GENEL KURUL KONUŞMASI
Konu: 2016 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Tasarısı ile 2014 Yılı Merkezi Yönetim Kesin Hesap Kanunu Tasarısı 1'inci Tur Görüşmeleri münasebetiyle
Yasama Yılı:1
Birleşim:46
Tarih:27.02.2016

MHP GRUBU ADINA OKTAY ÖZTÜRK (Mersin) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; Anayasa Mahkemesi, Yargıtay ve Danıştay bütçeleri hakkında Milliyetçi Hareket Partisinin görüş ve önerilerini arz etmek üzere söz almış bulunmaktayım. Bu vesileyle hepinizi saygıyla selamlıyorum.

Egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olduğu kabulü temeline dayanan demokrasi fikri çoğunlukçu anlayıştan çoğulcu anlayışa doğru gelişme gösterirken milletin bu egemenliği Anayasa'nın koyduğu esaslara göre yetkili organların eliyle kullanacağı ilkesi kabul edilmiş, bu organları da egemenliğin veya iktidarın kullanılmasında birbirini dengeleyecek ve denetleyecek şekilde paylaşacağı bir kuvvetler ayrılığı prensibi benimsenmiştir. Bu prensipte yasama, yürütme ve yargı olarak adlandırılan kuvvetlerin devlet erkini paylaşarak kullanmasının yanında hukukla bağlı olması prensibi de kabul edilmiştir. Bu sistemde organlar bir taraftan hukukun üstünlüğü ilkesiyle sınırlanırken diğer taraftan iktidarı paylaşarak kullanmak suretiyle birbirlerini dengeleyip frenleyeceklerdir. İşte çağdaş bir devlette kabul gören bu iki ilkeye "kuvvetler ayrılığı ilkesi" ve "hukuk devleti ilkesi" adı verilmektedir. "Kuvvetler ayrılığı" ilkesinde yasama, yürütme ve yargı erkleri arasında bir denge ve fren mekanizmasından bahsedebilmek için artık yasama ve yürütme arasındaki siyasal etkileşimin ortaya çıkardığı ilişkiden çok, üçüncü erkin, yani yargının bağımsız bir şekilde bu iki siyasal erki yargısal açıdan denetlemesi, çağdaş, hürriyetçi bir devlet bakımından önem arz etmektedir. Bu sebeple yasama ve yürütme erkleri arasındaki ayrılık veya ilişki bakımından, hangi hükûmet modeli benimsenirse benimsensin, eğer bir ülkede hürriyetçi bir demokrasiden bahsedeceksek yargı organının bağımsız ve tarafsız bir şekilde diğer iki siyasal organ karşısındaki denetim işlevini sağlamak en vazgeçilmez unsur olarak kabul edilmektedir.

Diğer yandan, "hukuk devleti" ilkesindeyse, egemenliği paylaşan ve kullanan erklerin hukukun üstünlüğüyle bağlı olması, bir devletin "hukuk devleti" olarak nitelendirilmesi bakımından önem arz eden bir husustur. "Hukuk devleti" veya "hukukun üstünlüğü" ilkesi önceleri "kanunilik" prensibiyle aynı anlamda kabul edilirken, günümüzde "hukukun üstünlüğü" denilince artık "Anayasa'nın üstünlüğü" anlaşılmaktadır. "Anayasa'nın üstünlüğü" prensibiyse, birinci boyutuyla egemenliği paylaşan ve kullanan organların bu yetkilerini Anayasa'nın koyduğu esaslar çerçevesinde kullanması zorunluluğunu ifade ederken ikinci boyutuyla da normlar hiyerarşisi gereği kanunların da Anayasa'ya uygun olması gerektiğini ifade eder. Bu anlamda Anayasa'ya uygunluk sadece kanunlar bakımından değil, diğer tüm hukuk kaynakları ve alt normlar bakımından da gereklidir.

Bilindiği gibi devlet, tüm bu normlardan teşekkül eden ve faaliyetlerini bu normlara göre gösteren hukuki bir organizasyondur. Dolayısıyla, tüm yasal faaliyetlerinin de Anayasa'ya uygun olması gerekmektedir. Aksi hâlde devlet düzeniyle o devletin tüm unsurlarına hayatiyet kazandıran temel belge yani Anayasa çatışıyor demektir. Bu çatışma ise şüphesiz milletin zarar görmesi ve bireyin Anayasa'daki hak ve hürriyetlerine tanınan güvencelerin zarar görmesi demektir. Ayrıca "Anayasa'nın üstünlüğü" ilkesi yasama ve yürütme erki arasındaki siyasal ilişki gereği, demokrasiyi sayısal çokluk olarak gören bir anlayışın Mecliste bu çoğunluğun Anayasa'ya aykırı kanunlar çıkarması ihtimalini de yargısal bir denetimle sınırlamaktadır. İşte, egemenliği Anayasa'nın koyduğu esaslara göre millet adına kullanan yasama ve yürütme erkinin bağımsız ve tarafsız bir yargı tarafından denetlenmesi ve tüm hukuk kaynaklarının Anayasa'ya uygunluğunun denetlenmesi hususundaki esas görev Anayasa Mahkemesinindir. Bu esas, hukuk devleti olabilmek bakımından hukukun yani anayasanın üstünlüğünün teoriden pratiğe dökülmesi gerekliliğini sağlama zorunluluğundan kaynaklanmaktadır.

Ülkemizde Anayasa Mahkemesinin görevli ve yetkili olduğu Anayasa yargısı hukuk devletinin gelişiminde son ve en önemli aşama olarak tanımlanmalıdır. Bu önem yasama ve yürütmenin anayasal sınırların dışına çıkmasının önlenmesinin yanında, bireyin temel hak ve hürriyetlerinin yasama ve yürütme karşısındaki güvencesinin sağlanması anlamını da taşımaktadır. Anayasa Mahkemesi, kuvvetler ayrılığı ilkesinin pratik teminatıdır. Yasama yetkisinin kullanımında ciddi bir denetleme ve inceleme mekanizmasıdır. Yargıyı yürütmenin baskısına karşı koruma altına alırken, bireyi de yasama ve yürütme karşısında hak ihlallerinden koruma makamıdır. Ancak, hemen belirtmek gerekir ki yasama ve yürütme erkini kullanan organlar kadar yargı erkini kullanan organların da hukukla ve anayasanın üstünlüğü ilkesiyle sınırlı ve bağlı olduklarını da unutmamaları gerekir. Bu anlamda, yargı organlarının, seçilmiş organların siyasi takdir yetkisine müdahaleden imtina edecek şekilde kendisini sınırlamak yerine yorum yoluyla yetkilerini genişletmeyi tercih etmeleri gibi doktrinde "yargısal aktivizm" denilen uygulamaların da demokrasiyi millî irade boyutuyla zedelemesi bakımından, yargının bağımsızlığına yapılan müdahaleler ile yargının siyasallaştırılması çabaları kadar tehlikeli bulduğumuzun da altını çizmek isterim.

Bu genel çerçeveyi çizdikten sonra hukuk devleti ilkesiyle kuvvetler ayrılığı ilkesinin pratik teminatı olarak adlandırdığımız Anayasa Mahkemesi bakımından durumun içler acısı olduğunu söylemek zor değil. Her şeyden önce, Sayın Cumhurbaşkanı Başbakan iken toplumun önüne çıkıp "Tam bir icraat yapacağız, karşımıza 'kuvvetler ayrılığı' diye bir şey çıkıyor, bize engel oluyor." diyebilmiştir. Bu beyan, bu ülkenin devlet başkanının ağzından çıkmış ve hiçbir zaman kamuoyuna unutturulmaması gereken, mevcut iktidar dönemindeki kuvvetler ayrılığı ilkesine bakışı trajikomik bir şekilde gözler önüne seren en çarpıcı örnektir. Öte yandan, AKP iktidarları döneminde Hükûmet ile Anayasa Mahkemesi arasındaki gerilimin hiç bitmediği de bir gerçektir. AKP iktidarlarının sayısal çoğunluk mantığıyla yaptığı kanunlar Anayasa Mahkemesince her iptal edildiğinde Hükûmet, Anayasa Mahkemesini suçlamakta, Anayasa Mahkemesinin Başkan ve üyelerini "Siyaset yapacaksa cübbesini çıkarması gerekir." diyerek kamuoyunda siyasal bir tartışmanın içine çekerek itibarsızlaştırmaktadır. Yine, Anayasa Mahkemesi Başkanının bir polemik havasında Hükûmete cevap mahiyetinde beyanlar verdiği de gözlemlenmektedir. Tüm bunlar az önce gerekleriyle birlikte anlattığımız kuvvetler ayrılığı ve hukukun üstünlüğü ilkelerinin hâkim ve işler olduğu bir ülkede yaşanmaması gereken manzaralar olarak karşımıza çıkmaktadır.

Öte yandan, Anayasa Mahkemesine bireysel başvuru hakkının kendileri tarafından getirildiğiyle övünen AKP iktidarı, değişik kademedeki sözcüleriyle Anayasa Mahkemesinin hak ihlaline karar verdiği hoşa gitmeyen her kararından sonra yine yargı kararlarını siyasal alana çekerek sonuçlarını düşünmeden eleştirebilmektedir. Dahası, tarafsız olması gereken Cumhurbaşkanlığı makamının sözcüsü daha dün 2 gazetecinin tahliyesine ilişkin kararla ilgili "Takipçisi olacağız." diyerek beyanat verebilmektedir. Hukukun üstünlüğü, hukuk devleti ve kuvvetler ayrılığı ilkesinin teminatı olan Anayasa Mahkemesinin ve Anayasa'nın üstünlüğü ilkesinin bu kadar siyasallaştırılmaya çalışıldığı bir ortamda hukukun bir gün herkese lazım olacağı gerçeği karşısında mevcut iktidarın bu zihniyetinden vazgeçmesini, toplumun vicdanı anlamına gelen yargının sığ, siyasal çekişmelerin içerisine çekilerek itibarsızlaştırılmasının toplumdaki adalet anlayışına vereceği zararın bir gün kendilerini de vuracağını hatırlatmak isterim.

Öte yandan, konuşmamın Yargıtay ve Danıştayla ilgili kısmı da en az Anayasa Mahkemesiyle ilgili kısmı kadar bizi iç karartıcı bir tabloyla karşı karşıya bırakmaktadır. Yargı en temel algıyla toplumun vicdanıdır. Adalet mülkün temelidir. Bir toplumda adalete olan inanç ne kadar yaygınsa ve adaletin sağlandığı duygusu ne kadar hâkimse o toplum hayatı o kadar kaliteli ve sıhhatli, onu sağlayan devlet o kadar güçlü ve dirayetli olmaktadır. AKP iktidarı döneminde bir dönem adalet sağladığını söyleyerek mağdur edenlerin sonradan mağdur durumuna düşerek "adalet" diye bağrışması yargının nasıl siyasi iktidarın oyuncağı hâline getirildiğinin çarpıcı bir örneğidir. Milliyetçi Hareket Partisi olarak bu sürecin hangi döneminde olursa olsun mağdur edilenlerin kimliklerinin farklı olması yargının tarafsızlığı ve bağımsızlığının gerekliliğini savunmamıza olan yaklaşımımızı değiştirmeyecektir. Yargının tarafsızlığı ve bağımsızlığı, o veya bu grup, ideoloji veya kişi için eğilip bükülmeden, herkesin vicdanının ortak malı olarak sahiplenilecek en temel varlığımızdır. Aksi hâlde, ne yaşanacak bir ülke ne o ülkenin sunacağı huzurlu bir yaşam ne de birlikte yaşama ülküsüne inanmış onurlu bireylerden bahsedemeyiz.

Yargının tarafsızlığı ve siyasallaştırılmasının önüne geçilmesi bakımından en önemli nokta, yüksek yargı organlarına üye seçimi sistemidir. Bu konuda, detaya girmeden şu temel öneri getirilebilir: Mevcut yapıda Anayasa Mahkemesi ile Danıştaya yapılan seçimlerde Cumhurbaşkanının etkinliği, liyakatin bertaraf edilerek yapıldığı izlenimi vermekte, acil olarak yüksek yargının üye seçiminde liyakati esas alan bir yapının oluşturulması; bu bağlamda, liyakat bakımından eş değerde olan kişiler arasından kura yöntemiyle atama yapılması düşünülmelidir. Bu durumda, herhangi bir şahıs, liyakatsiz üyelerin atanmasından ya da taraflı hareket edilmesinden sorumlu tutulamayacağı gibi, kasıtlı bir biçimde yargıda kadrolaşma hareketlerinin de önüne geçilmiş olacaktır.

Bu bağlamda, yargının bağımsızlığının ve tarafsızlığının sağlanması ve siyasallaştırılmasının önüne geçilmesinin yanında, yargıya olan güvenin sağlamlaştırılması, bireyin yargıdan murat ettiği sonuca en kısa sürede ulaşabilmesi, en adil şekilde yargılanmasının önünü açacak tedbirlerin de süratle getirilmesi gerekmektedir. Bu bakımdan, Yargıtay ve Danıştayın iş yükünün azaltılması önem arz etmektedir. Bu mahkemelerin karşılaştığı sorunlar ve çözüm önerileri bakımından birkaç somut başlığı burada dile getirmek istiyorum.

Yargıtay açısından konuyu ele alacak olursak:

Yargıtay ağır iş yüküyle karşı karşıyadır. Yargıtaya gelen yıllık iş sayısı 1 milyonu aşmaktadır. Bu nedenle, incelemeler uzun sürmekte ve adil yargılanma hakkı ihlal edilmektedir. Yargıtayda üye ve daire sayısı siyasal kaygılarla kontrolsüz bir şekilde artırılmış, bu artış, birçok konuda farklı kararlar çıkmasına neden olarak, Yargıtayın içtihat birliği sağlama işlevini olumsuz manada etkilemiştir. Artık Yargıtay, içtihat oluşturma işlevinden çok, dosya sayısı bakımından senelik iş yükünü eritmeye çalışan bir yargı organı hâline gelmiştir.

Aynı konuda birden fazla daire uygulaması yerine, çok üyeli ve kendi içerisinde kontrollü iş bölümü bakımından tek daire uygulamasına geçilmesi gerektiğini buradan öneriyoruz.

Ağır iş yüküyle baş edilebilmesi toplumun adalet beklentisinin karşılanması ve içtihat oluşturan bir kurum olabilmesi için gelen iş sayısının mutlaka azaltılması gerekmektedir. Bu amaçla istinaf mahkemeleri sağlıklı bir şekilde kurulmalı, her dosyanın istinaf ve temyiz mahkemesinin önüne gelmemesi için kararların kesinlik sınırı artırılmalı, ayrıca alternatif uyuşmazlık çözüm yolları -ön ödeme, uzlaşma, ara buluculuk vesaire- getirilmeli, mevcut olanlara işlevsellik kazandırılmalıdır.

Ayrıca, bölge adliye mahkemelerinin faaliyete geçmesi hâlinde, mevcut mevzuata göre, adli yargı denetiminin kendi içerisinde ikiye ayrılması söz konusu olacaktır. Yargıtayın mevcut işleyişine göre zaten daireler arasında var olan karar farklılıklarına yeni farklılıklar ve adaletsizlikler ekleme ihtimali oldukça yüksektir. Bunu önlemek için bölge adliye mahkemelerinin yargı denetimini yapması ve Yargıtayın yalnızca bir içtihat mahkemesi olarak işlevini yürütmesi için gerekli çalışmaların derhâl yapılmasından yanayız.

Yargıtaydaki bu kontrolsüz sayısal artışın diğer bir olumsuz sonucu da tetkik hâkimleri bakımından gerçekleşmiş, sırf, gereken sayıda hâkimi almak adına tecrübesiz ve kürsü deneyimi olmayan hâkimler tetkik hâkimi olarak atanmıştır. Bunun temel sebebi, tetkik hâkimliğine ilişkin atanma kriterlerinin özensizce belirlenmiş olmasıdır.

Yargıtay çalışanlarının seçiminde, alımında ve dağıtımında liyakat ve iş gerekleri mutlaka gözetilmelidir. Yargıtayda uygulanan...

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

BAŞKAN - Teşekkürler Sayın Öztürk.

OKTAY ÖZTÜRK (Devamla) - Teşekkür ediyorum Sayın Başkan.

MEHMET ERDOĞAN (Muğla) - Sayın Başkan, süre bitmedi.

ERKAN AKÇAY (Manisa) - Süre dolmadı.

BAŞKAN - Pardon, ben bitti diye... Süreniz var.

OKTAY ÖZTÜRK (Devamla) - Benim üç dakikam...

BAŞKAN - Çok teşekkür ediyoruz.

ÖZGÜR ÖZEL (Manisa) - Aktarabilirler efendim, grubun hakkıdır, bir sonraki konuşmacıya aktarır.

BAŞKAN - Nasıl takdir ederseniz.

OKTAY VURAL (İzmir) - Bitti mi süre?

OKTAY ÖZTÜRK (Devamla) - Benim zamanım var mı Sayın Başkan?

ÖZGÜR ÖZEL (Manisa) - Üç buçuk dakika var.

BAŞKAN - Üç buçuk dakikanız var.

OKTAY ÖZTÜRK (Devamla) - Devam ediyorum.

BAŞKAN - Tamam, devam edin efendim.

OKTAY VURAL (İzmir) - Hayır, yani teknik bir hatadır herhâlde.

BAŞKAN - Teknik bir arıza oldu, evet.

OKTAY ÖZTÜRK (Devamla) - Ya, bu da bizi buluyor herhâlde.

BAŞKAN - Buyurun...

MEHMET ERDOĞAN (Muğla) - Sayın Başkan, bir dakikası gitti yalnız.

OKTAY ÖZTÜRK (Devamla) - Danıştay için ortaya koyacağımız tespitler, "vicdan yolsuzluğu" dediğimiz hadise bakımından çok çarpıcıdır. Buradan Hükûmete bu konuda bazı sorular yönetmek istiyorum:

Danıştay üye kadro sayısı, 195 olmasına rağmen boşalan üyelikler nedeniyle hâlihazırda 180 üye görev yapmakta olup 15 üye seçiminin hâlen neden yapılmadığını merak ediyoruz.

Danıştay daireleri, iş yoğunluğu nedeniyle çift heyet yapmasına rağmen, boş üyeliklere seçim yapılmamasının haklı bir nedeni var mıdır?

2010 Anayasa değişikliğiyle HSYK'da değişiklik yapılarak, öncelikle Danıştay ve Yargıtaydaki iş yükünün azaltılması hedeflenmesine rağmen, temyize gelen dosyalar neden kısa sürede sonuçlanmamaktadır?

Danıştayda başsavcılık ve daire başkanlığı seçimlerinin uzun sürede yapılamamasının nedeni merak edilmektedir.

Danıştay Başkanının iktidar partisinin İstanbul'da düzenlediği Fetih Programı'na katılması, yargının bağımsızlığı ilkesi bakımından baktığımız vakit doğru bir davranış mıdır?

2010 Anayasa değişikliğiyle, kıdem ve liyakate bakılmaksızın, özellikle "paralel" diye adlandırılan hâkimlerin üye seçimiyle bozulan teamül ve meslek etiğinin düzeltilmesi için neler yapılmak istenmektedir, merak ediyoruz.

2802 sayılı Yasa'da 5 artı 5 formülü olarak bilinen bir değişiklikle, Danıştay ve Yargıtay üyelerinin üyelik sıfatının sona erdirilip taşraya atamasının yapılıp yapılmayacağı, böyle bir düzenleme yapılacaksa hangi nedenlere dayanılarak yapılacağı sorularının cevaplanması gerekmektedir.

Tüm bu tablo, AKP iktidarları dönemindeki yargıya müdahale ve siyasallaştırma çabalarının hâlâ iktidara yetmediğinin ve tüm hızıyla devam ettiğinin açık örneği ve çarpıcı sorularıdır. Ancak asıl önemlisi, milletin yargıya olan güveni her dönemkinden çok daha azdır ve giderek de azalmaktadır. Yargıya ilişkin "çözüm" diye getirilen her yenilik daha başka sorunlara yol açmaktadır. AKP iktidarının bir an önce kuvvetler ayrılığı ilkesini engel gören gayrihukuki zihniyetinden kurtulmasını ve bir gün yargı önünde hesap verme durumunda kalacağını, hukukun kendilerine de lazım olacağını unutmamaları gerektiğini, dün yargılayanların nasıl ki bugün yargılanan oldukları gerçeği gün gibi ortada iken bunun unutulmamasını tavsiye etmekteyiz.

Sözlerimi tarihten bir kıssayla bitirmek istiyorum. Kanuni Sultan Süleyman, aynı zamanda süt kardeşi olan Yahya Efendi'ye sorar: "Bir devlet hangi hâlde çöker?" "Sultanım, bir devlette zulüm yayılsa, haksızlık şayi olsa, işitenler de 'Neme lazım.' deyip uzaklaşsalar, sonra koyunları kurtlar değil de çobanlar yese, bilenler, bunu söylemeyip sussa işte devlet o zaman çöker."

Bugüne baktığımız vakit, Kanuni Sultan Süleyman, Yahya Efendi bulundukları günden bugüne sanki işaret etmişler.

Hepinizi saygıyla selamlıyorum efendim. (MHP sıralarından alkışlar)