| Konu: | 2016 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Tasarısı ile 2014 Yılı Merkezi Yönetim Kesin Hesabı 7'nci tur görüşmeleri münasebetiyle |
| Yasama Yılı: | 1 |
| Birleşim: | 52 |
| Tarih: | 04.03.2016 |
HDP GRUBU ADINA AHMET YILDIRIM (Muş) - Teşekkür ederim Sayın Başkan.
Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; ben de hepinizi öncelikle saygıyla selamlıyorum.
Ben bugün özellikle Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığının 2016 yılı merkezî yönetim bütçesi üzerinde grubumuzun düşüncelerini ifade etmek üzere söz almış bulunmaktayım.
Açıkçası, Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığına bağlı kurumlara tek tek geçmeden önce, ülkemizde çok büyük bir probleme neden olduğunu düşündüğümüz -ben de bir akademisyen olarak- bilim özgürlüğü ve üniversite özerkliği hakkında düşüncelerimizi ifade etmek istiyorum.
İnsanlık tarihinde din ve felsefenin arasındaki tartışmalardan bir antitez olarak ortaya çıkmış olan bilimin ilk ortaya çıktığı günden bugüne kadar iktidar yapıları ve toplum arasında sürekli tartışmalı bir ilişki söz konusu olmuştur. İnsanlık tarihi ve bilimsel çalışmalarla özdeş olan iktidar yapıları ile bilim insanları veya bir bütün olarak bilimsel kurumsallaşmanın sürekli bir problemi olmuştur.
Bugün bilimin en önemli sorunu, en önemli meselesi üniversitelerin, araştırma merkezlerinin, bilimin ve onun mensuplarının özerk ve özgür olma sorunudur. Bu dünyanın birçok coğrafyasında var olduğu üzere ülkemizde de bu problem çok sancılı bir şekilde yaşanmaktadır. Açıkçası, tarihsel kesit içinde, bilim ve bilimsel özgürlük devlet ve toplum tarafından, toplumun belli kesimleri tarafından sürekli tehlikeli olarak görülmüştür. Çünkü bilimin amacı, sürekli, yeni olan, yeni olduğu için de alışık olunmayan bir hakikat arayışıdır. Sürekli hakikat peşinde gidilir. Yeninin, bugüne kadar açığa çıkarılmamış olanın özgün bir biçimde, objektif bir biçimde açığa çıkarılması amacı taşınır.
Bilimin ilkeleri ve değerleri ile bilim ve bilimsel özgürlük ile devlet ve toplumun belli kesimleri arasında çelişki sürekli var idi. Açıkçası, Sümerlerde ilk bilimsel çalışma olarak tanımlanabilecek araştırmalardan Antik Yunan'daki Sokrat'a, Platon'a ve Aristo'ya varıncaya dek bu iktidar yapıları ile bilim arasındaki, bilimin mensupları arasındaki çelişkiler, çekişmeler, sorunlar hep var olmuştur.
Bir bilim insanı, bilimsel çalışmayı yürütürken, bilimin devlet, etnik, ulusal, dinî sınırları yoktur, bunları gözetmez. Bir bilim insanı bilimsel çalışma yürütürken, devletin hassasiyetlerini değil, ulusallığın hassasiyetlerini değil, toplumun örfe ve geleneğe dayanan hassasiyetlerini değil bilimin evrensel ilkelerini, bilimin evrensel prensiplerini gözeterek hakikat yolunu seçer. Buradan bakıldığında, engelleyici olarak karşısına çıkan her şeyi aşmak ister, kendisine sınırlar çizmek isteyenleri dinlemez, bu anlamda hakikate ulaşırken de çalışma konusu ne olursa olsun -uzay, tabiat, yeryüzü, jeoortam, tarih, iktidar, güç odakları- canlı olan her şeyin ama her şeyin geçici ve değişken olduğuna inanır. Bilim hiçbir şeyin statik ve durağan olmadığına, şu arzıcihan döndüğü sürece her şeyin değişeceğine, canlı ve cansız ortamın da sürekli değişeceğine inanır. Siyasi yapılar, iktidarlar, beşeriyete ait olan hiçbir şey bundan azade değildir. Bu, 5 bin yıllık bilimsel çalışmaların açığa çıkarmış olduğu muazzam bir birikim ve tecrübeyi ifade eder.
Peki, bilim, devletleri, onun sınırlarını, onun statükolarını, onun basmakalıplarını değil de neyi esas alır? Kendisine çalışma konusu yapmış olduğu olguları ve olgular arası ilişkileri esas alır. Kendi yaptığı çalışmanın hakikate ulaşması konusunda önüne çıkacak olan dogmatizmi yıkma, sınırları aşma, devlet ve iktidarların tartışılmazlığı ve değişmezliği üzerine kurulu olan konformizmini de hiç şüphesiz rahatsız eder. Çünkü bilimsel çalışmalar sonucunda, çalışma konusu ne olursa olsun, özellikle de sosyal bilimlerde, toplum bilimlerinde hakikate ulaşılırken tarihsel süreç boyunca en çok rahatsız olanlar iktidar yapıları olmuştur.
Şüphesiz, bütün bilimsel çalışmaların kendi içinde özgünlüğü vardır ama fen bilimlerine ve doğa bilimlerine göre sosyal bilimler, iktidar yapıları tarafından daha fazla tehlikeli görülmüş, devletler ile konforunun bozulmasından rahatsız olma riski yaşayan bazı toplum yapıları da buna karşı çıkmıştır çünkü sosyal bilimler, iktidar ilişkileri ve toplumsal sınıflar arasındaki güç dengesizliğini hedefine koyar, arasındaki güç dengesizliği üzerinden açığa çıkmış olan baskı düzenlerinin nedenlerini araştırmaya çalışır. Bu, sosyal bilim için tespitler, nedenler, açığa çıkmış olan baskı düzenlerinin giderilme yöntemlerini ortaya koymaya çalışırken baskıyla karşılaşır ama özlü bilim insanları ve çalışanları, emekçileri bu baskıya karşı şüphesiz bilimin direnişçi yönünü göz ardı etmezler.
Sosyal bilim, devlet ile toplum, ezen ile ezilen, zengin ile fakir, kadın ile erkek, mağrur ile mazlum arasındaki sorunları siyasi, askerî, ekonomik, sosyal, kültürel ve psikolojik nedenleri ve arka planlarıyla açığa çıkarmaya ve bu açığa çıkarma üzerinden bir hakikate ulaşma ve toplumsal meselelerin bir bilimsel perspektifle ortadan kaldırılması yöntemleri üzerine kafa yorar. Yine, belirtmeliyiz ki bu çalışmaları yaparken yasal sınırlar değil evrensel hakikatler ve onun arayışları ve onun sınırlarını aşma bilim insanının en önemli öncelikleri ve hassasiyetleridir.
İşte, muktedirlerin nazarında bilim insanlarının affedilmez günahı budur çünkü onların yaratılmış olan iktidar yapılarını sürekli tehdit eder. Onların orantısız bir biçimde, dengesiz bir biçimde sürdürdükleri konforları tehdit eder. Bu sadece bugünün ve ülkemizin sorunu değildir, yeryüzünün farklı yerlerinde ve farklı dönemlerinde... Ama son birkaç asırda artan bir biçimde bilim insanlarının, bilimin özerkliği ve bilimin özgürlüğü önünde sürekli engeller çıkmış, baskı araçları artmıştır. Ama şunu üzülerek ifade etmeliyiz ki son yıllarda ülkemizde, maalesef, bu baskıların sıradanlaştırıldığı, bilim üzerindeki despotik ve tehditvari, özellikle eyleme de dönüşebilen söylemlerin arttığı bir süreci yaşamaktayız. Bu, ülkemizin üzerine kurulu olduğu kültürel hazinenin tarihsel birikimiyle örtüşmeyen orantısız bir durumu ifade etmektedir. Bilim insanı, düşündüklerinin ve çalışmalarının kimi rahatsız ettiğine, kimi de mutlu edeceğine bakmaz. Bir bilim insanı, yaptığı çalışmalar neticesinde iktidarın mı, muhalefetin mi istifade edeceğine veya mutlu olacağına bakmaz. Bilim insanı, her zaman için doğrunun ve hakikatin peşindedir. Bugün Batılı ülkelerde, özellikle bizim de içerisinde olduğumuz Doğu'ya göre -tırnak içinde söylüyorum- nispeten daha fazla üniversite özerkliğinin ve bilimsel özgürlüğün kurumsallaştığını ifade edebiliriz. Batı'da bilim ile devlet arasında da şüphesiz gerilim vardır. Ama, Batı'da bilimsel çevreler ile devlet ve iktidar yapıları arasındaki gerilim hiçbir zaman üniversiteye ve bilime bir müdahale ve baskı gerekçesi yapılmaz.
Yine bir hususu belirtmek isterim ki Batı'nın bugün varmış olduğu bu düzey, asla ama asla kendi tarihsel "background"undan getirmiş olduğu bir birikim değildir. Şunu ifade edelim ki: Batı kendi karanlık döneminden çıkmaya başladığı, yavaş yavaş düşünce ve bilimin gelişme göstermeye başladığı dönemlerde yani Batı'nın Rönesans'ı yaşadığı süreçlerde Doğu'dan çok ciddi bir birikim maalesef Batı'ya kaçırılmış ve kaçmıştır. Bugün Batı özgürlüğün, bugün Batı insan haklarının, bugün Batı evrensel standartların konforunu yaşıyorsa Doğu'dan kaçırmış olduğu bilimsel birikimin ve müktesebatın üzerine kurmuş olduğu düzenle bunu yürütmektedir. Şu topraklar; Anadolu ve Mezopotamya toprakları tarihsel süreç içerisinde... Bakın, Mezopotamya'daki tabletlerde çıkmış olan çivi yazıları da, bütün dünya tarafından da kabul edildiği üzere, Batı'dan bin yıl önce bilimsel çalışmalara, astronomiden matematiğe, tıptan sosyal bilimlerin birçok dalına kadar, Mezopotamya'da başladığını ifade etmektedir. Batı, buradan kaçırmış olduğu zenginlikler üzerine bir kültürel hazine kurmaya çalışmış; bugün vardığı noktayı, bugün özellikle bilime biçtiği özerk yapıyı, değeri, özgürlüğü buradan kaçırdığı hazineler üzerine bina etmiştir.
Türkiye'de bugün itibarıyla sınırlı sayıdaki üniversitenin belli kürsüleriyle sınırlanmış olan bir bilim özgürlüğüyle karşı karşıyayız. Özellikle, Batı'nın Doğu'dan bilimin kültürel hazinesini alarak Batı'ya götürdüğünün birkaç örneğiyle konuşmama devam etmek istiyorum. Düşünün, bütün dünyada Pisagor matematiğin babası olarak kabul edilir ama İyonyalı Pisagor eğitimi İyonya ya da Yunanistan'da almamıştır. Yirmi iki yıl Mısır'da, ondan da önce yedi yıl Babil'de yani Mezopotamya'da görmüş olduğu tahsil üzerine dünyada kendi çağı için bugün de geçerli olan bilimsel çığırları açmıştır. Doğu'nun bu hazinesinin göz ardı edildiği ve Mezopotamya'da -başta matematik olmak üzere- özellikle tıpta, matematikte, astronomide ve sosyal bilimlerde var olan gelişmişliğin üzerine bina ettikleri özgürlüğün konforunu sürdürürken, biz, bugün üniversitelerimizde bilim insanlarımıza, bilimin özgürlüğünü ve üniversitenin özerkliğini değil, iktidar uğruna feda edilen baskılarını ve onların çalışma koşullarını -deyim yerindeyse- burunlarından getirecek kadar sıkıntılı bir süreçle yürütmeye çalışıyoruz.
Buradan hareketle birkaç kuruma dair de bilgi vermek istiyorum. Komisyon görüşmeleri esnasında Sayın Bakana da ifade etmiştim. Bakın, TÜBİTAK'ta, özellikle bilimsel bilgi, eleştiriye açık, sınanabilir, tutarlı olmalıdır. Yine "Bilgiyi üretecek bilim insanlarının da bağımsızlığı en önemli şartlardan biridir." diye ifade etmiştik. TÜBİTAK, kuruluş misyonunun tersine bugün bu şartlardan giderek uzaklaşmış, bir kurum hâline dönüştürülmüştür. Bir bilimsel kimlikten ziyade bir devlet kurumu, bir kamu kurumu hâline dönüştürülmüştür ve TÜBİTAK bilimsel araştırma, bilgiyi yayma, uzmanlığı kamunun ve toplumun faydasına sunma işlevlerini önemli ölçüde yitirmeye başlamış, toplum nezdinde bağımsız olmayan, uzmanlığın değil, maalesef ama maalesef, iktidarın ve güç odaklarının yasal yetkileriyle atamaları sonucunda yönetilen bir kuruma dönüştürülmüştür.
TÜBİTAK'la ilgili, yakın geçmişte bütün vekil arkadaşlarımızın bilebileceği bir örnek üzerinden hareket edelim. Malumunuz olduğu üzere, sonbaharda Bingöl'ün Sarıçiçek köyüne düşen bir meteor üzerinden, özellikle bu taşların bir maddi değerinin olabileceği düşüncesiyle, yerli halktan ve Batılı ülkelerden buradan örnek taş almaya gelenlere dair -bakın, TÜBİTAK- burada, özellikle devlet adına vergi memurları, halkın kazancının vergiye tabi olup olmadığını inceleyerek düşen meteorlardan vergi alınıp alınmayacağını tartışmıştır. Bunun bilimsel çalışmalarda nerede kullanılabileceğinden ziyade, acaba bundan bir vergiyle istifade eder miyiz gibi, bir tüccar mantığıyla yaklaşılmıştır.
COŞKUN ÇAKIR (Tokat) - Ahmet Hocam, maliye o, maliye.
AHMET YILDIRIM (Devamla) - Geleceğim, şu anda onun "tweet"ini okuyacaktım.
Bakın, Sayın Bakan, dönemin Bakanı Sayın Şimşek'in Twitter üzerinden paylaştığı şu cümlesi gerçekten hepimiz açısından, bilimin özerkliği, özgürlüğü açısından ibret vericidir. "Taşlardan vergi alınsın mı?" anketini başlatmıştır. Bakın, "Taşlardan vergi alınsın mı?" anketini Twitter'dan paylaşmıştır.
Bir diğer hususu TÜBA'yla ilgili olarak belirtelim. Bilimsel kurullar ülkelerin prestijleridir. Bu prestiji özerk olmaları, gerektiğinde devleti ve hükûmetleri eleştirerek ilerlemeye ve yanlışları düzeltmeye katkı sağlayacak şekilde yaparlar. Bu kurullardaki bilim insanları kendi yetkinliklerini tartışmaya açmazlar. Ancak, TÜBA, özerk yapısını -üzülerek ifade edeyim- AKP hükûmetleri döneminde yitirmiştir çünkü bugün TÜBA'ya kurul üyesi olarak atananların üçte 1'i siyasi iktidar tarafından belirlenen YÖK'ten gelmekte, üçte 1'i yine siyasi iktidar tarafından belirlenen TÜBİTAK'tan gelmekte, sadece üçte 1'ini kendi üyeleri arasından seçmektedir. TÜBA maalesef böyle bir siyasal kimliğe sahiptir.
Ben konuşmalarımı tamamlamadan önce, özellikle -Tarım Bakanımız burada değil ama- kendi seçim çevrem olan Muş'taki TİGEM'le ilgili, Komisyon aşamasındayken Sayın Bakana soru sormuştum, sağ olsun Sayın Bakan bürokratları aracılığıyla Meclisteki adresime ulaşan bir cevap göndermiş.
Değerli milletvekilleri, Muş'taki TİGEM arazisi 65.147 dönüm arazi varlığına sahip. TİGEM ilk kurulduğu zaman bu 65 bin küsur dönümlük arazinin üçte 1'i çevre köylerden "İlimiz kalkınsın, ekonomik ve refah düzeyimiz yükselsin." diye köylülerin mal varlığından devlete bağışlanmıştır Bakanın da cevabında belirttiği üzere. Peki, halk kendi alın terinden, atalarından, dedelerinden kendilerine kalan topraklarını sadece işlemekle meşgulken ve "Devlet de bizim sunduğumuz katkılarla bu kenti kalkındırsın." diye arazilerini bağışlarken Tarım Bakanlığı 25 Temmuz 2010 yılında Resmî Gazete'de yayımlanan bir ilanla ihaleye çıkmış ve 16 Mart 2011 günü yandaş bir ticari şirkete kiralamıştır, uzun süreli kiralama yoluna gitmiştir. Biz Sayın Bakandan Komisyonda rica ettik, dedik ki: Bakın, burası sözleşme şartlarına uygun bir biçimde kullanılmıyor. Burası sözleşmede olmadığı ve sizden rıza alınmadan üçüncü şahıslara kiralanıyor ama bunların olmadığını Sayın Bakan bürokratları aracılığıyla bize ulaştırdığı yazıda iddia etmiş. Ben de ifade edeyim: Bakın Sayın Bakan, isimlerini istediğiniz anda size sunmak üzere söylüyorum, "Hiç iş kazası olmamıştır." diye cevap vermişsiniz; Engin Kuş isimli vatandaş 2 parmağını asla kullanamayacak şekilde iş kazası geçiriyor, işten çıkarılıyor dava yoluna gittiği için. Daha büyük sakatlık yaşayan bazı -isimleri bende mahfuz olan- emekçiler taşeron işçisiyken "Yargı yoluna gitmeyin, tazminat talep etmeyin, biz sizi kadroya alalım." diye susturulmaya çalışılıyor.
TİGEM arazisindeki kesilmemesi gereken kavak ağaçları kesiliyor, 726 bin TL'ye satılıyor; Sayın Bakan, bunların faturası şirket kayıtlarında var, iletebiliriz. Yine, en nihayetinde, 1.470 dönümlük bir yer bir köye kiralanıyor. Aynı şekilde, Sayın Bakan, bu sözleşmede bulunan personel sayısının yarısı kadar personel çalışıyor, sözleşmede şart olarak koştunuz, kiralama şartı olarak koştunuz ve bir TİGEM bürokratı olan yani kiraladığınız şirketi denetlemekle yükümlü olan bir TİGEM bürokratı, ismi bende, isterseniz bunu söyleyeyim, Mufil Yeşilyurt oranın genel müdürü Sayın Bakan. Düşünün, orayı denetlemekle yükümlü olan bir kurumun bürokratı kiraladığınız şirketin şu anda genel müdürü. Oradan etkin bir denetleme ve soruşturma çıkar mı usulsüzlüklere karşı Sayın Bakan? Hani, tüyü bitmemiş yetimin hakkı üzerinden herkesin hakkını koruyacağınızı söylediniz, 65 bin dönümlük arazi maalesef şu anda, adı üzerinde, "çiftlik" olarak kullanılıyor.
Saygılar sunarım. (HDP sıralarından alkışlar)