alması gerekiyor.
Sayın Başkan, son bir şeyi izninizle eklemek istiyorum. Bu faili meçhullerle ilgili bir polemik yapıldığı için sadece hatırlatma ihtiyacı hissediyorum.
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)
AYHAN BİLGEN (Devamla) - Bütün vakaları bir tarafa bırakalım.
Sayın Başkan, bir dakika süre verir misiniz?
BAŞKAN - Sistem böyle kilitlendiği için açamıyoruz, isterseniz yerinizden tamamlattırabilirim.
AYHAN BİLGEN (Devamla) - Peki, o zaman sadece şunu söyleyeyim.
BAŞKAN - Zapta geçiyor zaten, siz buyurun.
AYHAN BİLGEN (Devamla) - Tamam.
Roboski'de 34 kişi bundan dört yıl önce hayatını kaybetti, dört yıl oldu. Yani, önümüzdeki ayın 28'inde dört yıl tamamlanmış olacak.
BAŞKAN - Teşekkür ederim Sayın Bilgen.
AYHAN BİLGEN (Devamla) - Bu 34 kişinin çoğu çocuktu ve yargılanan bir tek kişi yok.
Teşekkür ediyorum. (HDP sıralarından alkışlar)