GENEL KURUL KONUŞMASI
Konu: 2016 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Tasarısı ile 2014 Yılı Merkezi Yönetim Kesin Hesabı münasebetiyle
Yasama Yılı:1
Birleşim:45
Tarih:26.02.2016

MHP GRUBU ADINA OKTAY VURAL (İzmir) - Teşekkür ederim Sayın Başkan.

Çok değerli milletvekilleri, Milliyetçi Hareket Partisi Grubu adına görüşlerimizi yüce Meclisle paylaşmak için huzurlarınızdayım, hepinizi saygıyla selamlıyorum.

Konuşmama, bundan yirmi dört yıl önce Hocalı'da Rus ve Ermeni silahlı kuvvetleri tarafından vahşice katledilmiş 613 Azerbaycan Türkü'nü anarak başlamak istiyorum. Maalesef, bugün aynı zamanda Rusya'nın Kırım'ı işgalinin 2'nci yılıdır ve bugün ne hazindir ki Hocalı'da yaşanan katliamın benzerini hem Azerbaycan'da hem Kırım'da gerçekleştirenler, aynı zamanda Türkmenlere karşı da yaşatmaktadır. Hocalı nasıl ki millî şuurumuzda büyük bir acıysa bugün Türkmen Dağı'nda da aynı acıyı yaşamaktayız. Allah, Hocalı ve Türkmen Dağı şehitlerimize rahmet eylesin. Azerbaycan'a, Türkmen Dağı'na ve Kırım'a selam olsun: Bir kere yükselen bayrak bir daha inmez!

Bu görüşmeleri Türkiye'ye dönük içeriden ve dışarıdan ağır tehditlerin olduğu, şehit vermediğimiz bir günümüzün bile olmadığı bir ortamda gerçekleştiriyoruz. Bu vesileyle, terör saldırılarında hayatlarını kaybeden vatandaşlarımıza, aziz şehitlerimize Cenab-ı Hak'tan rahmet diliyorum. Umarım, bu görüşmeler aziz milletimizin huzur ve mutluluğu için hayırlara vesile olur, paylaşılan fikirler doğruyu ve daha iyiyi bulma yolunda Hükûmete ışık tutar; temennim budur.

Bütçe görüşmeleri yalnızca iktisadi tartışma zeminleri değildir. Hedef insandır, toplumdur; amaç dirliktir, düzenliktir, güvenliktir, mutluluktur, iştir, aştır; kaygısız bir hayat, müreffeh bir yaşantı, daha iyi bir gelecektir. Bunlara hizmet etmeyen veya etmekten uzak kalan bütçelerin halkın yararına olduğunu söylemek mümkün değildir. O hâlde, gelecek yılın bütçesini konuşurken geçen yılların bütçelerinin ülkemize getirdiklerine ve ülkemizin rekabet gücüne kattıklarına bakmak lazımdır. Zira, dünya, milletler mücadelesinin sahnesidir. Bu mücadelede zafere ulaşabilmek için her bakımdan kuvvetli bir millet olmak lazımdır; sosyal, siyasi ve ekonomik yapısını millî şartlara uydurmak zorunluluğu vardır. Bu itibarla, uluslararası rekabet gücünü hedeflemeyen bir politik ekonominin bu mücadelede başarılı olması mümkün değildir.

Millî refah üretilir, miras kalmaz. Küresel rekabetin artan dünyasında milletler daha önemli hâle gelmiştir. Millî değerler, millî kültür, millî ekonomik kurumlar, millî yapılar, millî tarih, bunların hepsi rekabetçi başarıya katkı sağlamaktadır. Bu bakımdan, mesele sadece dün ile bugün arasında ve yalnızca Türkiye ekseninde bir durum tespiti olmamalıdır. Dünya milletler ligindeki konumumuzu ele almak, dünyayla kıyaslamak lazımdır: El nerede, biz neredeyiz?

"Geliştik, kalkındık." nutukları Hükûmetten en çok duyduğumuz sözdür ama Türkiye insani gelişmişlik sıralamasında dünyadaki 188 ülke arasında 72'ncidir.

"Müteşebbisi dünyaya açtık, her yerde varız." sözleri için baktığımızda, Küresel Rekabet Endeksi'nde 140 ülke arasında 51'inciyiz.

Her yıl oyuncak gibi oynanan eğitim sisteminin kalitesi sıralamasında ise 80 ila 90 arasında gidip geliyoruz.

Bu, kâfi gelmediyse Hükûmetin o çok sevdiği demokrasi ve millî irade değerlerine bakalım. Türkiye, demokrasi ekseninde Nikaragua ve Uganda'nın gerisinde, 97'nci sırada.

Hani Hükûmetimiz yoksulun yanında, haramzadenin karşısındaydı ya, öyle deniyordu; o hâlde Dünya Yolsuzluk Endeksi'ne bir bakalım, öyle mi. Bunda ayakkabı kutuları ile vakıf haraçları dikkate alınmış olmalı: 168 ülke içinde 66'ncı sıraya düşmüşüz. Demek ki neymiş? Devlet malı denizmiş.

Hukuk skandalları hepimizin malumu. Bir mahkûm, bir serbest; bir tutuklu, bir tahliye. Hepimiz makul şüpheli; çarkı hukuk düzeni. Yargı bağımsızlığına yönelik istatistik tam da bunu gösteriyor, dünyada ilk 100'ün gerisine düşmüşüz. Hukukun üstünlüğü endeksinde yerimiz 102 ülke arasında 80'inci; basın özgürlüğü endeksinde 197 ülke arasında 134'üncü yani "özgür değil" kategorisine düşmüşüz, Zimbabve ve Zambiya'dan bile gerideyiz. Demek ki ülkemizde hukuktan daha üstün olan başka şeyler de var. Bu rakamların ortaya koyduğu gerçek on dört yılda AKP'nin ülkemizi getirdiği gerçeklerdir.

Bu rakamlar arasında insanımızın mutlu olduğunu söylemek zordur. Zaten dünya mutluluk liginde Türkiye 158 ülkeden 78'inci sırayı almıştır.

Bu rakamları sıralayınca iktidar partisi vekilleri "Bizi bütün dünyayla mukayese etme, daha dar ölçekte yorumla diyebilirler." OECD'nin 36 ülkesindeki durumumuza bakalım: Eğitimde 34'üncüyüz, gelir dağılımında 35'inciyiz, bir iş bulma ve barınmada 36'ncıyız yani sonuncuyuz, sağlık hizmetlerinde 30'uncuyuz, güvenlikte 28'inci, çevre korunmasında 32'nciyiz; 36 ülke içinde servetin en adaletsiz paylaşıldığı 33'üncü ülkeyiz, bizden kötü olanlar Meksika ve Şili.

AKP döneminde gelir dağılımında ilk yüzde 20'lik dilim ile son yüzde 20'lik dilim arasındaki fark 7,7 kata çıkmıştır. 2014 yılında kullanılabilir gelirin yüzde 31'ini en zengin yüzde 10'luk kesim alırken en yoksul yüzde 10'luk kesimin aldığı pay sadece 2,3'tür. Toplanan servet içinde nüfusun yüzde 90'ının payı yüzde 22,3'e gerilerken nüfusun yüzde 1'inin payı yüzde 54,3'e yükselmiştir. İşte, Adalet ve Kalkınma Partisinin adaleti de, kalkınması da bunu gösteriyor. Yoksul daha yoksullaşmış ve on üç yılın sonunda da daha küçük bir azınlığın elinde servet toplanmıştır. Aslında, Sayın Maliye Bakanı ekonominin gidişatından memnun olmadığını Financial Times'a açıklamıştır.

Değerli milletvekilleri, bugün 14'üncüsünü görüştüğümüz bütçeyle 2016 yılına Sayın Davutoğlu'nun 3'üncü, partisinin 7'nci Hükûmetiyle girmiş oluyoruz. Tabii, bir bütçe yılı içerisinde bütün sorunları çözmenin insafla bağdaşmayacağı düşüncesindeyim ama 2002 yılından bu yana on dört yıldır iş başında olan bir partinin bir Hükûmetinin yapamadıklarını mazur görmemizi sağlayacak mazereti yok, yapacaklarını da gözü kapalı benimsememize yönelik dayatmaları olmayacaktır. Bugün bu Hükûmetin vadettiği her şey, neyi "Yapacağım.", "Yaparım." veya "Yaparız." diyorlarsa geride, on dört yılda önceki Başbakanın yapamamış olduklarının itirafı demektir. "Hizmette devamlılık vardır.", "Çıraklıktı, kalfalıktı, ustalıktı." diyerek gerekçe uydurmak bu gerçeği değiştirmeye yetmeyecektir. Burada Hükûmetin sözcüleri elbette neler yapacaklarını anlatmışlardır, yapacaklarını da anlatacaklardır ama bugüne kadar yaptıklarına bakarsak şu anlaşılıyor ki: Esenlik ve güvenlik sağlanamayacaktır, teröristin hakkından gelinemeyecektir, şehitler üzerinden canilerle pazarlıklar devam edecektir, onurlu dış politika yine oluşturulamayacaktır, vatandaşın karnı yine doymayacak, ucuzluk yine gelmeyecektir; sınav sahtekârlıkları devam edecek, namuslu bir yönetim yine görülmeyecektir; dış politikada ise yine ardı ardına iflaslar yaşanacaktır, yüz yüze gelindiğinde mütebessim çehrelere boyun eğilecek ama arkalarından "Ey Avrupa!" "Ey Rusya!" "Ey Amerika!" diye dizler dövülecektir. Liste bitmez, daha yüzlercesini size sıralayabilirim.

2015 yılı, tıpkı 2014 gibi Sayın Davutoğlu'nun Başbakanlığıyla geride kaldı. 2014'ün öncesi de 2002'ye kadar AKP'nin güdümünde. Bu dönemin gelin karanlık sayfalarını hatırlayalım hep beraber:

Türkiye'nin her yanında birbiri ardına patlayan canlı bombalarla hayatını kaybeden masum insanlar.

Canlı bomba faillerini patladıktan sonra yakalayabileceklerini söyleyen yöneticiler.

Teröristle müzakere etmenin mukadder neticesi olarak ölümlerin, yıkımların tırmandığı yangın yerine dönmüş Türkiye gerçeği.

Eline geçirdiği kanlı pazarlık fırsatını müzakerede kullanmak için yeniden saldırıya geçen PKK'nın neden olduğu şehit ve yaralı haberleri.

"Kucaklarız." diyerek davet edip ondan sonra ortada bırakılan, insan tacirlerinin eline düşerek denizlerde boğulan sığınmacılar ve masum çocukları.

Hayatın her alanında yaşanan zamlar, sıkıntılar, yokluklar, yoksulluklar, pahalılık, çığ gibi büyüyen ekonomik ve sosyal sorunlar.

Türkiye'nin geleceği üzerine bir dargın, bir barışık filmini oynayan, bölücülerle "terörist" dedin, demedin üzerine yapılan ağız dalaşları.

Dün ömür boyu mahkûmiyetle tutuklananların bugün salındığı, onları yargılayanların ise tutuklandığı, emsali olmayan bir adalet garabeti.

Her gün şaibeli bir sınavın ortaya çıktığı, en aşağılık suçların işlendiği, kadınlara yönelik şiddetin arttığı toplumsal çözülme.

Ayakkabı kutularında, evdeki kasalarda çıkan haram paraların suçüstü yapılan sahiplerini yüce Meclis çatısında aklama arayışları.

Kendi halkını aşağılayan, seçmenini suçlayan, vatandaşın fikirlerini mahkemelere veren hoşgörüsüzlüğün kök saldığı kutuplaşma.

Kendisinde güç vehmedip komşu ülkelerdeki kargaşalara bulaşarak düştüğü batakta sağdan soldan destek arayan acziyetin çırpınışları.

Bizi var eden, millet ve devlet hayatımızın direnç ve emniyet mekanizmalarının, devamımızı sağlayan hukuki ve sosyolojik koruma kalkanlarının teröristlerle pazarlıktan çıkan sonuçlara göre yıkılmaya çalışılması.

Belki de en önemlisi, bin yıllık aziz vatan topraklarındaki varlığımızın jeopolitik teminatı olan millî kimlik, millî varlık ve millî güvenlik dinamiklerinin yerlerinden oynatılmış olması.

Geriye dönüp baktığımızda, bunlardan başka yapacağımız bir tespit yoktur. Şimdi, içinizden bazılarının "Biz bu kadar kötüysek, kötü de yönetmişsek bunca yıldır hükûmet olmayı nasıl sürdürüyoruz?" dediklerini duyar gibi oluyorum. Bunun cevabını ise milletimizin gerçekleri görmemesi için oluşturduğunuz algı operasyonlarında, elinizdeki medya gücünün karalama kampanyalarında, menfaat odaklarıyla yaptığınız iş birliklerinde, kendinizi kurtarmak adına sınır tanımaz istismar yeteneğinizde, her gün yeni bir çehreyle verdiğiniz görüntü ve ikircikli siyasi meşrebinizde, çıkarlarınıza eklemlediğiniz küresel kampanyaların tesirinde aramak gerekiyor.

Sayın milletvekilleri, bugün Türkiye'nin önünde aşılması gereken 4 temel sorun alanı vardır: Bölücülükle ve terörle mücadele, küresel girdaptan çıkış yolu arama, toplumsal barış ve kucaklaşmayı sağlama, ekonomik darboğaz olan orta gelir tuzağından kurtulma ve uluslararası rekabet gücü kazanma. Bunların aşılması için ihtiyaç olan ilk şey, ahlaklı ve akıllı bir millî idaredir. Bugün, Türkiye, geçen günlerde Sayın Gül'ün itiraf ettiği gibi tarihinin en zorlu günlerini yaşamaktadır. Cumhurbaşkanı ve Başbakan da Türkiye'nin bir beka sorunuyla karşı karşıya olduğunu tekrarlamıştır. Yani, ülkemiz ve milletimiz bir var oluş, yok oluş mücadelesiyle yüz yüzedir. Bunları söyleyenler yabancı bir ülkenin diplomat ve devlet adamları değildir, her 3'ü de on dört yıldır AKP'nin siyasetinde başrol oynamış, Dışişleri Bakanlığı, Başbakanlık ve Cumhurbaşkanlığı yapmış veya yapmakta olan isimlerdir. Bunlara inanmak zorundayız. Biz, bu Hükûmetin yıkıcı tasavvurlarını bir beka meselesi olarak eleştirirken onların da bizlerle aynı tehlikeyi görmüş olmasını önemseriz. Demek ki bu uyarıları kendileri için yaparken iddia ettikleri gibi paranoya içinde değilmişiz. 5 Eylül 2012'de "1 metrekarede bile kontrolü kaybetmiş değiliz." diyen Cumhurbaşkanı Erdoğan, 10 Şubatta yaptığı bir konuşmada şehitlerimizin acı kaybını gerekçelendirmek için son derece talihsiz ve ürkütücü bir söz sarf etmiş, şehitlerin bu toprakları yeniden vatan yapmak için verildiğini açıklamıştır.

Sayın Başbakana sorumuz şudur: PKK terörüyle mücadele eden bu topraklarımızı siz de Cumhurbaşkanı gibi yeniden kazanılması gereken, kaybedilmiş topraklar olarak mı görüyorsunuz? Kanlı örgütün atılması için verilen mücadelenin zemin bulduğu memleket köşelerinde gerideki bin yılda verdiğimiz şehitlerin vatanlaştırdığı bu kutlu beldeler ne zaman vatan olmaktan çıktı ki bugün verdiğimiz şehitler yenilemiş olsun? Bugün bir beka ve yeniden vatanlaşma sorunuyla karşı karşıya isek bu ülkenin geleceğine dönük bu derece ciddi tehditlere maruz bırakanlar bu kişiler değil midir? Düne kadar "bölgesinde sözü geçen ülke" denilerek övünülen Türkiye'den, şimdi beka seviyesinde tehlikelerle kuşatılmış olduğu söylenen Türkiye'ye nasıl ve kimlerin sapmalarıyla girildiğini sorgulamayalım mı?

Değerli milletvekilleri, bu zorlu sürecin mutlaka dış aktörleri vardır ve bunlar, öteden beri devletimiz ve milletimiz üzerinde emeller beslemektedir. Bu nedenle, Orta Doğu'yu iç savaşa ve yıkıma götüren ve ülkemizdeki terörü azdıran sebeplerin idare merkezlerini başka ülkelerde elbette arayalım ama onların bizim hakkımızda kötü düşünmeleri tek başına bir anlam ifade etmez, bu her devirde olagelmiştir, olmaya devam edecektir. Asıl sormamız gereken sorular şunlar olmalıdır: Bu tarihî emeller hangi boşluktan yararlanarak neden şimdi karşımıza çıkmıştır? Bu odaklar kendilerini harekete geçiren fırsatları nereden ele geçirmişlerdir? Bu emellerin uyanmasına neden olan stratejik zafiyet kimlerin yanlışıyla ortaya çıkmıştır? Türk milletinin varlığına yönelik saklı duran tarihî emelleri yattığı yerden dürte dürte uyandıran hangi zihniyetin temsilcileridir? Oyun kurucu olacağım derken bırakınız yedek oturmayı sahaya bile giremeyip top toplayıcı hâline gelenler kimlerdir ve bu tuzağa nasıl düşmüşlerdir? Eğer bir akıl ve vicdan tutulması yaşanmıyorsa bütün bu soruların işaret ettiği fail, AKP hükûmetleri ve yönetici kadrolarıdır. On beş yıllık küresel gelişmeleri doğru okursanız Türkiye bu iktidarla beraber zaten büyük bir oyunun içindedir. 1920'lerde Türklüğün direnişiyle yarım kalan bu tarihî projenin doksan yıl sonra zemin ve hayat bulması için oluşan denklemde 7 şey gerçekleşmeliydi.

İlki: Irak'ın çözülmesi ve takatsiz kalması.

İkincisi: Suriye'nin yıkılması ve dağılması.

Üçüncüsü: Orta Doğu'daki Kürt kartının kullanılması.

Dördüncüsü: Türkiye'ye yönelik güvenlik ve terör tehdidinin oluşturulması.

Beşincisi: AKP'nin bu küresel projede muharrik olarak kullanılması.

Altıncısı: Türkiye'nin millî kimlik, güvenlik ve ülke şuurunun tahrip edilmesi.

Yedincisi: Emperyalist mihrakların barış adına müdahalede katalizör olması.

Bunların tamamı bugün gerçekleşmiştir. Bugün AKP Hükûmeti, yalnız yaptıklarıyla değil yapmadıklarıyla da sürecin ilerlemesinde küresel güçler için en nadide parçadır. Bu itibarla, AKP'nin bugün içine düştüğü bataktan kurtulmak adına kendisine kalkan olarak Sevr hayallerini, Şark meselesini, dış güçleri, yabancı mihrakları seçmiş olması, biri HDP olan iki aktörlü senaryonun başaktörü, esas oğlan olduğu gerçeğini örtemeyecektir. Bu nedenle, ülkemizdeki çözüm sürecini, PKK'yla müzakereyi, Suriye'deki gelişmeleri, Irak'ın durumunu kapsayan iç ve dış politikaları oluşturan zihniyeti bir büyük senaryonun çok parçalı yapısı içerisinde yorumlamak gerekir.

Elbette en önemli tehlike bölücülük ve bölücü terördür. Unutulmasın ki PKK ve siyasi uzantıları, kökü ve kumandası dışarıda emperyalist projelerin iş birlikçileridir, taşeronlarıdır. Hükûmetin gerideki yıllarda bölücülüğü hukuken tescillenmiş odaklarla yakından muhabbeti, birbirleriyle yarış içinde olmaları bilinmeyen bir şey değildir. AKP ve HDP'nin İmralı canisinin yıkım listesini müzakere ederek Dolmabahçe Sarayı'nı kullandıkları ve devlet ile milletin birlik ve bütünlüğüne kasteden bir manifesto yayımladıkları da hepinizin malumudur. Şimdi, dün kucaklaştıkları bu dostlarının bugün bir teröristin cenazesini ziyaret ettiği ortaya çıkmış olduğu için dokunulmazlıklarının kaldırılmasını istiyor olmalarından mutluluk duyarız. Silahlı teröristlerle mücadele ederken politik terörist ve yapılarla hukukun kudretini göstererek de mücadele etmek gerekir. Yüce Mecliste böyle bir zihniyetin ve yapının yeri olamaz. Cumhurbaşkanının bu çıkışı ümit ederiz ki bilinen, ikircikli tavrının yeni bir örneği değildir. Peki, AKP kadrolarının 40 bin kişinin katili olmuş mahkûm bir teröristbaşının dirisine yaptıkları hürmeti ve hücresinde gösterdikleri muhabbeti, teröristleri devlet töreniyle karşılamalarını nasıl cezalandırmak gerekecektir? (MHP sıralarından alkışlar)

Değerli milletvekilleri, AKP kadrolarının PKK ve bölücü terör ve bölücülüğe yaklaşımını esastan tanzim eden ana parametreler bu zihniyetin kurtulamadığı ön yargılarıdır. Bu kadrolar cumhuriyeti kurulduğu yıldan bu yana antitezleri gibi algılamışlar, Türk merkezli oluşan millet ve Türkiye merkezli oluşan devlet teşekkülüne ve muasırlaşma projelerine haklı veya haksız muhalefet ederek bugünlere gelmişlerdir. Bunlar Anadolu'daki büyük Türk milletinin bin yılını inkâr ederek cumhuriyetle teşekkül ettirilmiş yapay bir cemiyet gibi ele almışlardır. Devletin beka anlayışına aykırı düşmeye başlayan bu zihniyet, devlet erkinin kendini koruma adına aldığı tedbirlerle birlikte sistemle çatışır olmuş, giderek rejim muhalifi hâline gelmiştir. Bunlara göre, devlet geride kalan yıllarda ne yapmış ise hepsi lanetlenmiş, yapılmayanlar denenerek doğru bir yol bulunacağı sanılmıştır. Bunların tamamını 1991 yılındaki Erdoğan raporunda görmeniz mümkündür. PKK'yla mücadeleye bakış da bu tarihsel ön yargıların sonucunda değiştirilmiştir. Sözüm ona, bölücülük ve terörle mücadele o güne kadar alınan zorlayıcı tedbirlerin sonucuymuş gibi algılanarak terörle çatışmaktan vazgeçip "barış" denilen teslimiyet ve müzakere gerektiren bir süreç denenmiştir. AKP kendi ideolojik mücadele tarihinden anlamsız bir analoji yaparak terörün mevcudiyetini millet mefhumunda ve devlet yapısında aramış ve bunun sembolleri olan Türk'e ve cumhuriyete aykırı düşmüştür.

Bu projenin önünün açılması için iki ana unsurun ortadan kaldırılması gerekmiştir. Bunlardan birincisi ve en önemlisi, alt kimliklerin önünde engel sanılan millet ve milliyet mefhumu ile bin yıllık kardeşlik hukukudur. Bu tercih onları kaçınılmaz olarak millî kimliğe yönelik ağır tahribat denemelerine götürmüştür ama milletin vicdanında milliyet hissi o kadar köklü zemin bulmuştur ki millî tarihimizin sembollerine sığınmak zorunda kalmışlardır. Böyle bir yıkıcı tasavvurun hayat bulabildiği bir toplumun alt katmanlarında, içlerinde kuvvetli ama birbirleri arasındaki bağları zayıflamış olan alt kimliklerin kümelendiği kompartımanlarının bulunması kaçınılmazdır. Üstte ise dil ve inancın, ülkü ile kültürün ve vatanın buluşturduğu çok kuvvetli Türk milleti aidiyeti değil ama yalnızca coğrafyanın bağlamaya çalıştığı "Türkiyelilik" kavramı öne çıkarılmıştır. AKP'nin henüz "çözüm" denilen sürecini başlatmadan önceki yıllarda telaffuz ederek toplumu psikolojik olarak yıkıma hazırladığı ana tema işte budur, bu taarruzlarıdır. Bu pek çok alanda yaşadığımız algı operasyonudur, o tarihlerde de uygulanmıştır. Nitekim, bu emelin icrası olarak bölücülüğün meşru siyasi amaç sayılmaya başlanması, her konuşmada etnik kimliklerin sıralanması, terörü, teröristi, isyanları aklama çabaları, millî tarihimizi karalama kampanyaları, Mehmetçik'in, askerliğin, şehadetin, gaziliğin sorgulanması, teröristlere "sayın" denmesi gibi algı operasyonlarının hazırlıkları olmuştur.

AKP'nin yıkımın ön hazırlıklarını yaptığı bu süreçte, hançeri saplamak istediği millî kimlik olduğu için, o dönemde Türk millî kimliğinin en sadık savunucusu ve buna yönelecek tehdidin önündeki tek engel olan Milliyetçi Hareket Partisini doğrudan hedef almış olması bu yüzdendir. Ardından ve eş zamanlı olarak, dirileceği planlanan kimliklerin özgürce kendilerini ifade etmesine engel olacağını düşündükleri üniter devlet yapısı ve bunu düzenleyen anayasal güvenceler hedef alınmıştır. Bunun içinse anayasal vatandaşlığın millî kimlikle yer değiştirmeye zorlandığı bir propaganda dönemi başlamıştır. Artık, yıkım aktörleri, sürecin diğer ayağı olan devleti de sorgulatmaya başlamışlar, Türkiye'nin, etnik olarak ayrışırsa demokrat olacağı, millî birlik ve kimlik yıkılırsa demokratikleşeceği gibi söylemlerle isyanların meşru bir hak, bastırmanın ise zulüm addedildiği bir kampanyaya yönelmiştir. Nihai hedef, tek millet ve tek devlet esasına dayanan Türkiye Cumhuriyeti'nin birlik, bütünlük ve birlikte yaşama anlayışının yeniden tanımlanması, çok kimlikli, çok milletli, çok kültürlü, parçalı bir devlet yapısına evrilmesidir.

Millete, cahiliye dönemi zihniyetiyle, kabile gözüyle bakan anlayış, farklılıklarımızın zenginlik olduğu iddiasıyla ayrılıkları körüklemiştir. Oysa müştereklerin artırılmasıyla gelecek üzerine ittifak sağlanabilir. İşte, bu yüzden de Milliyetçi Hareket Partisi, AKP'nin yıkım mühendisliğinin açık hedefi ve algı operasyonu odağı hâline gelmiştir. Bugünlerde karşımızdaki özerklik, hendek, mayın, bomba, şehit, gazi gibi acı tablonun girizgâhı maalesef böyledir, unutmamak gerekiyor.

Muhterem milletvekilleri, PKK terörünü, baskı altında olduğu varsayılan kitlenin haklı tepkisi gibi görme yanlışına düşüldüğü anda, bu bakış tarzı AKP'yi bambaşka noktalara götürmüştür. Bu anlayış Kandil kadrolarına yeni cinayetler işleyebilmeleri için yeni ufuklar açmıştır. Yıkım aktörlerini bu temel yanlışa götüren faktör, terör örgütü değil de sivil toplum kuruluşu zannedilen PKK'yı haklı ve masum görme zafiyeti olmuştur. Hatta, terörün demokrasinin bir sorunu gibi olduğunu, bunun yansıması olduğunu, bugünlerde çok sevdikleri tabirle, PKK'yı "silahlı muhalif" gibi görmüş olmaları, taleplerinin karşılanması hâlinde silah bırakacaklarına dair onları büyük bir yanlışa sürüklemiştir.

Bir taraftan "Terör örgütü demeyeni muhatap almayız." derken PKK paçavrası taşıyanlarla üst üste yapılan toplantılar yıkım sürecini başlatmıştır. PKK'yı meşrulaştırma demek olan çözüm süreci kaçınılmaz olarak onunla ittifak yapılmasını gerektirmiştir. PKK'yla görüşmeler başladığı anda inisiyatif Hükûmetten uzaklaşarak örgütün eline geçmiştir. Bu el değiştirme sonucunda da ardı ardına gelen terörist taleplerinin yasalaşması için AKP seferber olmuştur ve PKK maşalarının talepleri "demokratik çözüm" adı altında birer birer hayata geçirilmeye başlanmıştır. Müzakereler tıkandığı anda basılan karakollarda şehit Mehmetçiklerimiz veya polislerimiz üzerinden yeni pazarlıklar başlatılmıştır. Hükûmet, terör tehdidi ile siyasi çözüm arasında kanlı bir kapana girerek seçeneksiz kalmıştır. PKK'yla yapılan iş birliği örgüte siyasallaşma, toplumsallaşma ve meşrulaşma hedefinde yeni kapılar açmıştır.

"Çözüm" denilerek girilen tuzakta çırpınan AKP hükûmetleri döngüye düşerek terörle mücadeleyi düşük dozda tutmaya başlamışlardır. Hükûmetin tanıdığı serbestiyet ortamını alabildiğine kullanan teröristler için heykeller dikilerek çözüm süreci anıtlaştırılmıştır. Girilen müzakerelerle bölücü taleplere cesaret verilmiş, terör üzerinden pazarlık yapmaları hâlinde yeni haklar elde edeceklerine dair umut verilmiştir. AKP zihniyeti başlattığı yıkım sürecindeki vebali dağıtmak için paydaşlar aramış, sanatçılardan, sporculardan, iş adamlarından yıkım kumpanyaları oluşturmuştur.

PKK'yla masaya oturma süreci Hükûmetin önüne yeni bir mecburiyet getirerek Kuzey Iraklı Kürt yöneticiler de yıkımın aracısı yapılmıştır. Hükûmet ve yıkım ekibi çözülmeyi topluma dayatmak için salon salon gezerken meydanı boş bulan teröristler dağlardan mahallelere inmiştir. AKP'nin talimatını uygulayan valiler, yolları kazan, hendekler açan, bombalar döşeyen teröristleri görmezden gelmişlerdir. Ne üzücüdür ki yaklaşık on yıllık yıkım sürecinin memleketimize maliyeti, binlerce can kaybı, on binlerce mağdur insan, yıkılmış, yakılmış evler, arabalar, okullar, resmî kuruluşlardır; diriltilmiş terör örgütü, cüret kazanmış bölücülük, israf edilmiş yıllardır; kardeşliği zedelenmiş toplum, terörün ağına düşen insanlar, kimliği örselenmiş milletimiz, birliği sarsılan Türkiye'dir.

Hâlâ yıkım sürecini övmeye devam eden İçişleri Bakanının Plan ve Bütçe Komisyonunda açıkladığı rakamların dehşetine bakınız. Silvan, Varto, Derik, Dargeçit, Sur, Cizre ve Silopi'de, yalnızca 7 ilçede kaldırılan veya kapatılan barikat ve çukur sayısı -lütfen dikkat buyurunuz- 2.040 adettir. Bakanın açıklaması böyle. Bu işi bugün yapması için bir taşerona verseniz altı ayda sağlayamaz ama göz yumulan teröristler belediyeleriyle el ele tutuşarak gerçekleştirmiş ve valiler uyutulmuştur. Rakamlar dikkat çekici. 2.313 bomba düzeneği imha edilmiş, 800 adet uzun namlulu Bixi, vesaire, vesaire. Saymakla bitmiyor.

Şimdi, Sayın Bakan aralık ayının sonunda 3 bin teröristin öldürüldüğünü söylüyor. Şimdi, Bakanın ortaya koyduğu bu tablo karşısında, bu sayıda teröristin bertaraf edilmiş olmasına, bu miktarda mühimmatın ele geçmiş olmasına mı sevinelim, yoksa dehşet verici sayılara ulaşmış silah ve patlayıcılar bu evlere taşınırken, sayıları binlere ulaşan hendekler kazılırken, PKK terör örgütü memleketimin sokaklarında müstahkem mevziler yaparken Hükûmetin üç maymunu oynamış olmasına mı üzülelim? İşin içinden çıkamadık.

Bugün askerimizle, polisimizle, korucularımızla ev ev operasyon yaptıklarına bakmayın; eğer 7 Haziranda milletin bunlara verdiği ders olmasaydı, terörist yapılanmasına göz yuma yuma "Durmak yok, yollarına devam et." diyeceklerdi. Silah ve bombalarıyla dağdan inerek ellerini kollarını sallaya sallaya evleri mesken tutmuş binlerce terörist mevzilenirken -soruyorum sizlere- bu yerler Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde miydi? Evet, bizim vatan köşelerimizdi. Bu illerin valileri yok muydu? Vardı. Bu ilçelerde kaymakamlar yok muydu? Onlar da vardı. Üstelik bunları İçişleri Bakanı atamıştı. Peki, bütün bunlar var idiyse, o hâlde yıllarca süren ihanet tahkimatı yapılırken bu saydığımız memurları görmezden getiren sebep ne olabilir?

Sayın Meclisin değerli üyeleri, ben failleri biliyorum, milletimiz de artık biliyor, inanıyorum sizler de biliyorsunuz. Talimatın kaynağı "açılım" denilen yıkımı sürdürmekte kararlı olan AKP Hükûmeti ve bakanlarıdır. Bu muazzam yığınak bölgeye yapılırken valinin, kaymakamın, polisin, jandarmanın, MİT'in olduğu yerde olmayan neydi? "Ne yoktu ki bunlar oldu?" derseniz, zahmet buyurmayınız sayın iktidar vekilleri, ben sizlerin yerine cevap vereyim: Olmayan şey Hükûmetti arkadaşlarım, Hükûmet! (MHP sıralarından alkışlar)

ERKAN AKÇAY (Manisa) - Burada da yok, şimdi de yok zaten Hükûmet.

OKTAY VURAL (Devamla) - Olmayan şey millî bir iktidardı; olmayan şey dik duruş, onurlu bakış ve inançtı; olmayan şey vatan şuuru, yüksek ahlak, izan ve idrakti.

ERKAN HABERAL (Ankara) - Hâlâ yok! Hâlâ yok!

ERKAN AKÇAY (Manisa) - Hâlâ yok!

KAMİL AYDIN (Erzurum) - Fiberglas, fiberglas onlar!

OKTAY VURAL (Devamla) - Biliyorsunuz ve şahitsiniz, yakın zamana kadar bunlar partimizin muhterem mensuplarının Sivas'ın ötesine geçemediğini söylüyor, sözüm ona partimize meydan okuyorlardı. Artık sustular. Niye? Şimdi yaşanılanlara bakıldığında PKK kuşatması altındaki mahallelere kimlerin giremediği ortaya çıktı da ondan. Gidemeyen Hükûmet, gidemeyen AKP'nin bakanları, gidemeyen AKP'nin valileri.

Bu vesileyle, bir kez daha ifade edelim ki, canları pahasına kahramanca görev yapan polisimizi, askerimizi, korucularımızı gözlerinden öpüyoruz, hepsini tebrik ediyoruz. Hayatlarını milletimizin esenliği uğruna kaybeden şehitlerimize rahmet diliyoruz. Bu rezaleti milletimize yaşatanlara da buğuz ediyoruz. (MHP sıralarından alkışlar)

Sayın Başbakana tavsiyemizdir: Biliyoruz, yıkım sürecinin ilk sayfaları açılırken kendisinin önemli bir katkısı yoktu, bunun esas müellifi başkalarıydı. Gel, bu defteri kapat ve tarihî bir vebale artık ortak olma. Sürecin bittiğini ilan et ve tarihe geç. Başkent Ankara vizyonuyla hareket et. Dik dur, onurlu ol, eğilme.

Sayın milletvekilleri, dile getirdiğim karanlık süreç adım adım ilerlerken Milliyetçi Hareket Partisinin gösterdiği millî duruş milletimizin malumudur. Bu konuda Sayın Genel Başkanımızın söylediklerinin ve partililerimizin duruşunun tarihî belgeleri her dileyenin birkaç saniyede ulaşabileceği yakınlıktadır. Bunları incelemenizi tavsiye ediyorum.

Bu belgeleri açtığınızda göreceğiniz gerçekler şunlardır:

AKP, PKK terörünü bir asayiş meselesi, hatta dönemsel bir terör eylemi olarak hafife alırken, bizler Türkiye'ye yönelik açık bir saldırı olarak yorumladık ve sorunun bir millî beka meselesi olduğunu söyledik.

AKP, teröristi özgürlükleri kısıtlandığı için eline silah almaktan başka çaresi kalmamış muhalifler gibi yorumlarken, bizler Türk milletine ve Türk vatanına yönelik küresel bir düşmanlığın fitne unsuru olarak baktık.

AKP "çözüm" denilen nafile girişimlerini ısrarla sürdürürken, bizler bu siyasetin felaket getireceğini, teröristin sırtının sıvazlanarak, ricacılar bulunarak, masalara oturularak değil, tedbirler alınarak silahın bıraktırılabileceğine inandık.

AKP, terörü "Kürt sorunu" olarak tanımlarken, bizler PKK'nın bir toplum temsilcisi değil, bölücü, küresel bir taşeron olduğunu söyledik.

AKP, terörün nedenini masum bir kimlik talebi olarak algılayıp millî kimliği zedeleyecek girişimler başlatırken, bizler bu gidişatın PKK'yı meşrulaştıracağını, millî birlik adına dönüşü olmayan bir yola sürükleyeceğini söyledik, uyardık.

AKP, PKK'yla müzakere sonunda Cudi'de yediverenler, Ağrı'da çiğdemler, Munzur'da kardelenler toplayacağını müjdelerken, bizler "Tuttuğunuz yol yanlıştır, gaflettir, ihanettir. Örgütü yok edemezsiniz. Toplayacak olduklarınız kır çiçekleri değil, maalesef ki aziz şehitlerimizin mübarek naaşları olur." dedik.

Bu itibarla yalnızca bu sonuçlar bile tarihsel sapmada göz göre göre ısrar etmiş olmanın milletimize ödettiği, çıkardığı faturanın çok acı bir özetidir. İnat ettiniz uyarmamıza rağmen. Peki, çözüm sonucunda, çözüm denilen yıkımla muradınız olan, silahı bırakabildiniz mi, bıraktırabildiniz mi? Hayır. Beklediğiniz şekilde, teröristleri ülke toprakları dışına çıkarabildiniz mi? Bu da hayır. Aklıevvel birilerinin hesabıyla silahlarını derinlere gömdürebildiniz mi? O da hayır. Bu hesapların hiçbiri tutmamıştır.

Sorarım sizlere: Eğer o günlerde biz kandan besleniyor idiysek bugün bomba sesleriyle lütfen uyanarak teröristle başlattığınız mücadelenin anlamı nedir? Biz o gün anaların ağlamasını istiyor idiysek bugün bölgede arttırılan güvenlik tedbirlerine ve ağlayan şehit analarına ne diyorsunuz? AKP zihniyeti bir türlü çöpe atamadığı kokuşmuş yıkım projelerini yeniden ısıtıp çözmek için buzdolabında koyacak yer ararken son sekiz ayda kahraman polis ve askerimizden 326 şehit vermişiz, 364 sivil vatandaşımız ölmüş; 326 şehit, yüzlerce yaralı. Özürle, pişmanlıkla, çark ederek kurtulmanız mümkün değildir. Bakıyorum da Mehmetçik'in, polisimizin şehadetleri için de "Canım, bu mesleklerinin fıtratında var. Buralar yan gelip yatma yeri değildir." diyemiyorsunuz çünkü bu dehşet tablosunun "açılım" dediğiniz sürecin getirdiği akıbet olduğunu siz de gayet iyi biliyorsunuz. Ey AKP, ey Hükûmet, ey saray; şimdi her aziz şehidin ardından, bırakınız gözlerini, yürekleri ağlayanlar kimlerdir? Aziz şehitlerimizin elleri öpülesi, nur yüzlü, muhterem analarının gözyaşı yok mu?

Değerli milletvekilleri, mağlubiyetin mukadder olduğu bu kirli ilişkilerde teslimiyetçi kadroları yenilgiye uğratan 4 önemli zirve noktası olmuştur. Bu dördünün de kaçınılmaz olarak stratejik sonuçları ve yıkımı görülecektir.

Bunlardan birincisi, Süleymaniye'de konuşlanmış askerlerimizin başına, 4 Temmuz 2003 tarihinde Amerikalı askerlerin çuval geçirmesi rezaletidir. Olay semboliktir ama aslında başına çuval geçen, dönemin AKP Hükûmetidir. Bu olayda siz bunu sineye çektiğiniz gün, Irak'taki Türkmen soydaşlarımızı kaybetmiş oldunuz.

İkinci kritik teslimiyet noktası, İslam dünyasının imhası demek olan Büyük Ortadoğu Projesi'nin taşeronluğunu yüklendiğiniz 9 Haziran 2004 tarihindeki G8 toplantısıdır. Burada, BOP Eş Başkanlığı yaftasını gururla boynunuza asmış, dönüşünüzde de grup toplantısında müjdelemiştiniz. Bu olayla siz taşeronluğu kabul ettiğiniz anda İslam dünyasına zulmün çarkları dönmeye başlamıştır.

Üçüncü önemli kavşak noktası, 19 Ekim 2009'da foyanızın tam anlamıyla ortaya çıktığı, PKK terörist mangasının Habur sınırında Hükûmetinizce karşılama ve kucaklaşma merasimidir. Bu olayla, siz, yüzlerce teröristin mahallelere sızarak hendek kazmaları için dağdan şehre inişini başlatmıştınız.

Yaptığınız dördüncü stratejik sapma ise 22 Şubat 2015'te, muhterem ecdadımızın Anadolu'nun fethinin ve birliğinin sembolü olan Süleyman Şah'ın aziz naaşının Suriye'deki kabrinden apar topar kaçırılmış olmasıdır. Bu olayla, siz, Suriye'de artık ciddiye alınamayacağınız sürecin kapısını da aralamış oldunuz.

Değerli milletvekilleri, Hükûmetin dış politikası içler acısı. Propaganda malzemesi yapılarak övülen başarılı, hükümran bir Türkiye'nin müjdecisi olan "sıfır sorun" yerinde yeller esiyor. Bu zihniyete göre, kendilerinden önce gelen hükûmetler uyguladıkları politikalarla etrafımızda düşmanlık kuşağı oluşturmuşlardı. AKP de sıfır sorunla dostluk ve barış çemberi kuracaktı. Sayın Davutoğlu 2000 yılında henüz danışman iken dış politikamızı belirleyecek prensipleri şöyle ifade etmişti: "Güvenlik ve özgürlük arasındaki denge, komşularla sıfır sorun, çok boyutlu dış politika, proaktif bölgesel dış politika, yeni bir diplomatik stil ve ritmik diplomasi."

Elbette bu saydıklarından hangisinde ne kadar başarılı olduğunuzu, ne kadar ayazda kaldığınızı anlatmak için bu görüşmenin süresi dışında... Ama özetleyelim: Bölgede güvenlik kalmayınca özgürlüğe zaten sıra gelmedi. Her komşuyla sorun yaşayınca zaten komşular sıfırlandı. Küresel projelerin bağlacı olunca dış politikada boyut da kalmadı. Bölgede ön almak isterken kuyruğun sonuna razı olundu. Bir kişinin aklına teslim edilen yeni stil diplomasi ise yerlerde sürünüyor. Gelelim, geleneksel ritmik diplomasiye. Bunlar ortalıkta... Yani sizler ortalıkta diplomatik bir ritim görebiliyor musunuz? Kimin çalıp kimin oynadığının belli olmadığı bu curcunadan bir ritim bulup çıkartabiliyorsanız buna vereceğiniz isim "kıvırtma diplomasisi" olmalıdır. (MHP sıralarından alkışlar) "Esad kardeşim"den "katil Esed"e, "dostum Obama"dan "ey Amerika"ya, "..."(x)ten "İsrail'e muhtacız."a, "Şanghay Beşlisine alın." dediği Putin'den "yalancı Putin"e yalpa yapa yapa duvara toslanmıştır. Bugün Suriye'yle düşman, İran'la gergin, Yunanistan'la mayhoş, Irak'la sorunlu, Amerika'yla sıkıntılı, Rusya'yla kavgalı, İsrail'le platonik, Avrupa'yla güvensiz ve tutarsız ilişkiler Türkiye gerçeği olarak karşımızdadır. Birleşmiş Milletlerde sözümüz geçmiyor, NATO keyfine göre yaklaşıyor, Avrupa Birliği ciddiye almıyor, durum bu. Yıllar önce "yeni diplomatik stil" denilen bu olsa gerek.

Muhterem milletvekilleri, bu tutarsızlıklar ilk kez olmuyor. AKP'nin siyasi sicili tutarsızlıklar üzerine kuruldu. Dün 2009 yılında bu salonda mayınları temizletmek için bas bas bağırdığınız Suriye sınırındaki araziye şimdi kalkmış beton duvar çekmeye çabalıyorsunuz. Düne kadar diz kırarak yan yana oturduğunuz, elini öperek saygıda kusur etmediğiniz yol arkadaşınızı işler tersine dönünce "Haşhaşi" ve "virüs" diye suçlayabiliyorsunuz. Dün bir mezarlıkta dikilmiş terörist heykelini, sırf çözüm süreci baltalanmasın diye fiberglastan yapılmış basit bir heykel olduğunu söyleyip önemsemezken bugün operasyonların acı sonuçlarını açıklamak zorunda kalıyorsunuz.

KAMİL AYDIN (Erzurum) - Heykeltraş arkada.

OKTAY VURAL (Devamla) - Dün büyük bir örgütlü tezgâh sonucunda bu ülkenin askerleri, polisleri, gazetecileri, yazarları kelepçelendiği günlerde "Türkiye bağırsaklarını temizliyor." derken bugün "Bir kumpasın içindeymişiz, aldatıldık." diyebiliyorsunuz. Dün Libya'da iç savaş başladığında NATO'ya "NATO'nun Libya'da ne işi var?" derken bugün Suriye'ye yana yakıla NATO'dan medet umuyorsunuz. Dün "Devletin muhatabı Öcalan değil, millet; terör örgütüyle masaya oturduğumuzu söyleyenler şerefsizdir." derken bugün "Memurları İmralı ve Oslo'ya ben gönderdim." diyebiliyorsunuz. Dün Hükûmetin bir bakanı "Öcalan'ın düşünceleri bizi bağlamaz." derken bir sene sonra yıkım sürecinden sorumlu bakanınız "Öcalan'ın mesajı bizim de düşüncemizdir." diyebiliyor. Dün siyasete girmeleri için refakat ederken, yıkım ortağınız HDP'yle saray salonlarında bölünme projelerinde müzakereler yaparken bugün yıkımın yöntemi konusunda ayrı düştüğünüz masalardan ağız dalaşı yapıyor, "Ne işleri var bunların Mecliste?" diyebiliyorsunuz. Dün düzmece belgelerle çok sayıda insan yargılanırken "Bırakın yargı görevini yapsın." derken yargı ayakkabı kutularınıza dayanınca adalet ve hukuku baltalayıp sarmal olduklarınızdan paralel devlet icat edebiliyorsunuz. Dün bölgeyi kan gölüne çevirmiş IŞİD'e "öfkeli çocuklar" derken bugün sınırımızdan defetmek için müttefik arıyorsunuz. Dün "Ezber bozuyoruz." deyip iç tehdit tespitlerinin, eski yönetimlerin sanal korkularının eseri olduğunu iddia ederken bugün bu tehditlerin bir gerçek olduğunu itiraf ediyorsunuz. Burada şunun cevabını arıyoruz: Bunlardan hangisi sizsiniz? Dünkü mü, bugünkü mü? Dün ne dediyseniz, ne yaptıysanız hepsini yalanladınız. Bugün söylediklerinizi de yarın yalanlamayacağınızın garantisi var mı? Ya o zaman yanlış yapıyordunuz ya şimdi yanlış yapıyorsunuz. O zaman yanlış yaptığınızı itiraf ediyorsanız o hâlde o gün yalan söylüyordunuz. Bugün doğru yaptığınızda ısrarcıysanız o hâlde önünüzdeki birkaç seneyi bile göremeyecek kadar stratejik körlük içindesiniz. Unutmayın ki muvazaalar daima tehlikelidir. Size getirdiği kolaylıkları yarın imkânsızlıklarla millete ödettirmek isterler, aklınızı başınıza alın.

Değerli milletvekilleri, demokrasi, toplumun iç dinamiklere müdahil olabileceği, sosyokültürel ve sosyopolitik yükselişin, dolayısıyla, milletleşmenin getirdiği bir mükâfattır. Tepeden inme demokrasi olmayacağı gibi darbeyle de demokrasi olmaz. Bu nedenle, demokrasi ve özgürlükleri halkına bahşeden bir şahsın aranması, ancak totaliter zihniyetin, ilkel toplumların ürünüdür. Hürriyetsiz demokrasi olmaz. Demokrasi, bilinçle yükselişe geçmiş bir halkın talebiyle oluşur, birisinin ikramıyla, lütfuyla oluşmaz. Unutmayalım ki ileri, demokratik bir yönetim ancak milletleşmiş toplumların ulaşabildiği değerdir. Bu yüzden, millet altı sosyolojik yapıların demokratik yönetime ulaşması veya yaşatması pratikte mümkün olmamıştır.

Demokrasiyi sadece sandık, sadece oy, sadece Meclis gibi gören bir anlayışın örneklerini Orta Doğu sultanlıklarının vitrininde görebiliyoruz. Dün de öyleydi, maalesef bugün de öyledir. Bu itibarla, adına Arap Baharı denilerek alkışlanan ama bugün Arap fırını olan halk ayaklanmalarından demokratik devlet beklemek hayalciliktir. Bu toplumların arkasındaki geri sosyolojik aidiyetleri buluşturarak milletleşmeye yükseltmeden demokrasinin doğmayacağını bilmek için uzman olmaya gerek yoktur; insanlık tarihine bakınız. Bizim, yıllardır, AKP zihniyetine, "Demokratik olacağız." diyerek alt kimlikleri kaşımasının millî kimliğimize yapacağı tahribatı anlatırken uyarılarımızdan biri de bu siyasal yönetim hassasiyetimize yönelik olandı.

Bugün, her kötülüğün adresi gibi gösterilen 82 Anayasası'nı değiştirmek için seferberlik başlatanların, sıra yönetim şekline gelince 12 Eylül diktatörlüğünün yetkilerini isteyerek devlet başkanlığına talip olmalarını akılla, ahlakla, siyasetle izah etmek mümkün değildir. Doğru olan, önemli tecrübeler edindiğimiz sistemi kaliteli ve etkin hâle getirerek millî irade vasıtasıyla yöneticileri çıkarmaktır ancak AKP'nin denemeye çalıştığı modelde, bir vesileyle zuhur etmiş bir reis adayına münasip bir sistem ve ona tabi olacak bir ahali aranmaktadır. Kimsenin kendisini aşiretçi zihniyetin üst yapısı olarak devlet reisi, yüce Meclisi de ihtilalin Danışma Meclisi yapmaya hakkı yoktur, haddi de değildir.

Muhterem milletvekilleri, İslam ülkelerinde Batı destekli ayaklanmalar sonucunda indirilen diktatörlüklerin arkasından yaşanan çöküşleri hepimiz biliyoruz, yaşıyoruz. İslam ülkelerinde, toplumsal dönüşümü sağlamadan, kök salmış feodal, dinî, etnik reisin mevcudiyetini kendi halklarına sorgulatmadan sonuç almak mümkün değildir; mutlaka siyasal bir millet kavramına ulaşmaları gerekmektedir. Medeniyet havzamızda bir barış ve huzur girişimine Türkiye önderlik etmelidir.

Bizi en yakından etkileyen husus Suriye'deki gelişmelerdir. Suriye'de rejim meselesi bir iç savaşa dönüştürülmüştür. İsrail'in 1995 yılında kendi güvenliği için gördüğü bu vekâleten savaşın muharriki kim olmuştur biliyor musunuz? Buna cevap veremiyorsunuz. Evet, bugün, maalesef "vekâleten savaş" dedikleri bir savaşın muharriki olan AKP Hükûmeti, aslında bu savaşın aslının İsrail'in güvenliği için yapıldığını sizlere söylemiyor. Süreçte inisiyatif alınmadı. Rusya'nın müdahalesinden sonra çaresizliğe, ABD'nin PYD'ye yardımıyla da âcziyete düşüldü. Gelişmeler Türkiye'nin kontrolünden çıktı ve kaotik mecrasında seyretmeye başladı. Düne kadar, ülkelerinde kendi kaynaklarıyla hayatlarını iyi kötü idame ettiren 2,5 milyon Suriyeli, katliam ve saldırılardan kaçarak aramıza katıldı; ülkemizin bir yerlerinde, bizim imkân ve kaynaklarımızı kullanarak yaşamaya çalışıyor ama bir de ülkenin güvenlik ve esenliğini sarsmaya çalışan terör boyutu vardır. Suriye'de birbirine dost veya düşman ne kadar grup varsa bunların tamamı memleketimiz üzerinde kendilerine müzahir, hatta militan insanlar bulmuştur. Bunların Suriye içinde birbirlerine olan husumetleri yetmezmiş gibi, bizim topraklarımızda da çatışarak düşmanlıklarını Türkiye'ye taşımışlardır. Bu karmaşa, bugün, kimin, nerede, nasıl patlayacağı belli olmayan, başkentimize kadar uzanan canlı bomba saldırılarını başlatmıştır.

Adına "PYD" denilen Suriye PKK'sına, iç savaş çıktığından bu yana Hükûmetin bakışı başka, uygulaması başkadır. Bir taraftan, bu yapının Kürtlerin temsilcisi olmadığı, terör örgütü olduğu sürekli vurgulanmıştır. Elbette, biz bu tutumun ve sözlerin arkasındayız ve doğru buluyoruz ama işin garibi şudur: "PYD" denilen bu yapılanma o gün ortaya çıkmış değildir, bunlar Esad kardeşinizle dost iken de vardı, o araziyi tutmuşlardı, o tehdit o gün de vardı. Siz, Suriye'de çatışmalar başlamadan önce Hükûmetin PYD'ye yönelik bir tepkisini gördünüz mü? Ben görmedim. PYD'nin bu coğrafyadan atılması için Esad kardeşleri nezdinde bir girişimde bulundular mı? Hayır. 2012 yılında dönemin Başbakanı, Suriye'nin kuzeyindeki PYD'yi kastederek "Kuzeyde oluşacak yapılanma bizim için bir terör yapılanmasıdır." demiştir; doğrusu da budur. Evet, o günlerde, bu gazete manşetlerinde "Müdahale ederiz." diyenler sizlersiniz, "Suriye'de yapılanırsa müdahalede bulunuruz, müdahale hakkımız."; yıl 2012. Neredesiniz ya, neredesiniz?

ERKAN AKÇAY (Manisa) - Yok.

OKTAY VURAL (Devamla) - Neredesiniz? Uyuyorsunuz, yan gelip yatıyorsunuz. Bunları söylerken geçmişinize bir bakın.

Başbakan "Kobani'nin düşmesini istemeyiz." demiş, hain, terörist ilan edilen PYD'nin yöneticisi 2014 yılının Ekim ayında Ankara'ya gelmiş ve görüşme yapılmış, PYD'ye bakış aniden değişmiş. O güne kadar "PKK'nın ikizi" tanımlanan örgüt, Hükûmet nezdinde artık siyasi temsilci olmuş. Dönemin Başbakan yardımcısı, PYD'nin PKK gibi olmadığını, HDP gibi PYD'nin de siyasetle ilgilendiğini söylemişti. Ne olmuştur da PYD'yi terörist PKK'nın devamı görürken iki yıl içinde çark etmişsiniz?

Değerli milletvekilleri, Suriye içinde iç savaşta arka çıktığınız taraflar üzerindeki hesaplar tutmamıştır da ondan; "IŞİD" denilen bela 2014 Eylülünde sınırımıza dayanmıştır da ondan; çünkü o devirde heyet üstüne heyet ağırlayan İmralı canisinin şantajlarına boyun eğmek zorunda kalınmıştır da ondan.

Suriye Kürtlerini temsil etmediği söylenen PYD'nin başı olan adamla siyasi müzakerelere girilmiş, Kobani'nin nasıl kurtarılacağının pazarlıkları yapılmıştır. Başbakan, Kobani'deki teröristlere selam bile göndermiştir. Ardından, Irak'a, peşmerge ordusuna mensup silahlı adamlar, tıpkı Habur'da olduğu gibi, Hükûmetin eskortluğunda, 2014 Ekiminde, Cumhuriyet Bayramı'nda ülkemize girmiş, Suriye'ye geçiş yapmıştır. İbretle izledik, bir taraftan "terörist" diye suçladınız, sonra müzakere masasına oturdunuz.

Şimdi size soruyorum: Siz ağır silahlı peşmergeleri Suriye'ye sokarken, Türkiye'den karadan sokarken, ABD, PYD bölgesinin mühimmatını havadan atmıştır.

Şimdi soruyorum: Bunların birbirinden farkı nedir? Maalesef bugün ABD ile Rusya, beraber ve birlikte PYD'yi destek noktasına kadar gelmiş ve PYD Fırat Nehri'nin batısını yoklamaya başlamıştır ve Cumhurbaşkanı, Başbakan, Fırat'ın batısına geçilmemesini ihtar etmiştir. Bizler, bu uyarının yerinde ama çok gecikmiş olduğunu düşünüyoruz ancak başta Cumhurbaşkanı olmak üzere Başbakanın da sık sık dile getirmeye başladıkları "Fırat'ın batısı" kavramının bir tehlikeyi doğurmakta olduğu uyarısını da yapmak isteriz. "Fırat'ın batısı" diye diye tekrar ettiğiniz sınırın doğusunda kalan topraklardaki PYD hâkimiyetini bu sloganla meşrulaştırmış oluyorsunuz. Bir sınırı telaffuz ettiğiniz takdirde, sınırın bir tarafında hak iddia ederken diğer taraftan da kullanım hakkını onlara teslim etmiş oluyorsunuz. İşte, Büyük Atatürk'ün "Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır." sözünün ardındaki yüksek akıl budur.

Özetle, Hükûmet bu sözüyle, Fırat'ın doğusunu gözden çıkarmış ve PYD'ye terk etmiştir. Şimdi, ondan arta kalan Cerablus-Azez arasında uçuşa kapalı bölge oluşturmaya çabalıyor. Peki, bugün IŞİD kontrolündeki bu bölgeyi bu unsurlardan kim temizleyecek? Mademki obüslerle caydırıcılık sağlanıyor idiyse IŞİD kontrolündeki bu alanda bu tedbiri kullanmaktan neden kaçınıyorsunuz? Sayın Başbakan, Suriye'nin toprak bütünlüğüne hâkim olamamasını Türkiye'nin çabalarına bağlarken IŞİD ve PYD'nin hâkimiyetini kolaylaştırdığını itiraf etmiş olmuyor musunuz yani bugün IŞİD ve PYD'nin bulunduğu bölgelerde egemenlik hakları elde etmesini meşru görmüş olmuyor musunuz? Eğit donat fiyaskosu, ondan sonra, maalesef, yurtlarını savunmak zorunda kalan bir avuç Türkmen genci kalıyor zor durumda. Her sıkıştığı anda MİT tırlarını kullanarak sahte Türkmen siyaseti üretmek AKP'nin bu konudaki vebalini ortadan kaldırmaya yetmemektedir. Esad'la kol kola kaldığınız günlerde Türkmenlerin hak ve özgürlüklerini niye dile getirmediniz? Türkmenler, maalesef, özgür Suriye kurma çabalarınızın başladığı 2012 yılından önce de bin yıldır aynı yerdeydiler. Türkmenler, Bayır'da, Bucak'ta, Halep'teydiler, Rakka'da, Lazkiye'de, Şam'daydılar, Golan'da, Hama'da, Humus'taydılar, yalnızca burada değil, Irak'ta Kerkük'teydiler, Musul'da, Telafer'de, Erbil'deydiler, Altınköprü'de, Tuzhurmatu'daydılar. Varsa bir suç hesabını sorun, engel olan yoktur. Konuyu, tırları ısıtıp ısıtıp Türkmenlere olmayan ilginizin belgesi gibi ağzınıza sakız yapmayın, Türkmen varlığının malzemesi yapmayın. Çünkü siz, Türkmen soydaşları, 10 Nisan 2003'te Kerkük ve Musul'da Türkmen kayıtlarının bulunduğu tapu ve nüfus dairelerini peşmergelere yağmalattığınız anda terk ettiniz; siz, Türkmenleri, 4 Temmuz 2003'te Irak'ta Süleymaniye'de çuval geçirildiği anda terk ettiniz; siz, Türkmenleri, Ayn El Arap'ı kurtarması bahanesiyle Kürt peşmergelerini sınırımızdan geçirerek Suriye'ye soktuğunuz gün terk ettiniz. Maalesef, bugün tek gerçek, Türkmenlerin yerinden yurdundan edildiğidir. Bu konuda da ciddi bir kararınız varsa arkanızda olacağımızı açıklamak isterim. Türkmen soydaşlarımızı yaşadıkları tarihî coğrafyalarda koruyabilmek için, sadece Esad rejimine değil, her muhasım güce karşı en caydırıcı tedbiri alın; Irak'ta ve Suriye'deki yapılanmanın içinde siyasi bir denge unsuru olmasını sağlayın.

Değerli milletvekilleri, toplumun yarısını yanına alıp diğer yarısıyla kavgalı bir iktidarın "millî güç" dediğimiz bütün unsurları seferber etmeden, toplumun küskün diğer yarısını ikna etmeden kalıcı başarılar elde etmesi düşünülemez. Milliyetçi Hareket Partisi olarak biz, ülkemizin menfaatine olduğuna inandığımız her siyaseti canıgönülden destekleriz. Bu itibarla bizler, Türkiye'nin geleceğini şekillendirmek isterken olmazsa olmazlarımızı sıralamak isteriz. Türkiye'mizde vücut bulmuş büyük Türk milleti ve üzerinde şekillenen aziz cumhuriyetimiz, bu coğrafya ve beşeriyetin bizlere tarihî mirası ve emanetidir. Bin yıllık var olma mücadelesi, bu muazzam kudreti, bu coğrafyanın üzerinde şekillenmiş jeopolitik gerçekler üzerine inşa etmiştir. Ana coğrafya bin yıldır aynıdır, bu coğrafyadaki başat millet aynıdır, bu milletin ittifak ettiği devlet aynıdır. Tarihsel anlamda bizi Selçuklu, Osmanlı, Türkiye yapan kudretin altyapısında bu üç muhteşem değer vardır. Eğer yanlış hesap yapar da coğrafya, millet veya devletten birinin konumunu ya da yapısını değiştirmeye kalkarsanız ya coğrafyayı ya milleti ya da devleti kaybedersiniz. Bunlardan birini kaybetmemiz hâlinde diğerlerini de kaybetmemiz mukadderdir. Bunlardan birini dönüştürmeye çalışırken diğerlerini de dönüşümün tahribatından kurtarmanız mümkün değildir. Bu üçlü, bizim, insanlığın en büyük imparatorluklarından birini kurmamıza vesile olmuştur, dünyanın ilk millî bağımsızlık savaşını yedi düvele karşı bu ülkemin evlatlarının vermesini sağlamıştır ve Türkiye'mizde şekil bulmuş bu üç kutlu değer, bölgedeki bütün mazlum toplumların kurtuluş ve yükseliş güvencesidir. Özetle "devlet", "millet" ve "ülke", üzerinde ucuz politika denemeleri yapacağınız içi boş kavramlar değildir. Varlığımızın sigortası olan üç değere karşı üretilmiş küresel projeler asırlardır zemin ve zaman kollamaktadır. Bunun için bunlar üzerinde mühendisliği sürdürecekseniz ayağınızı denk alın. Önce büyük Türk milletinin millî kimliği üzerindeki tahribat arayışınızı durdurun. "Türk", tarihin asırlardır bu vatanda yoğrulmuş beşeri varlığının unvanıdır. Tarihin yazdığı bu ismi Anayasa'dan çıkarmaya çalışmak kimsenin haddi değildir, hatırınızdan çıkartmayın.

Kimlik üzerinde başlattığınız tahriklerin neden olacağı toplumsal ayrıştırma politikalarını sona erdirin. Korkmayın, cumhuriyet size rağmen kurulmuş değildir, sizin de devletinizdir. Geçmişteki dönemsel yönetimlerin olumsuzluklarını devlette aramayın, saygı duyun. Sakın aldanmayın, bedeli kanla yazılmıştır. Bu coğrafyada yaşayan milletin teminatı millî devlettir, hesaplaşmaya yeltenmeyin Sayın Başbakan. Cumhuriyetin kurucu felsefesi Millî Mücadele'nin mükâfatıdır. Varsa eksiklerini tartışın, kusurlarını görüşün ama yıktığınız takdirde bin yılın mirasını tahrip ettiğinizi bilin.

Komşu coğrafyalarda atacağınız adımları küresel çekim alanından muaf tutun. Ankara jeopolitiğinin taşlarını yerinden oynatmayın. Uluslararası ilişkilerde başka başkentlerin çekim alanından uzaklaşın. Nerede Türk, nerede Müslüman ve nerede insan varsa elbette ilgilenin ama başka başkentlerin pencerelerinden değil, dünyaya Ankara'dan, Türkiye Büyük Millet Meclisinden bakın. (MHP sıralarından "Bravo" sesleri, alkışlar)

İflas etmiş ideolojiniz yerine millî birlik ve bütünlüğümüzü odağına alan, millî menfaat ve millî güvenliğimizi hedefleyen politikalara dönün. Adına "çözüm" dediğiniz yıkım projesini derhâl durdurun ve bu yanlıştan dönün, döndüğünüzü de ilan edin. Yaptığınız yanlışlarla dirilttiğiniz terörün yok edilmesi için kapsamlı bir terörle mücadele stratejisi geliştirin ve bizimle paylaşın. Bu kararları görmeden bizim vereceğimiz tek destek, kahraman güvenlik güçlerimizin siyasetinizin yanlışlarını düzeltmek uğruna verdikleri cansiparane mücadelelerine olacaktır. Allah hepsinin yardımcısı olsun.

Bu vesileyle, 2016 yılı bütçe görüşmelerinin milletimize hayırlar getirmesini dileriz. Bugün yaşadığımız acılar ve sorunlar AKP'nin on dört yıllık serencamıdır. Bunlarla yüzleşmek için aynaya bakabilmeleri hâlinde, üstat Necip Fazıl'ın bu dizeleri sizi tarif etmeye yetecektir:

"Aynalar, bakmayın yüzüme dik dik;

İşte yakalandık, kelepçelendik!

Suratımda her suç bir ayrı imza,

Benmişim kendime en büyük ceza!

Nur topu günlerin kanına girdim.

Kutsi emaneti yedim, bitirdim.

Çıkamam, aynalar, aynalar zindan.

Bakamam, aynada, aynada vicdan;

Beni beklemeyin, o bir hevesti;

Gelemem, aynalar yolumu kesti."

Milliyetçi Hareket Partisi Grubu olarak, AKP Hükûmetinin on dört yıllık serencamını dikkate alarak bu bütçesine olumsuz oy vereceğimizi belirtiyor, yüce heyetinizi saygıyla selamlıyorum. (MHP sıralarından alkışlar)