| Konu: | Türkiye İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumu Kanunu Tasarısı münasebetiyle |
| Yasama Yılı: | 1 |
| Birleşim: | 62 |
| Tarih: | 29.03.2016 |
HDP GRUBU ADINA AYHAN BİLGEN (Kars) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; ben de söze Âşık Veysel'le, büyük ozanla başlamak istiyorum: "Anlatamam derdimi dertsiz insana/Dert çekmeyen dert kıymeti bilemez."
İnsan haklarının, aslında, hepimizin ortak derdi olması gerekiyor ama bu maddeden önce cezaevleriyle ilgili yapılan tartışmaya baktığımızda, toplumun ciddi bir kısmının derdiyle ilgili ne kadar bigâne olduğumuzu görmek pekâlâ mümkün. Hani, meşhur bir misal vardır, kıssa vardır; Anadolu'dan birisi Avrupa'ya iş aramak üzere gitmiş, bir pizzacıda tecrübeli eleman ilanı varmış, başvuru yapmış. Ama biraz konuştuktan sonra iş yeri sahibi bakmış ki bu şahsın pek pizza tecrübesi falan yok. Önce demiş ki: "Sen hiç çalıştın mı pizzacıda?" "Yok, çalışmadım." demiş. "Peki, pizza ne, biliyor musun, hiç yedin mi?" "Hayır, yemedim." demiş. "Peki, pizzayı hiç gördün mü?" demiş. "Yok, görmedim ama benim köyüme yakın bir köyden birisi daha önce pizza görmüş."
Şimdi, cezaevleriyle ilgili burada kalkıp öyle sözler söyleniyor ki hani ya hiç cezaevi görmemiş ya hiç cezaevine gireni görmemiş ya hiç cezaevleriyle ilgili hiçbir şey okumamış diye düşünüyorsunuz. Cezaevleri komisyonu diye bir komisyon var, Cezaevleri İzleme Komisyonu var, mevzuatta var ama pratikte bir anlamı var mı, nasıl bir mevzuat yapmışız, bunu galiba buraya çıkıp konuşanın en azından biliyor olması gerekir. Mesela Cezaevleri İzleme Kurulunun bir üyesinin geçtiğimiz günlerde basına yansıyan sözü var -bir izleme kurulu üyesi yani cezaevlerindeki haksızlıkları, ihlalleri biliyor olması gerekiyor- diyor ki: "Bizim şehrimiz turistik bir şehirdir ama buradaki cezaevinde Kürtler kalıyor yani kötü görüntü oluyor -aynen ifade böyle- kötü, çirkin görüntü oluyor. Buradaki Kürt mahkûmları başka bir şehre götürseniz." Yani şehrin turistik imajına zarar verdiği için. Şimdi, böyle izleme kurulu üyesiyle hangi cezaevindeki hangi ihlali izleyeceksiniz de o sorunu çözecek bir iradeyi, bir tavrı geliştireceksiniz?
Cezaevi izleme kurullarına nasıl üye olunur? Mekanizma şeffaf değil. Cezaevi izleme kurulları hangi periyotla çalışır? Mekanizma yok. Cezaevi izleme kurullarının raporları kamuoyuna açıklanır mı? Buna dair hiçbir güvence yok. Yani cezaevi izleme kurulu diye bir şey var ama aslında aslı yok. Dolayısıyla da cezaevleriyle ilgili burada konuşurken bir değerli milletvekilinin CPT'den söz etmesi yani işkenceyi önlemeye dönük bir uluslararası mekanizmadan söz etmesi, Meclis İnsan Haklarını İnceleme Komisyonundan söz etmesi, cezaevi izleme kurullarından söz etmesi hiçbir şey ifade etmiyor. Bu Parlamentoda ister 7 Haziranı esas alın -hadi 7 Haziranı geçtik- ister 1 Kasımı esas alın şimdiye kadar İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu herhangi bir cezaevi ziyareti yapmadı.
Şimdi, bir ülke düşünün ki tutuklu sayısı hükümlü sayısına oranla dünyada en üst sırada yani bir ülkede eğer tutuklu oranı hükümlü oranına göre böyle bir rakamı bulmuşsa orada yargılama sistemi çökmüştür zaten. Hemen önümüze Avrupa'daki cezaevlerinin fizikî koşullarıyla Türkiye'deki cezaevlerinin fizikî koşulları getiriliyor ama Avrupa'daki cezaevlerindeki siyasi tutukluyla ya da siyasi hükümlüyle adli hükümlü oranına baktığınızda aslında bu ifadenizin hiçbir karşılığı olmadığı, hiçbir değeri olmadığı çok net biçimde görülecektir.
Bu İnsan Hakları Kurumuyla ilgili düzenleme -belki bazı milletvekillerimiz çok dikkatle izlemiyor olabilirler ama- sonuç itibarıyla mevcut bir kuruma yeni görevler vererek yeniden dizayn etme, yeniden yapılandırma biçimindedir. Yani bir İnsan Hakları Kurumu var ve bu kurum da kurulurken aslında Başbakanlık İnsan Hakları Başkanlığını esas aldı. Yani devletin zaten bürokratik bir organını kısmen değiştirerek İnsan Hakları Kurumu yaptık, sonra da şimdi ona vize muafiyeti alabilmek için bir de ayrımcılıkla mücadele görevi vererek adına da "Eşitlik Kurumu" ekledik, oldu "Türkiye İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumu." Ama yeni görev verirken ne beklersiniz? Normalde kurumun kapasitesini artırmak, kurumun daha sivil, daha güvenilir, daha bağımsız, daha tarafsız olmasını sağlayacak bir mekanizma kurulmasını beklersiniz ama öyle olmuyor. Daha önceki yani şu anda mevcut, var olan kurumda hiç olmazsa üniversitenin, hiç olmazsa baroların temsil imkânı varken bunu da kaldırıyorsunuz. Şimdi, böyle bir yapılanmayla gerçekten böyle bir yük, bu kadar büyük bir sorumluluk çözülebilir mi, yerine getirilebilir mi?
Ben Türkiye'nin Avrupa Birliği üyeliği sürecinde atılan adımları çok politik bir tartışma konusu yapmak istemiyorum. İnsan haklarıyla ilgili hangi nedenle iyi iş yapılmışsa onu desteklemek lazım ama yaptığınız işin de hiç olmazsa beklentinizi karşılayacak bir niteliğinin olması gerekiyor. Yani, insan hakları kurumlarının nasıl olması gerektiğine dair hem üye ülkeler tek tek hem Avrupa Birliğinin kendi mevzuatı, Birleşmiş Milletlerin mevzuatı, Avrupa Konseyinin mevzuatı çok net olmasına rağmen biz diyoruz ki: "Böyle yapıyoruz ve bizim yaptığımız da esastır." E, şimdi, siz yapabilirsiniz ama bunun uluslararası arenada bir karşılığı olur mu, akreditasyon olur mu, bu kabul görür mü? Hadi, bunu da bir tarafa geçtik yani bu mülteci pazarlıkları falan dolayısıyla diyelim ki bu düzenlemeye Avrupa Birliği şimdilik ses çıkartmadı. Peki, toplum buna itibar eder mi? Toplum başvuru yapma konusunda bu kurumlara güvenir mi? Şimdi, Başbakanlık İnsan Hakları Başkanlığı, il, ilçe insan hakları kurulları kurulurken insan hakları örgütleri dediler ki: "Bu kurulların bağımsız olmaması durumunda, sivil olmaması durumunda bu kurullara başvuru yapmaz insanlar."
Nitekim, insan hakları örgütlerine yapılan başvuruların niteliğine bakıyorsunuz, bir de devlete ait insan hakları kurumlarına yapılan başvuruların niteliğine bakıyorsunuz, zaten makasın ne kadar açık olduğunu görüyorsunuz. Mesela, bu kurumlara yapılan başvurulara baktığınızda, genellikle şöyle başvurular oluyor: İşte, komşu üst kattan halıyı çırptı, bizim çamaşırlar kirlendi. Evet, bu da çok önemli bir şey şüphesiz ama Türkiye gibi devasa can yakıcı insan hakları sorunları olan ülkelerde insanlar bu kurumların sorun çözeceğine inanmadığı için de bu kurullara başvuru yapmıyor. Nitekim, zaten ilkesel olarak da bu kurulların bağımsız olmasının anlamı, önemi, ihlal yapanın değil, ihlal yapanın dışında ihlal yapanla mücadele edebilecek saygın, itibarlı, toplumda tarafsızlığına, adaletine güvenilen insanların bu kurullarda görev yapmasıdır. Yani, ancak insanlar o zaman gelip der ki: "Evet, ben bir ihlale, haksızlığa uğradım ve bu sorunun çözümünde de bu kuruldaki insanların her birisi toplumda bu konuda kendisine güvenilen insanlardır, asla siyasi hareket etmez, asla kayırmacı, ayrımcı davranmaz, benim inancıma, mezhebime, kimliğime bakmaz, iktidarın karakterine bakmaz, iktidar muhafazakâr mı, milliyetçi mi, sol mu, solcu mu falan, bunlara bakmaz, her hâlükârda benim sorunumla ilgilenir." Şimdi, bu mekanizmayı sadece Hükûmet eliyle organize ederseniz, kurarsanız bu kurumlar sadece ölü doğarlar, sadece güdük ortaya çıkarlar, ne uluslararası arenada ne toplum nezdinde bir karşılığı olmaz.
İnsan hakları sorunları kimsenin iç işleri değildir. Yani, sadece son birkaç haftada yaşadığımız tartışmalara baktığımızda bunu pekâlâ görebiliriz. Yani, bir ülkede gazeteci tutuklu yargılanıyorken, bir ülkede işte, akademisyen tutuklu yargılanıyorken, ki bugün Başbakanın bu konudaki tepkisi de son derece yerindedir, haklıdır, doğrudur ama siz gazeteciyi peşinen "ajan" diye cezalandırılabilecek pozisyonda görürseniz insan hakları konusunda bir ortak zihniyet, bir ortak perspektif geliştiremezsiniz. Evet, dünyanın birçok ülkesinde iktidarlar özellikle de insan hakları zihniyetinin gelişmediği ülkelerde muhalifleri böyle tarif ederler ya "bölücü" derler ya "darbeci" derler ya işte, "iş birlikçi" derler, böyle kategorize ederler ama sonuçta sırf bunun için insan hakları alanının standartları vardır. Bu standartlar evrensel standartlardır ve siz bu evrensel standartları yok sayarak kendiniz bir pozisyon alırsanız, bu aldığınız pozisyon konjonktürelse yani iktidarda kimin olduğuna ve o mağdur nasıl bir karaktere sahip, buna göre bir pozisyon alırsanız o zaman insan haklarının bu evrensel standartlarını tümüyle bir kenara bırakmış olursunuz. Eğer insan hakları alanına başka devletlerin müdahale etmesini istemiyorsanız bunun birinci yolu yani duruşma izlenmesinden rahatsızlık duyuyorsanız, sizin insan hakları sorunlarınıza başka ülkelerin ilgi göstermesi sizin onurunuzu kırıcı bir etki, bir sonuç doğuruyorsa ilk yapmanız gereken şey meydan okumak değil, bu sorunları çözecek ve bir kaşınacak yaranızın olmayacağı bir iklim, bir atmosfer inşa etmektir. Ama bunu yapmayıp sadece dışarıya tepki vererek sorunu halının altına süpürürseniz yani bugün uluslararası ilişkileriniz dolayısıyla insan hakları alanı evet, devletler oyununun bir parçası olabilir, göz yumulabilir -zaman zaman böyle şeyler de yaşanıyor- ihlaller yok sayılabilir Hükûmetinizle iyi ilişkiler kurduğu için ama bir süre sonra ara bozulduğunda yine insan hakları sorunu gündeme taşınacaktır. Siz bu sorunu giderecek, kökten çözecek adımlar atmak zorundasınız. Dünyada nasıl yolsuzluk konusu küreselleşmişse, nasıl insan hakları ihlalleri, şiddet konusu küreselleşmişse, bununla mücadele konusunda da uluslararası dayanışmanın olması, uluslararası toplumun iş birliği yapması son derece doğal, hatta kaçınılmazdır.
Evet, bu nedenle biz ısrarla diyoruz ki bu kurum mutlaka uluslararası standartlara uygun biçimde yapılandırılmalıdır. Eğer bu gerçekleşmezse yani bu kurumlar güven verici bir şekilde dizayn edilmezse, planlanmazsa, yeniden yapılandırılmazsa sadece, hani, kendi vaktimizi harcamış, Türkiye toplumunu da yeni bir kurum kurmanın, oluşturmanın heyecanıyla belki motive etmiş oluruz ama bir süre sonra bu kurumların hiçbir işe yaramadığı çok net biçimde görülür.
Evet, devletin kurumlarında, devletin insan hakları gibi alanlarda kurduğu kurumlarda özerklik nedir, neleri kapsar, aslında bunlar çok net tarif edilmiş. "Yapısal özerklik" denmiş, "mali özerklik" denmiş, "işlevsel özerklik" denmiş, bunların her birinin yolları, imkânları, ölçütleri, koşulları çok net biçimde ortaya konmuş ama bizde ne yazık ki buna uygun bir mantıkla bu kurumları oluşturmak yerine, yarın bu kurullara, bu kurumlara birileri başvurduğunda, işte, siyaseten iktidarı yıpratacak, zora sokacak bir karar nasıl çıkarttırmayız, bunu nasıl engelleriz, bunu nasıl önleriz, buna dair kaygılarla hareket edilmiş.
Bu kurullardaki yapılanmanın ilkesel olması gerektiğine dair sadece bir ölçüyü hatırlatmak isterim. İktidarlar her zaman farklı düşünenlere, eleştirel bakanlara, muhaliflere farklı gözle bakabilirler ama bir topluluğa olan öfkeniz eğer sizin adaletsiz davranmanıza sebebiyet veriyorsa o zaman ölçü tümden ortadan kalkmış demektir. Ama ne yazık ki Parlamentoda da, Komisyonda da -İnsan Hakları Komisyonunda da- her şey sayısal çoğunlukla şekillendiği için, galiba, aslında bu kurulları, dünyadaki standartları falan konuşmaktan önce bu çoğunluk algısı üzerine, çoğunluğun mutlaka doğru yaptığı, çoğunluğun mutlaka doğruyu bildiği algısı üzerine konuşmak gerekiyor.
Ben çok uzun, ayrıntılı bir demokrasi felsefesi, siyaset felsefesi tartışması açacak vaktimin olmadığını biliyorum ama bir sure var ki Kur'an'da, biliyorsunuz bu sure aslında doğrudan doğruya çoğunlukla, sayıyla, güçle övünenler için gelmiş, Tekasür suresi. Yani "Onlar sayıyı, gücü o kadar önemsediler ki -işte- mezarları bile saymaya yeltendiler." diye başlıyor. Ve bu çoğunluk konusunda İslam siyaset felsefesine referans alınan belki çok kısa surelerden birisi de Asr suresidir. Asr suresinde genelleme yapılır "Herkes hüsrandadır." diye, "Çoğunluk hüsrandadır." diye ama istisnalar sayılır, işte "Şunları, şunları yapanlar müstesna." denir. Dolayısıyla, insanlık tarihinde, toplum tarihinde, Türkiye tarihinde, Orta Doğu tarihinde sadece sayısal çoğunluğu esas alan bir millî irade anlayışını ne demokratik kabul etmek ne de ahlaki kabul etmek çok mümkün değil. İşte, bunun için hukuk devleti başka standartlar koyar, der ki: Evet, parlamento çoğunluğu bir partinin elinde olabilir ama buna rağmen bu çoğunluk buradan daha ileriye gitmemelidir, bu sınır insanlığın asgari sınırıdır, olmazsa olmazıdır; bunlar değerlerdir, bunlar ilkelerdir, bunlar insan haklarıdır. Nasıl azınlığın çoğunluğa tahakkümü kabul edilemezse, çoğunlukçu bir demokrasi anlayışının da aslında çok daha büyük bir tehdit oluşturduğunu görmemiz gerekiyor. Çünkü eğer azınlık baskı yapıyorsa bir ülkede, çoğunluk bir biçimde örgütlenir, demokratik imkânlar yoksa bile başka şekillerde haklarının kavgasını verebilir ama eğer çoğunluk bir baskı oluşturmuşsa, onun karşısında ne yazık ki, azınlıkları, zayıfları, az olanları, muhalifleri koruyacak olan şey sadece değerlerdir.
Bunun gibi, muhtemelen çok rahatsız edecek bir başka şey de aslında... Mesela pozitivist rejimler yani kendisine işte, inanç dünyasını referans almayan rejimler faşizan uygulamalara imza attığında da elbette karşı çıkmak gerekir, hiç şüphe yok bunda ama kendisine ayrıca inanç dünyasını, muhafazakâr değerleri referans alan bir siyasetle insanlar üzerinde baskı kurarsanız yani kutsalları da kendinize referans yaparsanız o baskıcı rejim çok daha tehlikelidir çünkü ona karşı çıkmak, ona itiraz etmek, onun yanlışlarını ortaya koymak daha ciddi tepkiler, daha büyük kaygılar oluşturur ama ister bu ölçüleri dikkate alın, isterseniz hani Platon'un çok net, çok güzel biçimde ifade ettiği gibi "Demokrasi, evet, esası itibarıyla halkın egemenliğidir ama iyi seçim için iyi bir eğitim, iyi bir bilinç düzeyi gerekir. Bu yoksa demokrasi otokrasiye dönüşebilir ve bu durumda iyi oy alanlar mutlaka iyi yönetirler diye bir kesin hükme varamazsınız." diyor. Evet, toplumu bir şekilde baskı altına alarak, toplumun umutlarını vaatlerinizle buluşturarak belki bunu başarabilirsiniz ama ortaya çıkan eseri denetleyecek mekanizmaları ortadan kaldırırsanız, tarafsız sivil kurumları yani aslında her sistemin supaplarını, bu mekanizmaları işlevsizleştirirseniz o zaman insan haklarından söz etmenin de, sivil mekanizmalardan bahsetmenin de çok bir anlamı kalmaz.
Denge denetleme sistemini her vesileyle, her fırsatta Hükûmetiniz çok haklı olarak dillendiriyor, biz de bunu çok önemsiyoruz çünkü denge denetleme sistemi gerçekten iktidar gücünün kendi içinde bir dengesinin olması ve aynı zamanda denetleme mekanizmalarının olması anlamına gelir ama bu klasik, geleneksel sadece güçler ayrılığı meselesi değildir artık dünyada. Yani "Yasama, yürütme ve yargıyı biz ayırdık, dolayısıyla burada güçlü bir denge denetleme sistemi var." falan diyemiyorsunuz artık. Kaliteli demokraside, nitelikli demokraside katılımcılığın başka mekanizmaları kurulmuş. Bunlardan birisi sivil denetimdir. Sivil denetimin de yollarından birisi, işte, bugün, biraz önce konuşmaya başladığımız İnsan Hakları Kurumu gibi kurumlardır, ombudsman mekanizması gibi mekanizmalardır. Eğer siz buraları birer sivil mekanizma olmaktan çıkarırsanız yani devleti insan haklarına uygun hâle getirmek yerine, politikaları insan haklarına uygun hâle getirmek yerine insan hakları alanını devletleştirirseniz, devletin çizgisine, devletin perspektifine uygun bir yere oturtursanız ortada ne sivillik kalır ne de insan hakları kalır. Böyle toplumlarda, böyle ülkelerde nefes almanın, yaşamanın, var olmanın tek yolu -tırnak içerisinde ifade ediyorum- devleti ele geçirmektir. Ama, demokrasilerde sivil toplum, muhalefet hareketleri devleti ele geçirilecek bir yer gibi görmezler çünkü "devlet" dediğiniz şey, topluma hizmet için kurallarını kendisinin de kabul ettiği, deklere ettiği bir mekanizmadır. Ama, kendi koyduğu kurallara eğer devlet uymamaya başlarsa, devleti yönetenler bu değerleri yok sayarak sadece sayısal üstünlüğe, sadece güce dayanarak bir mekanizma işletmeye başlarsa o zaman toplumun çok farklı kesimleri, farklı yapılar ancak varlıklarını devlette güçlü örgütlenmeye, devleti ele geçirmeye odaklarlar ki bunun sonu yoktur.
Ben bu açıdan bir kez daha bu tasarının, özellikle kurulunun oluşma mekanizması başta olmak üzere, ayrımcılık tarifinin, eşitlik tarifinin yeniden ele alınmasının hem Meclisin itibarı, saygınlığı açısından hem de Türkiye'nin, Türkiye'de yaşayan herkesin, özellikle de hak ihlaline uğrayanların beklentileri açısından önemli olduğunu, değerli olduğunu düşünüyorum. Bu Meclisin itibarını burada bazı tartışmaları engelleyerek, öteleyerek falan sağlayamayız çünkü iktidarların, muktedirlerin sorumluluğu sadece yaptıklarından değil aynı zamanda yapmadıklarından da kaynaklanır. Bu Parlamento gündemine almadığı her konudan dolayı tarihe ve topluma karşı sorumludur, gündemine alması gerektiği hâlde ertelediği, geciktirdiği her şeyden dolayı sorumludur. Bu sorumluluk anlayışıyla hareket edeceğini umuyorum ve hepinizi saygıyla selamlıyorum. (HDP sıralarından alkışlar)