| Konu: | Başbakan Binali Yıldırım tarafından kurulan Bakanlar Kurulunun Programı'nın görüşülmesi münasebetiyle |
| Yasama Yılı: | 1 |
| Birleşim: | 93 |
| Tarih: | 27.05.2016 |
HDP GRUBU ADINA AHMET YILDIRIM (Muş) - Teşekkür ederim Sayın Başkan.
Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; ben de 65'inci Hükûmet Programı üzerine partim adına söz almış bulunmaktayım. Hepinizi saygıyla selamlıyorum.
Tam altı ay önce, 28 Kasım 2015 günü yine burada partim adına 64'üncü Hükûmet Programı üzerinde konuşurken, benim konuşmamdan birkaç saat önce Değerli Baro Başkanımız Tahir Elçi alçakça katledilmişti ve o gün Tahir Elçi'ye dair söylediğim sözler üzerine sataşmadan söz alıp, gelip burada konuşanlar ve sonrasında ailesini, Diyarbakır Barosunu ziyaret edenler birkaç güne, birkaç haftaya kadar katillerinin bulunup adalete teslim edileceği konusunda sözler söylediler, o sözler bugüne kadar geldi; aynen Uğur Kaymaz, Ceylan Önkol, Ethem Sarısülük, Berkin Elvan, Ali İsmail Korkmaz, Abdullah Cömert, Mehmet Tunç, Taybet ana, Miray bebek ve Seve Demir ve diğer burada adını sayamadıklarım, bu kirli savaşta katledilmiş ve faili açığa çıkarılmamış birçok kişi gibi.
Şuradan çok açık yüreklilikle ifade ediyoruz ki: Tahir Elçi'yi öldüren silahın namlusu da biliniyor; o silaha, o silahın tetiğine dokunan parmağı da şu Adalet Bakanlığı ve İçişleri Bakanlığı çok iyi biliyor. Bu kadar iddialıyız. Onlarca kameranın olduğu, güvenlik kamerasının olduğu bir sokakta, altı ay geçmiş, bu ülkenin en önemli barolarından birinin başkanı katledilmiş, bir tomar söz verilmiş ama maalesef bugüne kadar bu konuda hiçbir adım atılamamıştır.
Şimdi, benden önceki konuşmacılar söylediği için ben tekrara girmeyeceğim. Herhâlde, cumhuriyet tarihinde, 65'nci Hükûmet Programı'nın görüşüldüğü şu atmosferde olan heyecansızlık, coşkusuzluk kendisinden önceki 64 Hükûmet programının görüşülmesi sırasında yaşanmamıştır çünkü iradenin burada olmadığını, bir biat kültürüyle saraya teslim edildiğini söylediğimizde hop oturup hop kalkanlar, herhâlde, bu tablodan biraz dersler çıkaracak, biraz haklılık payımızı göreceklerdir.
Şunu söyleyelim: 7 Haziran seçimlerine kadar ülkede cumhuriyet tarihi boyunca 3 ana damar vardı, 3 ana siyasi damar vardı. Bunlardan birincisi, ta İttihat Terakkiden başlayıp darbeler yapan -ki bir darbenin yıl dönümündeyiz biz- ancak Kemalizm kılıfının arkasına sığınan, kendisini onunla perdelemeye çalışan, varlığını böyle sürdüren, hiçbir zaman iktidarı bırakmak istemeyen, bazen Ergenekon gibi yapıların arkasına sığınan ordu damarıdır. Bu ülke, aynı zamanda bir darbeler tarihidir. Bu anlamda, birinci damar ordu damarıdır. İkinci damar ise, 1950'ler sonrası çok partili süreçle siyasi görünürlük kazanan, Adnan Menderes'le sembolleşen, sonrasında Millî Selamet ve Refah Partileriyle devam eden, günümüzde ise AKP'nin temsilciliğini üstlenmiş olduğu muhafazakâr damardır. Ancak şunu söyleyelim: Üçüncüsü, sınıfsal olarak, inançsal olarak, cinsel olarak ve etnisite temelli olarak sürekli ezilmeye çalışan, bugün temsiliyetini, nereden, hangi kültürel, siyasal, etnik ve inançsal havzadan gelirse gelsin kendisini HDP'de temsil etmeye çalışan üçüncü damardır.
Ancak, 7 Hazirandan sonra 3 damar 2'ye düşmüştür. Artık 2 siyasi akım vardır çünkü muhafazakâr damar ile ordu damarı veya Kemalizm kisvesi altında siyaset yürütenler, geçen hafta dokunulmazlık sürecinde de görüldüğü üzere, tek hizaya geçmişlerdir. Artık ülkede 2 ana siyasi akım vardır; muhafazakâr damar ile ordu damarı, özellikle de Kürt düşmanlığı temelli, tüm ezilmişleri hedefine alan tarihsel bir ittifak kurmuşlardır. Bütün ezilenlerin, bütün ötekilerin, hakları ayaklar altına alınmış olanların sözcülüğünü; onurla, gururla, bedeli ne olursa olsun HDP bu misyonu üstlenmeye ve sürdürmeye devam edecektir.
Bu ittifakın boyutlarının varabileceği seviyenin korkunçluğunu, aylardır bölge illerinde yaşanan ve halklar üzerinde yaşatılan ihlallerde görmekteyiz. Yüz yıllık ittifak diyebileceğimiz bu damara karşı bir tek direnen siyasi güç kalmıştır, bunu, tekrar, geçen hafta burada, darbeye karşı, bütün benliğiyle, ülkede akan kanın durdurulması, gençlerin ölümünün önlenmesi hususundaki tavrıyla HDP ortaya koymuştur.
Şimdi, Sayın Bostancı az önce değerli arkadaşıma cevap verirken orada ortak bir deklarasyonun çıkmadığından söz etti. Ben de söyleyeyim: 60'a yakın ülkenin katıldığı Dünya İnsani Zirvesi'nde 49 ülkenin altına imza attığı ve Türkiye'nin imza atmadığı maddeleri bir şuradan özetle okuyup geçeyim: "Çatışma alanlarında taraflar uluslararası insan hakları hukukunun yükümlülüklerine uymalıdır." Ne kadar ağır bir şey, değil mi, ne kadar imtina edilecek bir madde. Bir diğer madde: "Silahlı çatışmalar esnasında siviller korunmalıdır." Ne büyük günah, ne kadar uzak durulması gereken bir ilke. "Sivillere ve hastanelere, kültürel mekânlara, bu gibi koruma altındaki yerlere saldırılar yasaktır." İmtina edilmiş. "Çatışmalarda taraflar kendi kontrolleri altındaki bölgelerde sivil nüfus, sivil bireyler, sivil mekânların zarar görmemesi için gerekli önlemleri almalıdır. Çatışma bölgelerindeki insani yardım personeline yönelik saldırılar endişe vericidir, devletler bu görevlilerin güvenliğini sağlamalı, sağlık personelinin ve gereçlerinin girişini kolaylaştırmalıdır." Son madde: "Çatışmalar sonucu yerinden edilen insanların güvenli ve onurlu şekilde geri dönüşleri sağlanmalıdır." İşte, imtina ettiğiniz, altına imza atmaktan mahcubiyet duyduğunuz maddeler bunlar. 49 ülke onurla, gururla bunların altına imza attı. Şimdi şuradan sorarız tabii biz.
Bakın, bir örnek vereyim: Direkt İçişleri Bakanlığının ve Diyarbakır Valiliğinin açıklamasıyla seksen gün önce Diyarbakır Sur'da sokağa çıkma yasağı kaldırıldı. Yine, Bakan Bey'in açıklamasını aktarayım size: "Çatışmalar bitmiştir, silahlı hiçbir unsur kalmamıştır, bundan sonra herhangi bir ölüm vakası yaşanmayacaktır." Ama seksen gündür sokağa çıkma yasağı devam ediyor. Bakın, silahlı kimse yok, çatışma yok, kan akma yok, peki, seksen gündür orada ne oluyor? Hangi suçun, günahın üstü kapatılıyor? Hangi suç delilleri ortadan kaldırılıyor? Hani siyasi mevta olarak artık anacağız, geçmiş dönem, Başbakan "Toledo yapacağız." diyordu. Geçen hafta "4-5 sokağında sokağa çıkma yasağı kaldırılmış." dendi ve gitti arkadaşlarımız. Ne sokak var ne hane var. İşte, bu İnsani Yardım Zirvesi'nde 49 ülkenin imzaladığı deklarasyonun altına neden imza atmadığınız buradan belli. Sağlık personellerinin çatışma bölgelerine, yardıma muhtaç kişilere ulaşmasının engellenmesi hususundaki maddeye neden imza atmadığınızı önceki Bakan Sayın Müezzinoğlu çok iyi biliyor. Çünkü vahşet bodrumunda hem öldürmek hem de öldürülmüş insanları yakmanın ne olduğunu bütün dünya utançla izledi. Bu nedenledir ki Birleşmiş Milletler, özellikle Türkiye'den bu konuda etkin soruşturma yürütülmesinin önündeki engellerin kaldırılmasını talep ediyor.
Değerli milletvekilleri, şunu söyleyelim: Bakın, Sur'da seksen gündür ne oluyor, neden açılmıyor? Bir silah yok, bir çatışma yok, silahlı unsur yok. Orada Hükûmet neyi temizlemeye çalışıyor? Seksen gün, üç aya yakın bir süre. Hangi suça, günaha bulaştı da bu 64'üncü Hükûmet onu ortadan kaldırmaya çalışıyor, bunu sormak istiyoruz. Şundan ötürü söylüyorum: Bakın, Davutoğlu Hükûmeti ibra edilmeden gitti, böyle bir gelenek yok. Ama bütçe görüşmelerinde bir önceki dönemin bütçesi ve kesin hesabı yapılır. İbra etmeden gitti; birçok suç, günah, veballe gitti.
Davutoğlu, ancak bu kadar kısa bir süreli hükûmete bu kadar çok kan, bu kadar çok genç ölümü sığdırabildi. Bununla övünebiliyorsa övünebilsin. Davutoğlu şunu itiraf etti... Biz bir buçuk yıldır burada arkadaşlarımızla birlikte söylüyoruz: "Dolmabahçe'de masayı bu Hükûmet devirdi, bu siyasi iktidar devirdi." dediğimizde bize şu cevaplar verildi: "Hayır, PKK devirdi." Ama daha önce şu kürsüden kısaca söylemiştim, tekrar söyleyeyim, demek ki yalan bir yere kadar sürdürülebiliyor: 9 Şubat 2016 günü Davutoğlu Başbakan olarak Hollanda dönüşünde uçakta gazetecilerin sorularını yanıtlıyor ve diyor ki: "Biz bitirdik, bu savaşın kararını biz verdik." Açın İnternet'ten okuyun "Ekim 2014'te talimatı ben verdim. Bütün güvenlik birimlerine 'Hazırlık yapın.' dedim." diyor. Neden çözüm sürecinin sona erdiğine, neden gençlerin ölmediği, akan kanın olmadığı o sürecin ucuz siyasi hesaplar uğruna heba edildiğine bir de buradan bakalım. İtiraf etti.
Yine, "Toledo yapacağız." demişti, olmayan kent ne olabilir ki? Bir kent ortadan kaldırıldı ve seksen gündür oradaki yıkım devam ediyor, tahribat devam ediyor, kültürel soykırım devam ediyor.
Ve Davutoğlu veciz bir sözle daha gitti, hatırlardadır, unutulmaz, yirmi yıl da geçse unutulmaz ve hep Davutoğlu'nun yüzüne çarpacağım: "Bu çatışmalarda hiç sivil ölmedi." dedi. 700'ü aşkın sivil öldü. Böyle bir realiteyle karşı karşıyayız. Miray bebek öldü, Taybet ana öldü. Hiç sivil ölmemiş!
Ve Davutoğlu, en az on yıllık dış politikada ülkeyi değersiz bir yalnızlığa iterek -buna siz "değerli yalnızlık" da diyebilirsiniz- mahkûm ederek, gerisinde bu enkazı bırakarak gitti. Ve şu anda Türkiye, uluslararası toplum içerisinde bir tecridi yaşayarak sadece yalnız başına, kendi iç siyasetiyle cebelleşen bir ülke konumuna gelmiş durumdadır.
Değerli milletvekilleri, bilmiyorum... Sayın Millî Eğitim Bakanımız burada, kendisine hayırlı olsun diyorum, içtenlikle söylüyorum ve şu söyleyeceklerimi, ne olursunuz, sizin kendi kişiliğinizden bağımsız olarak dinlemenizi rica ediyorum, hiç sizin kişiliğinizle alakalı değil bu, zinhar. Ama, şurada hepinizin huzurunda söyleyeyim: Ben bir eğitimciyim, yirmi bir yıl eğitim fakültesinde akademisyenlik yaptım, sosyal bilimciyim. Allah aşkına, bakın, AKP iktidarları döneminde 6 Millî Eğitim Bakanı gördük; Erkan Mumcu hukukçuydu, Hüseyin Çelik edebiyatçıydı, Nimet Baş hukukçuydu, Ömer Dinçer işletmeciydi ve Nabi Avcı iletişimciydi, Sayın Bakanımız da hem denizci hem hukukçu. Bir tek eğitim bilimci yok. Hadi biraz zorlarsak, Hüseyin Bey ile Nabi Bey'i akademisyen olarak kabul edebiliriz ve onu da biraz eğitimle ilişkilendirebiliriz.
Şimdi size soruyorum değerli arkadaşlar: Hukukçu ve denizci kimliğiyle Sayın Yılmaz Sağlık Bakanı olabilir mi? Olamaz.
TAHSİN TARHAN (Kocaeli) - Sivas'da deniz de yok.
AHMET YILDIRIM (Devamla) - Veya bir eğitimci Adalet Bakanı olabilir mi? Olamaz. Ama, ne olursan ol, gel Eğitim Bakanı ol çünkü eğitime verilen önem belli. Bunu, akademisyenliğini yaptığım dönemde de sancılarıyla hissetmiş biriyim. Her şey olabilirsiniz, gelip Eğitim Bakanlığı yapabilirsiniz ama başka bir meslek kimliğiyle Sağlık Bakanı olamazsınız, Adalet Bakanı olamazsınız, ekonomist olmadan ekonomi size teslim edilmez. Tekrar söylüyorum, bunu Sayın Bakanın kişiliğinden azade bir biçimde dile getiriyorum. Bunu eğitime verilen önemi göstermek açısından ifade ediyorum. Bütün bunlara rağmen, umarım, ülkedeki eğitimin toplumsal meselelerine dönük çözümler üretirsiniz.
Bir diğer husus: Sadece bu iktidar döneminde, 8'inci sınıfta ortaokulu bitiren çocuklarımızın liselere geçiş için girdiği bir sınav vardır. Aramızda eğitimciler de vardır veya eğitimci olmasak bile çocuğu 8'inci sınıfta bu sınava girmiş olanlar bilir. Ben bunlar üzerine çalıştığım için söylüyorum. Bu sınavın adı 5-6 defa değişti. Çocuklarımız kobay. Önce OKS'ydi, Orta Öğretim Kurumlarına Giriş Sınavı, daha sonra SBS oldu, daha sonra LGS oldu, şimdi TEOG, seneye ne olacağını inanın hiçbirimiz bilmiyoruz çünkü çocuklarımız kobay. Ne olursunuz, Sayın Bakan, sizden ricam, bu sınavlara bir kriter getirmeniz, bunun üzerine biraz eğilmeniz, çocuklarımızı kobay olarak gören sınavın adını, sistemini, yapılış biçimini değişen özelliklerinden kurtarmanız bu ülkenin geleceği açısından önemlidir.
Bir diğer husus: Geçtiğimiz temmuz ayından bu yana, özellikle Kürt coğrafyasında, şimdiye kadar kırsalda yürüyegelen savaş şehirlere sıçradı. Bunun müsebbibi kim olursa olsun, sıçradı. Ama, Sayın Bakan, inanır mısınız, sizin belki de mesleğinizi bilmedikleri için, sizi ya Savunma Sanayiinden ya da ordudan geliyor gibi bildikleri için, orada o JÖH, PÖH'ün okul sıralarına yazdığı, tahtalarına yazdığı ve sosyal medyada paylaştığı "Eğitim sırası bizde." sözüne binaen atandığınızı sanıyorlar ve bize soruyorlar. Sizin hukukçu olduğunuzu veya denizcilikten geldiğinizi bilmiyorlar, ordudan ya da Savunma Sanayiinden geldiğinizi düşünüyorlar. Herhâlde, o sözlerin, o JÖH, PÖH'ün yazdığı sözlerin gereği olarak Bakan yapıldığınızı düşünüyorlar. İnanır mısınız, son iki günde bana bunu 3 kişi sordu.
Bir diğer husus: Sayın Bakan, 2016 Plan Bütçe Komisyonu üyesi olarak söyleyeyim. Bütçesinde eğitime ayrılan payı -bakın, 2016'nın sonunda göreceğiz- size kullandırtmayacaklar çünkü son dört yıldır eğitime ayrılan pay ile gerçekleşen arasında muazzam bir uçurum var. Şimdiye kadar gerek iç kamuoyundan gerekse dış kamuoyundan bu Hükûmet döneminde eğitime ayrılan payın arttığına dair bir övgüyü almak için oraya rakam hep yüksek yazılır ama yıl içinde diğer bakanlıklara, özellikle de savunma ve güvenliğe aktarım yapılır.
MALİYE BAKANI NACİ AĞBAL (Bayburt) - Gerçekleşme daha fazla.
AHMET YILDIRIM (Devamla) - Gerçekleşme daha düşük Sayın Bakan.
MALİYE BAKANI NACİ AĞBAL (Bayburt) - Daha fazla.
AHMET YILDIRIM (Devamla) - Örneğin, 2014'te ayırdığınız pay 56 milyar lira, kullanılan 39 milyar.
MALİYE BAKANI NACİ AĞBAL (Bayburt) - Hükûmetimiz döneminde en fazla kaynak eğitime ayrıldı.
AHMET YILDIRIM (Devamla) - 39 milyar. Ayrılan pay ile gerçekleşen arasında yaklaşık minimum yüzde 32 fark vardır.
MALİYE BAKANI NACİ AĞBAL (Bayburt) - Hayır, hayır. Her zaman daha fazla ayrılır.
AHMET YILDIRIM (Devamla) - Sayın Bakan, 2014 Yılı Kesin Hesap Kanunu'nu beraber inceledik, 2014'te böyle değildi. Bakın, size rakam söylüyorum: 56 milyar lira ayrıldı ama harcanan 39 milyar lira.
MALİYE BAKANI NACİ AĞBAL (Bayburt) - Bütçeden daha fazla kaynak ayırdık, daha fazla kaynak aktardık.
AHMET YILDIRIM (Devamla) - En nihayetinde, gelelim, şimdi, eğitimden bütçeye ayrılan pay kendi dönemlerinde arttı diye söylüyorlar ama bir de artmayan... TÜİK verilerinden size okuyayım, son on dört yılda -eğitime bütçeden ayrılan payı bir yana bırakarak söylüyorum- özellikle eğitim yatırımlarına ayrılan pay 8,9'dan 4,3'e düşmüştür. Maaş ödüyorsunuz, doğal olarak en fazla personel eğitimde varsa maaş ödenecektir, bu yatırım değil ki.
Değerli arkadaşlar, sürem sınırlı olduğu için söylüyorum. Bakın, geçen hafta partinizin genel başkan yardımcısı olan ama pazar günkü kongrede yönetime giremeyen Manisa Milletvekiliniz dün bir gazetede yazı yazdı. Bizim söylediğimizi sadece kendisi mağduriyeti üzerinden ifade ediyor. Ne diyor Sayın Özdağ: "Gücün tek elde toplanması her şeyin çözümü olsaydı bugün Suriye'de, Irak'ta, Libya'da olanların hiçbiri yaşanmazdı." "Evet, başkanlık istiyoruz, bütün gücün, yetkinin tek kişide toplanmasını istiyoruz." Bir şey daha söylüyor, diyor ki: "Vefa çift taraflıdır." Günaydın. "Karşılığı olmayan vefa, vefa değil, biattır." Yani, bir yıldır bunları söylediğimizde şu grubun bütün eleştirilerine, saldırılarına ve sataşmalarına maruz kalıyorduk. Belki bu söylemlerim hoşunuza gitmiyor olabilir. Hiç acele etmeyin, birkaç aya kalmaz belki siz de bu duyguya düşmüş olabilirsiniz.
Bir diğer husus: Değerli arkadaşlar, özellikle içinde "barış" olmayan, içinde "Kürt" sözcüğü olmayan bir Hükûmet programıyla karşı karşıyayız. Yüz yıllık temel meseleyi nasıl çözeceğine dair hiçbir projesi olmayan bir 65'inci Hükûmet Programı'yla karşı karşıyayız. Herhâlde, ana muhalefetin size vermiş olduğu destek de sizi bu konuda fazlasıyla cesaretlendirmiş olmalı çünkü darbe mekaniği dört nala işliyor. Evet, ben burada ana muhalefetin de adını anıyorum ama ben burada bir anlayıştan, bir parti zihniyetinden söz ediyorum. Ya değilse, ana muhalefet içerisinde belki de inanıyorum ki bizden daha devrimci, demokrat arkadaşlarımız vardır ama asla düşüncelerini böyle bir parti politikası çizgisi, zihniyeti hâline getiremiyorlar. Barış yok, yüz yıllık meselenin çözümüne dair herhangi bir öneri yok.
Sayın Yıldırım, Sayın Başbakan, salı günü buradan Hükûmet programını okurken şunu söyledi: "Terörle mücadelede en etkin bir şekilde bu işe devam edeceğiz."
Ben de söyleyeyim: Şimdi, kendisi icracı, ihaleci. Şimdi burada: Sayın Başbakan, bu ülkenin en önemli meselesi toplumsal barış meselesidir. Yeni bir sürece ihtiyaç var. Yeni bir çözüm süreci desek, herhâlde bize "Hak edişi ne kadardır?" diye söyleyecek çünkü icracı, ihaleci bir Başbakan ama kendisine şunu söylemek isteriz: Bakın, Kürtlerin hak arama süreci, inkâr, imha ve asimilasyoncu politikalar sonucunda 15 Ağustos 1984'ten beri silahlı bir mecrada seyretmektedir.
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)
BAŞKAN - Bir dakika ekliyorum Beyefendi.
AHMET YILDIRIM (Devamla) - Teşekkür ederim Sayın Başkan.
Bakın, 15 Ağustos 1984'ten beri şu topraklarda 50 bin canımız, kimliği, üniforması, adı, sanı, yeri, memleketi ne olursa olsun 50 bin insanımız toprağa düştü.
Sayın Binali Yıldırım'a hatırlatmak isterim: Sizden önce, 1984'ten beri, bu ülke 6 Cumhurbaşkanı, 11 Başbakan, 11 Genelkurmay Başkanı, 29 İçişleri Bakanı ve 20 Hükûmet gördü. İnanın, hepsi sizin cümlelerinizle bu işe başladı. Sonuç: Açık söyleyelim, en nihayetinde 50 bin insan hayatını kaybetti, binlerce köy yakılıp yıkıldı, milyonlarca insan zorunlu göçe tabi tutuldu, doğa tahrip edildi, Türkiye toplum yapısı ruhsal olarak, ruh sağlığı açısından ağır yaralar aldı ama sorun küçülmedi, büyüdü; PKK etkisizleşmedi, uluslararası bir güç hâline geldi. Getiren de bu ferasetti.
Umarız, toplumsal barışı bir bütün olarak bu ülkeye hediye edeceğimiz günleri hep birlikte yaşarız.
Bütün Genel Kurulu saygıyla selamlıyorum. (HDP sıralarından alkışlar)