GENEL KURUL KONUŞMASI
Konu: 2016 Yılı Merkezi Yönetim Geçici Bütçe Kanunu Tasarısı münasebetiyle
Yasama Yılı:1
Birleşim:15
Tarih:16.12.2015

HDP GRUBU ADINA AHMET YILDIRIM (Muş) - Teşekkür ederim Sayın Başkan.

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; hepinizi saygıyla selamlıyorum. Halkların Demokratik Partisi adına 2015 yılı geçici bütçe yasa tasarısı için söz almış bulunmaktayım.

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; ülkelerin çoklu yıllardaki bütçeleri hazırlayış biçimi o ülkelerin idari sistemini, demokratik standartlarını, insan hakları karnesi ile kadın, gençlik, çevre, engelli bakış açılarını göstermesi açısından oldukça önemlidir. Bu evrensel değer yargıları ile bir ülkenin bütçe hazırlama süreci ve neticelenmesi arasında çok sıkı bağlar vardır. Halk için mi, yoksa devleti ve sermayeyi korumak ve büyütmek için mi bütçenin hazırlandığı ülkede hâkim olan demokratik standartları göstermesi açısından oldukça önemli verilerdir.

Türkiye gibi neoliberal ekonomilerin uygulandığı ülkelerde dış politikanın iç piyasaları ve döviz dengesini doğrudan etkilediği bilinmektedir. Orta Doğu'da kazanın kaynadığı son dört beş yılda AKP iktidarının dış politikadaki yanlışları ülkemizi birçok açıdan etkilemiştir, etkilemeye devam etmektedir. Yanlış dış politikalardan kaynaklı olarak İsrail, Suriye, Irak, İran, Mısır gibi komşu ülkeler ile son olarak Rusya'yla yaşanan problemler Türkiye ekonomisi açısından ihracat ve ithalat dengesini bozmuş, dövizdeki oynamalar nedeniyle ülkenin emeği ve kaynakları artan faiz ve dış borçlara boğdurulmuştur. Neredeyse iyi niyet ilişkisine sahip olduğumuz komşu ülke kalmamış, bu durum sadece güvenlik, savunma ve dış ilişkileri zedelemekle yetinmemiş aynı zamanda ekonomik açıdan da dış ticaret dengesini ülkemiz açısından altüst etmiştir.

Yaşanan son beş altı yıldaki küresel ekonomik krizin üzerine bir de kötü yönetilen dış politikaya bağlı olarak bölgesel krizde çok kötü bir noktaya gelinmiş olması zaten kırılgan olan ekonomiyi bir kriz noktasına getirmiştir. Kaldı ki ülkemizde hiçbir küresel ve bölgesel kriz ve bunun etkisi olmasaydı dahi, AKP'nin on üç yıllık iktidarının yanlış ekonomi uygulamaları neticesinde gelip dayanacağı yer, bugünkü tıkanma ve ekonomik problemler olacaktı. Çünkü, neoliberal politikalar kapsamında özelleştirme uygulamalarıyla sıcak para yaratma sürecinin sonuna gelinmiştir.

Dün de özellikle komisyonda tartışıldığı üzere, AKP iktidarı döneminde yapılan özelleştirmelerden ülkemizin yaratmış olduğu sıcak para sadece 60 milyar dolardır. Bu 60 milyar dolar bazı kamusal mal ve hizmetlerin satışından elde edilmiş olmakla birlikte, eğer, bugün aynı mal ve hizmetlerin tekrar kamulaştırılması durumunda bu maliyetle kurtarılmayacak kadar yüksek bir meblağla karşılaşacağımız için, özelleştirme politikalarının ülke ekonomisine çok da fazla bir hizmette bulunmadığı, katkısının olmadığını ifade etmek isterim.

Burada, özellikle AKP iktidarının on üç yıllık yanlış ekonomi politikalarının sonuna gelindiğini, ekonomide yaratılmış olan yapay bir bahar sürecinin tamamlandığını ve önümüzdeki dönemde Türkiye halklarını sadece demokrasi, özgürlükler, barış ve sosyal ilişkiler açısından değil, bunların yanı sıra özellikle başarısız yönetim neticesinde ekonomide de ülkemizi ve ülke insanlarını kötü günlerin beklediğini ifade etmek isterim.

7 Haziran seçimlerinde seçimin kaybedilmesi ve halkın çoğunluğunun desteğine mazhar olamama durumunun faturası anlaşılmaz bir biçimde çatışmasızlık, ateşkes ve çözüm sürecine kesilmiş; 2015 yılının ikinci yarısından itibaren Türkiye, planlı, kirli bir savaşın içine sokulmuştur. Başlayan çatışmalarla birlikte, Kürt sorunu barışçıl ve diyalog yöntemi yerine, aşırı güvenlikçi ve akan kanın, öldürülen gençlerin içerisinde bulunduğu bir cendereye bırakılmıştır.

Ülkemizde iki buçuk yıl boyunca devam eden çözüm sürecindeki barış ortamında ekonomik olarak neler yaşandı veya ekonominin seyri nasıl, hangi istikamette ilerledi birkaç örnekle ifade etmek istiyorum. İki buçuk yıl boyunca, bu barış ortamında, insanlar yarınlara daha güvenle bakabilmiş ve müteşebbisler daha uzun vadeli planlama ve yatırımlara girişmişlerdir. Ancak, 20 Temmuz 2015 tarihindeki Suruç patlaması ve sonrasında geliştirilen savaş ortamında sadece kaybettiğimiz, şüphesiz, en kutsi değerlerimiz olan canlarımız olmamış, sadece kaybettiğimiz mallarımız ve meskûn mahallerimiz olmamış; bununla birlikte, zaten kırılgan ve hassas dengeler üzerinde yürüyen ekonomi ile dezavantajlı koşullara sahip olan bölge ekonomisi tümden durma noktasına gelmiştir. Bir yandan, artan askerî harcamalar neticesinde yatırımların millî gelir içindeki oranı azalmış; diğer yandan, bozulan istikrar ortamı sonrasında iç ve dış ticaret dengesinin kaybedilmesi ülkeyi adım adım derinleşen ekonomik krizin içine sürüklemiş ve sürüklemeye de devam etmektedir.

Genel anlamda ifade edecek olursak, özellikle, dünya ekonomileri ile Türkiye ekonomisinin münasebetlerini göz önünde bulundurduğumuzda, Birinci ve İkinci Dünya Savaşı sonrasında, kapitalizm, 1945 ilâ 1970 yılları ve 1970 ilâ 2000 yılları olmak üzere iki farklı evre geçirerek kendini sürdürülebilir kılmanın araçlarını aramış, aramaya devam etmektedir. Yapısal olarak hegemonyayı büyütmekten ve bunun araçlarını üretmekten farklı bir yere tekabül etmeyen bu evreler, yani 1945-1970, 1970-2000 yılları arasındaki evreler, süreklilik isteğinden başka bir şey değildir. Ünlü filozof Gilles Deleuze kapitalizm analizlerinden birinde bu "sürdürülebilirlik" ve "kalkınma" sözcükleri için şu ifadeyi kullanmaktadır: "Kapitalizm, kendisi tarafından yaratılmış olan tahribatları telafi etme rejimidir." Her kriz döneminde bohçaya yama yaparak sürekliliği devam ettirme çabası kapitalizmin şanındandır. İkinci Dünya Savaşı sonrası üretime dayalı kapitalist sistem, aynı dönemlerde ekonomi literatürüne "kalkınma" sözcüğünü kapitalizmi küresel anlamda yaymak için almıştır.

İnsanların, kapitalistlerin, özellikle de Batı dünyasında uygulanmış olan kapitalizm biçiminin bütün zararlarını gördüğü neoliberal politikaların artık iflas etmesinin test edildiği süreçten sonra, AKP iktidarı, başta ABD olmak üzere, Batılı ülkelerin bırakmış olduğu sistemleri, tahribatlar ve deneyimler göz önünde olmasına rağmen, ülkemizde 2002'den sonra uygulamaya başlamış ve şirin gösterilerek hazırlanmış olan kapitalizmin öz sözcüğü "kalkınma" adı altında bir de Kalkınma Bakanlığı kurulmuştur.

Ekonomiyi büyütme odağına dayanan sanayileşme ve modernleşme esprisiyle az gelişmiş ülkelerin çok gelişmiş ülkeleri yakalamaları üzerine kurulan kalkınma planları her seferinde değişmek zorunda kalmış, hazırlanan kalkınma programlarının hiçbirinde ama hiçbirinde hedef tutturulamamıştır. Her ülkenin özgün koşulları olmasına rağmen, sonuçları görülmemiş sistemleri ülkelerine uygulamaya kalkan ülkelerde toparlanamadan yeni krizler patlak vermiştir.

1970'den sonra köklü değişikliklerle üretim odağından finans odağına kayan kalkınma modellerinin en uzun süre uygulanan ve hâlâ uygulanmaya devam edilen modeli ise neoliberal kalkınma modelidir. 1980'ler ve 1990'lar, ABD ve birçok Batı ülkesinde neoliberal kalkınma politikalarının uygulandığı yıllar olmuştur. Bu kalkınma programına göre özelleştirmeler, kamu hizmetlerinin daraltılması ve kamusal alanın küçültülmesi, ücretler üzerinde oluşturulmuş olan baskılar, dış ticaretin ve sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesi gibi piyasa yönelimli uygulamaları merkezine almıştır bu kalkınma hamleleri. Sermayeyi merkezine alan ve yerelin özgünlüklerini düşünmeden sermayeye boğdurtmaya çalışan ekonomideki büyümenin hegemonyasını sürdürme politikasını dikkate almayan her planlama belli bir yerde patlak vermiştir veya vermek zorundadır. Sermayenin büyümesi ve sürdürülmesi ilkesiyle yapılan tüm bu değişik kalkınma modellerini ise halka demokrasi kavramı içerisinde pazarlamak oldukça ironiktir. Olabildiğince siyasal alan içinde demokrasi kavramıyla ilişkilendirme ise siyaset kurumunun kurnazlığından başka bir şey değildir. Yasalar önünde özgür ve eşit olarak kurgulanan demokrasi, ekonomik alanda da bir eşitlik ilkesiyle buluşturulmadığı müddetçe söylemde ve yasalar üzerinde kalacaktır. Yazılı metinler üzerinde kalmış olan ve normal yaşamda karşılığını bulmayan bu demokrasi kılıfı altına sığdırılmış olan kalkınma hamleleri özellikle başarısız olmaya, birçok dünya deneyiminde olduğu üzere, mahkûmdur.

Ekonomide de birikimin adaletli bölüşümü ve emeğin değerinin teslimi asıl sürdürülebilir model olacaktır. Nitekim, günümüzde de farklı coğrafyalarda neoliberal kalkınma modeline alternatif geliştirilen kalkınma modelleri olmaktadır. Fakat bunların hepsindeki temel sorun, sermayeyi koruma ve kapitalizmi sürdürme eksenlidir. Bu yüzden de tüm modeller bir yerden patlak vermektedir. Ekonomik sıkışmışlıklardaki takvim ise gün geçtikçe daralarak kendini hissettirmektedir.

Halkların Demokratik Partisi olarak, özellikle neoliberal politikalar yerine tahkim edilmeye çalışılan bu kalkınma modellerinin yerine demokrasiyi yaşamın tüm alanlarına taşıyabilecek, yerelin tüm hassasiyetlerini dikkate alarak kurgulanacak en gerçekçi alternatif ekonomik model öz yönetim modelidir diyoruz. Merkezin tüm karar alma mekanizmalarında yerel hassasiyetlerin dikkate alınması, sistemin içinde bulunduğu kriz durumundan da çıkış yoludur aynı zamanda.

Ekonominin demokratikleşmesinin asli unsuru olan öz yönetim birimleri, aynı zamanda meta ilişkilerini aşarak bir toplumsal gelişme projesinin ve demokrasinin yerleşik hâle getirilmesinin esas unsuru hâline getirilebilir. Bugüne kadar kalkınma deneyimleri geç kapitalistleşen coğrafyaların ve ülkelerin sorunlarının derinleşmesi ve bu ülkelerde de deneyimlenmiş sorunların tekrar yaşanması sonucunu kaçınılmaz kılmıştır. Konut fazlasının olduğu yerlerde hâlâ ülkemizde evsizlerin bulunması, iş gücüne ihtiyaç olan yerlerde işsizler ordusunun var olması, likidite fazlasının olduğu yerlerde milyonlarca yurttaşımızın borçlu olması, karşılanamayacak ihtiyaçlara dönük kurulan yaşam tarzları ve hayal kırıklıkları bu sistemin geldiği noktanın kırılgan noktalarından sadece bazılarıdır.

Reel ihtiyaçları gözeten yapılaşma, belirlenmiş alanlara hitap edebilecek emek gücü, gerçek ve gerçeklik arasındaki makasın kapanabileceği beklentiler dünyasını kurgulayan öz yönetim modeli tüm mevcut sistemlere cevap niteliği taşımaktadır.

Burada eğitimde, özellikle iktidar olunan yıl sayısı kadar farklı model geçirmiş bir ülke gerçekliğiyle karşı karşıyayız. Çocuklar ve gençlerimizle eğitimde oynanan model değişiklikleriyle eğitim sistemimiz yazboz tahtasına dönüştürülmüş; üniversitelerdeki özelleştirmelerle güvencesiz ve kontrolsüz bir akademi ortamı yaratılmış; sağlıkta özel hastaneleri teşvik eden, nitelikli eğitim veren tıp fakültelerindeki öğretim üyelerini küstüren ve özelin kucağına iten bir sistemle nitelik kaybolmuş; enerjide ekolojik tüm unsurlar görmezden gelinerek hegemonik bir bakış açısıyla termik ve nükleer enerjiye yönelinmiş, HES'lerle doğa tahrip edilmiş, güvenlik barajlarıyla canlıların habitat alanları yok edilmiş; güvenlikte sömürgeci bir anlayışla, Kürtlerin yoğun yaşadığı iller başta olmak üzere, bütün ülke talan edilmeye, halk ile devlet arasındaki duygu makası açılmaya devam edilmiş; dış ilişkilerde "değersiz yalnızlık" dönemine geçilmiştir. Bu kadar olumsuz faktörü üzerinde planlama yaparak bile bir araya getirmek zor iken AKP, tüm alanlarda olumsuzlukları halkın başına sarmıştır.

Bunlar içerisinde, özellikle, bütün özel hastanelerden bütün yurttaşlarımızın sağlık hizmeti alacağı vaadiyle çıkılan yolda, 2002'ye göre sağlıkta daha fazla vergi ve harcama kalemi yurttaşlarımızın omzuna ve sorumluluğuna yüklenmiştir. Tüm bunlar olurken halk gittikçe fakirleşmeye, zenginler ise gittikçe zenginleşmeye devam etmiştir.

Türkiye'nin dünyada gelir bölüşümünün adaletsiz dağıtıldığı ülkeler sıralamasında en üst sıralarda yer alması, gerçekten, üzerinde ülkemiz açısından düşünülmesi gereken bir konudur. Çünkü Türkiye'nin bir gelir sorunu yoktur, gelirin adaletli bölüşüm sorunu vardır. Gelirin adaletli bölüşümünde Türkiye, OECD ülkeleri arasında Şili ve Meksika'dan sonra sondan 3'üncü sırada bulunmaktadır. Tekrar ediyorum: OECD ülkeleri içerisinde gelirin adaletli bölüşümü sıralamasında Şili ve Meksika'dan sonra Türkiye, sondan 3'üncü sırada bulunmaktadır. Gelirin adaletli dağıtılmadığı yapılan çalışmalarla da net bir biçimde ortaya konmuştur.

Bununla birlikte, Credit Suisse raporuna göre de dünyada servet bölüşümünün en adaletsiz olduğu ülkeler sıralamasında Türkiye, 6'ncı sıradadır.

AKP hükûmetleri süreci içerisinde, 2002'den 2015'e kadar, yoksul daha fazla yoksullaşmış, zengin ise daha fazla zengin pozisyona gelmiştir. Yoksul ile zengin arasındaki makas onarılmaz bir biçimde açılmıştır. Sadece bir örnek üzerinden hareketle bu düşüncemizi desteklemek isteriz, 2002 yılında Türkiye'nin en zengin yüzde 1'lik kesimi ile geri kalan yüzde 99'luk kesimi arasındaki servet birikiminin dağılımı. En zengin yüzde 1'lik dilim 2002'de sadece servetin yüzde 39,4'üne sahipken bugün 2015 yılında Türkiye servetinin yüzde 54,3'ü Türkiye'nin en zengin yüzde 1'lik kesimi arasında bölüştürülmüştür. Makas bu kadar açılmıştır. Düşünün, ülke servetinin yüzde 54,3'ü nüfusun yüzde 1'inde, geri kalan yüzde 45'iyse yüzde 99'luk nüfus arasında bölüşülmüştür.

Son olarak ifade etmek isterim ki, savaş ekonomisinin giderek kendini ülkemizin gündemine sokmaya başladığı, kentlerin bir viraneye, harabeye dönüştürüldüğü, bunların zararlarının yeniden tazmininin özellikle ülke emekçilerinin alın terinin tekrar buralara harcanmak zorunda kalınması, akademisyen, eğitimci, sağlık personelinin artırımından daha fazla son yıllarda güvenlik personelinin sayısının artırılması ve önümüzdeki dönemde en büyük kaygımız o ki silah harcamalarının, savunma harcamalarının giderek artacak olması, savaşın yakıcı gerçekliğini, şüphesiz yitip giden canlarla kıyaslamak doğru değil ama ekonomik olarak da ülkemizi bir çıkmaz içerisine sokacaktır.

Tüm bunların dışında özellikle başlatılan savaş konseptinin bu ülkeye maliyetiyle ilgili çarpıcı bir rakam daha vermek isterim.

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

BAŞKAN - Sayın Yıldırım, ek süre uygulamamız yok biliyorsunuz. Bunu bugün açıkladım, dün de ifade etmiştim.

AHMET YILDIRIM (Devamla) - Sayın Başkan, çok kısa ek süre... İki cümle...

BAŞKAN - Hiç ek süre uygulamamız yok Sayın Yıldırım. Lütfen...

İDRİS BALUKEN (Diyarbakır) - Söyleyin, tutanaklara geçsin.

AHMET YILDIRIM (Devamla) - Mayıs ile Ekim 2014 yılları arasındaki beş ayda savunma ve güvenlik harcamaları 26 milyar TL iken aynı dönemin 2015 harcamaları 31 milyar TL. Yani savaşın kamuya ek maliyeti 5 milyar TL artmıştır. Buna savaştan dolayı yükselen kurun, yükselen faizin iç ve dış borç stoklarına maliyeti, turizm gelirleri kaybı, borsa değer kayıpları gibi dolaylı maliyetleri de eklersek savaşın ülkemize maliyetinin 150 milyar TL'yi aşacağını ifade etmek isterim.

Bu sebeplerle 2016 geçici bütçe yasa tasarısına Halkların Demokratik Partisi olarak muhalefet edeceğimizi ifade etmek istiyorum.

Divanı ve Genel Kurulu saygıyla selamlıyorum. (HDP sıralarından alkışlar)