| Konu: | 2016 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Tasarısı ile 2014 Yılı Merkezi Yönetim Kesin Hesap Kanunu Tasarısı Tümünün görüşmeleri münasebetiyle |
| Yasama Yılı: | 1 |
| Birleşim: | 57 |
| Tarih: | 09.03.2016 |
MHP GRUBU ADINA ATİLA KAYA (İstanbul) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; 2016 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Tasarısı ve 2014 Yılı Merkezi Yönetim Kesin Hesap Kanunu Tasarısı'nın tümü üzerine Milliyetçi Hareket Partisi Grubunun görüşlerini paylaşmak üzere söz almış bulunmaktayım. Yüce Meclisi saygıyla selamlarım.
Değerli milletvekilleri, yaklaşık on üç yıldır ülkemizi yönetmelerine ve son seçimde yüzde 49,5 oy almış olmalarına rağmen "Ben ülkeyi yönetemiyorum. Sayın Cumhurbaşkanı gelsin, Başkan olarak bizi yönetsin." diyen bir Başbakanın hazırladığı bütçe üzerine konuşuyoruz. Bu Sayın Başbakanın sahiplendiği ve devam ettiricisi olduğu politikaları ve bunların ülkemizi getirdiği yeri göz önünde bulundurmak Sayın Başbakanın neden bırakıp gitmek arzusunda olduğunu anlamamıza yardımcı olacaktır.
Değerli milletvekilleri, ülkemiz on üç yıldan fazla bir zamandır aynı siyasi iktidar eliyle yönetilmektedir. Bu yönetim sürecinin ürünü olan ve değil milletin yarısından, başka milletlerden dahi oy alsalar değiştiremeyecek oldukları gerçekler ortadadır. AKP, iktidarları boyunca eli kanlı bölücü terör örgütü ve bugün, terör örgütü olarak tanımladığı cemaat yapılanmasıyla iş birliği içerisinde olmuştur. En yetkili ağızlarının ifadesiyle, onlara ne istemişlerse vermiştir. Cemaatle iş birliğinin sonucunda, bir yandan, Türk ordusu düzmece davalarla çökertilmek istenmiş, subayları hapsedilmiş ve içlerinden hayatlarını kaybedenler olmuştur; öte yandan, Emniyet teşkilatımız önce bunlara teslim edilmiş, sonra da temizlik bahanesiyle tarumar edilmiştir. Merkezî sınav sorularının çalınıp servis edilmesine kayıtsız kalınarak cemaatin devlet kademelerine yerleşmesine göz yumulmuş ve bu iş birliği ne yazık ki devletin zaafa uğratıldığı görülerek değil, 17-25 Aralık yolsuzluk ve rüşvet sürecinde kendilerine zarar verdiği görülerek sonlandırılmıştır. AKP iktidarının iş birliği yaptığı bölücü terör örgütünün ise sözde çözüm süreci bahanesiyle patlayıcı ve silah yığınağı yapmasına göz yumulmuş ve bu en yetkili ağızlarca da ifade edilmiştir. Terör örgütünün elebaşı, AKP'li bakan ve milletvekillerince övülmüş, ülkenin bir bölümünde kamu güvenliğinin ortadan kaldırılmış olmasına seyirci kalınmıştır. Sonuçta, Türkiye, Başbakan Davutoğlu'nun ifadeleriyle, beka mücadelesi veren ve kendi sınırları içerisinde egemenliğini tesis etmeye çalışan bir ülke durumuna düşürülmüştür. Sayın Davutoğlu'nun, partisinin il kongresinde "Kobani'ye selam ediyorum, Kobani'deki kardeşlerimin alnından öpüyorum." diyerek sergilediği gaflet, terör örgütünün ülkemizin ilçelerini, mahallelerini Kobani'ye çevirmek azmi olarak karşılık bulmuştur. Bunun ötesinde, ülkemizin başkentinde hem de "Devlet Mahallesi" olarak anılan bir bölgede askerî personelimize yönelik insanlık dışı bir terör saldırısında bulunabilmiştir. Bu saldırıda da istihbarat ve güvenlik zaafı kadar, geçmişteki gafletin de rolü vardır. Ne yazık ki pişman olmak gafletin sonuçlarını ortadan kaldırmaya yetmemektedir. Teröristler, bomba yüklü araçlarıyla ülkenin yarısını ellerini kollarını sallayarak dolaşırken Artvin'in bir yaylasında doğaya sahip çıkmak isteyen köylüler ve çevrecilerin terörist muamelesine tabi tutulması göstermiştir ki Türkiye, taşların bağlanıp köpeklerin salındığı bir köye dönüştürülmüştür.
Yıllar önce, "Ben ülkemi pazarlamakla mükellefim." diyen liderin partisi, liderlerinin sözünü yere düşürmemiş, AKP iktidarları, yolsuzluk, rüşvet, adam kayırma gibi şaibelerle anılır olmuştur. Milletin gözünün içine baka baka siyasi ahlak ve şeffaflık yasaları çıkaracağını açıklayan Sayın Davutoğlu, iktidarının ilk icraatları olarak, adları yolsuzluk iddialarına karışmış olan bakanların, yargının hükmünden kaçırılarak aklanmalarına seyirci kalmış, el konulmuş olan ayakkabı kutularındaki, elbise kılıflarındaki ve yatak odalarındaki paraların faizleriyle iadesine ses çıkarmamış, yetmezmiş gibi de dört bakanı istifaya mecbur bırakan, yolsuzlukların odağındaki isme hem de iki bakanına birden teşekkür plaketi verdirmiştir.
Değerli milletvekilleri, zaman zaman selefiyle uyumu tartışılan Sayın Başbakan Davutoğlu, yasalarla yapboz oynadıklarını itiraf eden dünyadaki tek Adalet Bakanını ve kapılarını kırıp gazetecileri gözaltına almak için yasalara gerek olmadığını, Anayasa'yı ise zaten tanımadığını söyleyebilen dünyadaki tek İçişleri Bakanını Kabinesinin vazgeçilmezleri arasında tutmakla hukuk anlayışının selefiyle uyum içinde olduğunu göstermiştir.
AKP iktidarları boyunca millî eğitim her gelen bir öncekinin yaptığını beğenmeyen 5 bakana teslim edilmiş, eğitim ve sınav sistemleri yapboza, gelecekleri için her türlü fedakârlıkta bulunduğumuz çocuklarımız kobaya dönüştürülmüştür. Bütün merkezî sınavlar şaibeli olmuş, atanamayan öğretmenler büyük bir sorun, yapılan atamaların sadece yandaş sendikanın referansına bağlı olarak gerçekleştirilmesi daha büyük bir sorun hâline gelmiştir. Eğitimin seviyesini gösteren uluslararası endekslerde okul ve öğrencilerimiz her yıl daha alt sıralara gerilemiş, dindar ve kindar nesil yetiştirmenin aracı hâline getirdikleri millî eğitimde iktidarın gerçekleştirebildiği tek hedef "Hamdolsun, 40 bine düşen imam-hatip öğrencisi sayısını 1 milyona çıkardık." olarak açıklanmıştır. Sonunda, Başbakan Davutoğlu sorunu kendince kökünden halletmiş ve millî eğitimin kaderini Cumhurbaşkanının oğlunun Millî Eğitim ve okul müdürlerine başkanlık ettiği toplantıların insafına terk etmiştir. Bütün paralar, binalar ve arsalar Bilal'in vakfına ama Türk gençliği cehaletin ve uyuşturucunun pençesine teslim edilmiştir. Açıktır ki Sayın Davutoğlu millî eğitim politikaları konusunda da selefiyle tam bir uyum hâlindedir.
"Hiç kimse gücümüzü, sabrımızı test etmeye kalkmasın." retoriği eşliğinde çizilen Türkiye'nin bütün kırmızı çizgileri kişisel hırsların, yetersizliklerin ve öngörüsüzlüklerin sonucu olarak bir bir silinmiştir. Bir ülkenin geleceğini bir kişinin iktidarına değişen Sayın Davutoğlu "AKP için Cumhurbaşkanımız kırmızı çizgidir." demekle sadece bulunduğu yeri değil varlık nedenini de ortaya koymuştur. Sayın Başbakanın elinde kalan son kırmızı çizgi, onu demokrasi, sistem ve Anayasa konularında selefiyle uyumun da ötesine taşımaktadır.
İktidarlarında Türkiye'nin kırmızı çizgilerinden vazgeçebilenlerin, partilerinin kırmızı çizgilerinden bir türlü vazgeçememeleri parti çıkarını ülke çıkarına önceledikleri dışında bir şeyi daha anlatmaktadır ki o da şudur: Kurulduğu günden beri vesayete karşı bir mücadele vermekle anılmak isteyen AKP hem parti yönetiminde hem de devlet yönetiminde vesayetin dik âlâsını hem yaşayan ve yaşatan hem de savunan tek oluşum hâline gelmiştir. Sayın Davutoğlu, siyasi geleceğinin millet iradesinden çok "efsanevi liderim" güzellemelerine bağlı olduğunun farkındadır. Ne var ki bu, vasisine yetmemektedir. Ona kendi parti yönetimini bile belirleme hakkı tanımayan kişi her fırsatta patronun kim olduğunu gösterme gayretindedir. Bunu en son Sayın Başbakanın kabul edip görüştüğü ve anlaştığı Cerattepe sakinlerini yavru Gezici ilan etmekle de göstermiştir. Bu durumda Sayın Başbakandan önce vasisine sormak gerek: Sizin güvenip de parti yönetimini teslim etmediğiniz kişiye ülke yönetimi nasıl teslim edilebilmiştir? Ülkemizin yönetimi sizin partinizin yönetiminden daha mı az önemli, ülkemiz sizin partinizden daha mı az değerlidir?
Değerli milletvekilleri, Türkiye'nin içinde bulunduğu durumu 1990'lı yıllarla kıyaslamanın bugün yaşananları hafife almak olacağına dikkat çeken ve "1990'lı yıllarda devletin kötü yönetildiğinden söz edilebilirdi, şimdi devletin çökertilmesinden söz etmek daha doğrudur." diyen Sayın Ertuğrul Günay AKP hükûmetlerinde iki dönem bakanlık yapmış olan kişidir.
"Türkiye hukuk devleti olmazsa ekonominin ilerlemesi zor." uyarısını yapan da "Hukukun olmadığı ülkelerde yine zenginler oluşur ama ülke topyekûn zenginleşemez. Zenginleşebilmemiz için mutlaka gerçek bir hukuk devleti olmamız, yargımızın tarafsız ve bağımsız çalışması lazım." tespitinde bulunan da ve bunu tamamlamak üzere, son on iki buçuk yıllık dönemde Türkiye'nin ilerlemediği, hatta itibar kaybettiği alanın yargı olduğunu itiraf eden de sabık Başbakan Yardımcısı Sayın Ali Babacan'dır.
AKP iktidarlarının yönettiği Türkiye'deki temel sorunların kutuplaşma, dış politikada allak bullak oluş, ekonominin kötü durumu, terörle mücadeledeki zafiyet ve paralelle mücadelenin bir paranoyaya dönüşmesi olduğunu söyleyen; AKP'de genel başkan yardımcılığı, grup başkan vekilliği, iki ayrı bakanlık, parti ve hükûmet sözcülüğü yapmış olan Sayın Hüseyin Çelik'tir.
"Birisini sırf imam-hatip mezunu olduğu için göreve getirdiğimiz zaman kaybetmeye başladık." diyerek, AKP iktidarı döneminde iktidar-bürokrasi ilişkisinin liyakat değil, patronaj temelinde yürütülmekte olduğunu söyleyen de AKP'nin kurucularından ve yakın zamana kadar MKYK üyesi olan Sayın Ayşe Böhürler'dir.
Değerli milletvekilleri, artık açıkça belli olmuştur ki çınarın gölgesinde gün ışığına kavuşmayı bekleyen hakikatler, sadece Ankara'nın parsel parsel satılmasından çok daha fazlasıdır.
Değerli milletvekilleri, siyaset bilimi ve uluslararası ilişkiler profesörü olan ve siyasi kariyerine Dışişleri bilirkişisi olarak başlayan Sayın Davutoğlu'nun, danışmanlığından Başbakanlığına, kendi elleriyle şekillendirdiği Türk dış politikası ise şu hâldedir: Defalarca "Şanghay Beşlisine bizi de alın." diye diller dökülen Rusya'yla neredeyse bir savaşın eşiğine gelinmiştir ve Türkiye, ekonomik yaptırımdan fazlasına, savaştan azına maruz kalmakla tehdit edilmektedir. Rus askerleri sınırımızdaki Kamışlı'dadır ve sadece Esad'la değil, artık PYD'yle omuz omuza Türkiye'nin karşısındadır.
Türk askerinin başına çuval geçirildiğinde "Nota verecek misiniz?" diye soranlara "Ne notası, müzik notası mı?" diyenler Rusya'ya "2 pilot için değer miydi?" demekle kendi şehitlerine hangi ruh hâli içinde "kelle" diyebildiklerini de göstermişlerdir. Ayağındaki ambargo prangasını çözen İran bölgede en güçlü konumuna erişmiş ve Türkiye'yi terörist gruplara destek olmakla itham etmektedir. ABD'nin Orta Doğu Projesi kapsamında fiilen bölünmüş...
FUAT KÖKTAŞ (Samsun) - Biz bütçe konuşması bekliyoruz ya, bütçeye yönelik bir şeyler yok, biraz bütçe dinleyelim.
ATİLA KAYA (Devamla) - ...bir ülke durumunda olan Irak varlığımıza yönelik terörün bir üssü olmasının yanı sıra Türkiye'yi egemenlik haklarını ihlal etmekle suçlamaktadır.
HASAN TURAN (İstanbul) - Bütçe yok, bütçeyle ilgili bir şey yok.
ATİLA KAYA (Devamla) - Suudi Arabistan önderliğindeki Sünni örgütlenmesinden medet umarak Riyad merkezli Teröre Karşı İslam İttifakı'nın kuyruğuna takılan Türkiye Arap Birliğinin kınaması ve "Başika'dan askerlerini çek." çağrılarıyla sarsılmıştır. Davos'ta kükreyenler "İsrail'le birbirimize muhtacız." deme noktasına gelmiş ve İsrail'e mi, yoksa Hamas'a mı "..."(x) diyeceğini bilemez hâldedir. Barzani kürdistanın kurulmasının an meselesi olduğunu söylemeye başlamıştır. Fırat'ın batısına ilerleme gayretleri içinde olan PYD Türkiye'nin kırmızı çizgileriyle alay ederken IŞİD katyuşa füzeleriyle okullarımızı, şehirlerimizi vurmakta ve insanlarımızı öldürmektedir. Sayın Davutoğlu'nun öfkeli çocukların nihilist şeytanlar olduklarını anlamak için edindiği tecrübenin bedelini bütün Türkiye ödemiştir. Büyük Ortadoğu Projesi'nde eş başkan olmakla övündükleri ABD, PYD'yi terörist örgüt olarak görmediklerini ve iş birliklerinin devam edeceğini resmen açıklamıştır. Sayın Cumhurbaşkanının ABD'nin Türkiye'nin mi, yoksa PYD'nin mi müttefiki olduğunu anlamaya çalışırken unuttuğu şey ise PYD liderini Ankara'da defalarca ağırlayan, PYD'ye yardıma gidenlere hem de bir 29 Ekim günü topraklarımızdan koridor açan ve Kobani'deki bütün kardeşlerini alınlarından öpenin ABD değil, Sayın Davutoğlu olduğudur.
Sınırımızda bir cehenneme dönüşen Suriye'den payımıza düşen ülkemizi âdeta dev bir mülteci kampına çeviren yaklaşık 3 milyon sığınmacı, onlar için harcanan milyarlarca dolar ve şehirlerimizden devşirdikleri gençleri, yine şehirlerimizde patlayan canlı bombalara dönüştüren bir terör örgütüdür. Sadece Türk oldukları için can veren ve geride kalanları vatanlarını terk etmek zorunda bırakılan soydaşlarımız da cabası. Ülkemizdeki 100 bine yakın camide yer bulamamışlar gibi, yıllardır içlerinde ukde olarak kalan Şam'da namaz kılmak ancak Esad'ın arkasında saf tutmak şartıyla gerçekleşebilecek hâle gelmiştir. Suriye konusunda Türkiye'ye biçilen yegâne rol, 3 milyar avro karşılığında, Avrupa'da görülmek istenmeyen mültecilere bekçilik yapmak olmuştur. Doğal gaz musluğunu elinde tutan Rusya'nın tehdidi karşısında "Gerekirse tezek yakarım." diyen fakir ama gururlu delikanlı rolüne soyunan iktidar, 3 milyar avro karşılığında bu gururundan vazgeçmiştir.
İktidara sorarsanız, yönettikleri Türkiye, bölgesel lider ve küresel güçtür ama bölgede, Suriye, İsrail, Mısır, Libya ve Yemen'de büyükelçimiz bile yoktur. İçine düştüğümüz yalnızlık -Sayın Başbakanın çarpıtmaya çalıştığı gibi- başkalarının ithamı değil kendi itiraflarıdır. Bahanesi olarak sunulmak istenen "Mısır'da demokrasiyi savunduk." gibi gerekçelerle kimseyi aldatmamalıdır. Mısır'da savundukları demokrasi değil, ihvan ideolojisiydi; öyle olmasaydı, Sudan'daki seçilmiş iktidarı askerî darbeyle deviren General Beşir, bütün dünyada aranırken, burada ayaklarına kırmızı halı sermezlerdi.
Sayın Davutoğlu'nun Dışişlerine ilişkin yegâne kavrayışının, onu, emperyal hülyalara ve mezhepçi ideolojilere sarıp sarmalayıp iç politikanın aracı bir söylemine dönüştürmek olduğu artık ayan olmuştur.
Değerli milletvekilleri, Sayın Başbakan Davutoğlu'ndan söz ettiğimiz yerde, mutlaka "kamu düzeni" kavramı üzerinde de durmalıyız. Bunun nedenlerinden biri, Sayın Başbakanın bu konudaki basiret ve yetenek yoksunluğu, diğeri ise kavramı yanlış ve kasıtlı kullanmaktaki ısrarıdır. Sanki bir ülkedeki yönetimin başlıca işi değilmiş gibi, Başbakan "kamu düzeni" kavramını kendi keşfetmiş edasındadır. Yıllardır yollar kesilirken, teröristler sözde asayiş kontrolü yaparken, bayraklar indirilip Atatürk büstleri ve okullar yakılırken, terör örgütü kendi mahkemelerini kurup "vergi" adı altında halktan haraç toplarken ve iktidarın gözü önünde şehirleri cephaneliğe çevirirken akıllara gelmeyen "kamu düzeni" kavramı, teröristlerle yapılan pazarlıklar tutmadığında, bir anda Başbakanın aklına geliverir olmuştur. Bununla birlikte, Sayın Başbakan, akademik titrine yakışmayacak bir şekilde, kavramı sadece güvenlik alanıymış gibi kullanmaktadır.
Hukuk terminolojisine aşina olanlar bilirler ki onun sandığından çok daha genel bir kavram olan kamu düzeni, güvenliği de kapsamakla birlikte, kamu yararı, kamu vicdanı ve genel ahlakla ilgilidir. Yani ayakkabı kutularındaki paralar da yatak odalarındaki para kasaları da kollardaki 700 bin liralık saatler de rüşveti meşrulaştıran fetvalar da ihale yolsuzlukları da rant yağmaları da arsız iktidar zenginlerinin millete küfretmeleri de havuz medyaları da yargıyı kendine bağlama çabaları da basını susturma gayretleri de Millî Eğitimi yandaş vakıflara peşkeş çekmeler de sınav yolsuzlukları da devlet kurumlarındaki militan kadrolaşmalar da işçi tekmeleyenin Başbakanlık müşaviri, gazete basanın bakan yardımcısı yapılmaları da en az güvenliği tehdit eden hâller kadar kamu düzenine zarar vermektedir.
Açıktır ki Sayın Başbakan, bütün bunlar akla gelmesin diye "kamu düzeni" kavramını "kamu güvenliği" anlamında kullanmakta ve "adalet" ile ilgili bir kavramı zulmü perdelemenin aracı kılmaktadır. Sayın Başbakan, hendekler kaldırılmak ve mahallelere girilmekle kamu düzeninin sağlanmış olacağına kamuoyu inansın istemektedir. Heyhat! Bu millet, AKP zihniyetinden kurtulmadıkça kamu düzeninin sağlanamayacağını çok iyi bilmektedir. Bilmektedir çünkü il merkezlerini taşımanın kamu düzenini tesise hizmet edeceğini düşünenlerin, taşımaya alışık olduklarını ve ayakkabı kutularıyla taşımalarının, para kasalarıyla taşımalarının, iktidarı saraya taşımalarının, ecdat mezarlarını taşımalarının hangi amaca hizmet ettiğini yaşayarak öğrenmişlerdir.
Değerli milletvekilleri, iktidarın siyasi gündem maddelerinin en başta gelenlerinden biri de yeni anayasadır. Anayasa yapım sürecinde, iktidarın "yeni"den anladığı "anayasayı tanımıyorum" diyenlerin, "kendinizi yasayla, mevzuatla bağlamayın" diyen için yapacak olduklarıdır. İktidar açısından bakıldığında; "yeni anayasa" çalışmalarının, başkanlık sistemine giden yola taş taşıyabildiği sürece ve taşıyabildiği kadar anlamlı olduğu görülür. Başkanlık sistemini Türkiye'nin en önemli meselesi gören iktidar belli ki bu en önemli konuyu tartışmayı, Cumhurbaşkanını saksıya, parlamenter sistemi montofon ineğine benzeten bir ciddiyet düzeyiyle sürdürecektir. Bu düzey, istikrar bahanesinin altını sağlam gerekçelerle dolduramamalarının bedelidir. Aranan gerçekten de istikrar ise parlamenter sistemde ve özellikle de tek parti iktidarlarında icra başkanlıktan daha seri işler.
AKP on üç yıldır tek başına iktidardır. Böyle imkânı varken, on üç yılda Türkiye'ye çağ mı atlatmıştır? Ya da neyi yapamamıştır? Onlara ne ayak bağı olmuştur? Ben söyleyeyim: Sadece yargı, hem de bütün yapbozlarına rağmen.
Değerli milletvekilleri, isterse başkanlık isterse de parlamenter sistem olsun her iki sistemin de gücünün gerçek kaynağı yargı bağımsızlığıdır. Siz bunu "tanımıyorum" derseniz, hangi sistem size ne yapsın? Hem teorik hem pratik açılardan ele alındığında görülecektir ki, başkanlık sisteminde de, parlamenter sistemde de ortak olan yargı bağımsızlığı, hukuk devleti ve kuvvetler ayrılığı ilkesidir. Sistem tartışmalarından önce üzerinde durulması gereken budur. İstikrarsızlık doğuran şey ise parlamenter sistem değil, iktidarın hukuk devleti ilkesine uymayışıdır.
Başkanlık sisteminde, başkandan ve meclislerden daha güçlü bir hukuk sistemi ve anayasal denetim vardır. Yüksek Mahkeme Başkanı, ABD devlet protokolünde Başkandan hemen sonra 2'nci sırada gelmektedir. Bizdeki başkanlık heveslisi ise, Yüksek Mahkeme başkanlarını vatana ihanetle suçlayabilmekte, Yüksek Mahkeme kararlarına saygı duymadığını, onlara uymayacağını söyleyebilmektedir. Ve ne yazıktır ki, bu tavrın iktidarda bulduğu karşılık "Helal olsun! Reis, Anayasa Mahkemesi Başkanına haddini bildirdi." olabilmektedir. Bırakın başkanlık sistemini, dünyanın hangi gelişmiş ülkesinde bir cumhurbaşkanının böyle konuşabileceğini, milletvekillerinden böyle pervasız destekler bulabileceğini düşünürsünüz? İşte, bütün bu olup bitenler, Sayın Erdoğan'ın ne tür bir başkanlık istediğinin ipuçlarıdır.
Başkanlığın dünyadaki tek başarılı örneğinin ABD olduğunu söyleyen her meşrepten uzman, bu sistemin ABD'ye uygunluğunun en önemli nedeni olarak, iki parti ve onlarla temsil edilen tüm seçmenlerin liberal kapitalizm ve pragmatizme olan tavizsiz inancını gösterirler. Oysa, Türk seçmeninin felsefi inançlarında böyle bir ortaklık yoktur ve olmamalıdır da. Başkanlığın ABD'de başarılı olmasının en başta gelen nedeni ayrışma ve kutuplaşma olmamasıdır. Türkiye'de başkanlık sistemine geçilse bile, bunun sağlıklı işlemesinin önündeki en büyük engel muhalefetin varlığı değil, AKP'nin kendi seçmenini konsolide etmek için toplumu ayrıştırması ve kamplaştırması olurdu. Başkanlık sisteminin de, parlamenter sistemin de dünyada başarılı ve başarısız örnekleri vardır. Bunlara baktığımızda, başarıyı belirleyen esas ölçütün sistem değil, demokrasi düzeyi olduğu görülür.
Sistem başarısının vasatı olan demokratik düzeye erişilmeden geçilecek başkanlık sisteminin otoriterliğe evrileceği açıktır. Sayın Cumhurbaşkanının arayışı da bu noktada anlam kazanmaktadır. Sık sık dile getirdiği Türk tipi başkanlık arayışlarının ardındaki hakikat budur.
Değerli milletvekilleri, gerçek bir Türk tipi başkanlığın ne olduğunu ben size söyleyeyim: Türk tipi başkanlıkta yasa kağanın üzerinde yer almaktadır. Siz hukuku yani yasaları ayaklar altına aldınız, "fiilî durum" dediniz, "yapboz" dediniz, "tanımıyorum" dediniz. Türk tipi başkanlık, üstte gök basmadıkça, altta yer delinmedikçe, Türk milletini bir ve bütün tutmaktır; siz milleti parçalara böldünüz ve bir kısmını aşağıladınız. Türk tipi başkanlık devleti ebet müddettir; siz devlet geleneğini yok saydınız, yabancı nefeslerden himmet umdunuz. Türk tipi başkanlık hanı yağmadır, siz halkı yağma ettiniz. Han, halkını zenginleştirirken siz iktidar yandaşlarını zenginleştirdiniz.
Değerli milletvekilleri, günü geldiğinde, hangi tarihte, nasıl anılırsınız bilemem ama Türk tarihinde utanılmayacak bir yer edinmek isterseniz, nedamet getiriniz. Türk tipi başkanlığı savunmaya hakkınız olsun istiyorsanız öncelikle siz Türk tipi olmayı denemelisiniz. (MHP sıralarından alkışlar) Yoksa size tek söyleyebileceğim şey şudur: Sizin neyiniz Türk tipi ki, başkanlığınız da Türk tipi olsun.
Değerli milletvekilleri, AKP iktidarları boyunca milletin desteği, adalet, huzur ve refah için kullanılmak yerine, gerilim, kutuplaşma ve çatışma ekseninde heba edilmiş, millî irade, yolsuzluk, adaletsizlik ve bölücülük için kılıf yapılmıştır. Ülkemizin sadece millî çıkarları değil iç barışı da tehdit altındadır. Türkiye, bir yandan Sayın Başbakanın ifadesiyle beka mücadelesi veren ve kendi sınırları içinde egemenliğini tesise çalışan, öte yandan sadece yandaşların kendini özgür hissettiği, sadece haramzadelerin gelecek endişesi taşımadığı bir ülke hâline getirilmiştir. Ateş çemberiyle çevrilmiş ve birliğe her zamankinden daha muhtaç hâldeki ülkemiz -kamuoyu araştırmalarının tanıklığında- birbirilerine ne kız ne selam verir ne de komşu olmak ister kamplara ayrılmış durumdadır.
Değerli milletvekilleri, söyleyebileceklerimin değil süremin sonuna geldiğim için özetleyerek tamamlamak istiyorum.
İthal, dolayısıyla da tarihsiz bir siyasal İslam anlayışının temsilciliğini yapan Adalet ve Kalkınma Partisi zihniyeti, dini tarihsizleştirmiş, hukuku siyasallaştırmış, siyaseti ideolojileştirmiş, demokrasiyi araçlaştırmıştır. Millet anlayışları geleneksel millet anlayışımızdaki "Irk, din ve sınıfına bakmadan kapsayıcılık" ilkesine değil de, "Din ve mezhep anlayışına bakarak dışlayıcılık" gibi bir ilkeye dayandığı için bunu yapmışlardır. Geçmişlerinde "devlet kavrayışı" ile bir tanışıklıkları olmadığı için, sonradan etkileri altında kaldıkları liberallerin yönlendirmesiyle şirket olarak tasarlanmış devlet anlayışından medet umdukları için bunu yapmışlardır. Adalet anlayışları sadece "Bizden olanlar için" gibi ilkel bir anlayışa dayandığından dolayı bunu yapmışlardır. Dini insanları birleştiren bir şey olarak değil de, kendilerini başkalarından ayıran ve onlara üstün kılan bir araç olarak gördükleri için bunu yapmışlardır. Siyaset anlayışları, ahlakla sınırlandırılmamış bir zekânın Makyavelist yönelimlerince belirlendiği için bunu yapmışlardır.
Değerli milletvekilleri, Batılıların "Türk düsturu" olarak andıkları, "Devlet küfr ile çökmez ama zulm ile çöker" anlayışına yabancılıkları, hukuk bilincine sahip olmayışlarıyla da ilgilidir. Bu arkadaşlar devlet işlerinde abdestsiz imza atmamış olmayı eylemlerinin meşruiyet ölçüsü sanmaktadırlar; oysa atılan imzaya meşruiyet kazandıran şeyin hukuka uygunluk ve kamu çıkarına hizmet eden sonuçlar doğurmak olduğundan bihaberdirler.
Değerli milletvekilleri, AKP'nin hani terör örgütü PYD nezaretinde kaçırdığı o Süleyman Şah Türbesi vardı ya, işte o türbe...
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)
BAŞKAN - Sayın Kaya, bir dakika içinde toparlar mısınız?
ATİLA KAYA (Devamla) - AKP'nin hani o terör örgütü PYD nezaretinde kaçırdığı o Süleyman Şah Türbesi vardı ya. İşte, o Türbe dillerinizden düşürmediğiniz Osmanlı'nın kuruluş devri tarihlerinden itibaren "Türk Mezarı" olarak anılır, vesilemiz bu olsun. Aradığımız ölçüde şu olsun: Türk milletinin adını bile söylemekten imtina edenler Türk milletinin çıkarlarını hiç savunamazlar ve bir milletin adını dâhi söyleyemeyenlerin o milletin kaderinde söz hakkı da olmamalıdır diyor, bu anlayış içerisinde bütçeye ret oyu vereceğimizi ifade ediyor, yüce Meclisi saygılarımla selamlıyorum. (MHP sıralarından alkışlar)