GENEL KURUL KONUŞMASI
Konu: CHP Grubu önerisi münasebetiyle
Yasama Yılı:1
Birleşim:101
Tarih:14.06.2016

AYHAN BİLGEN (Kars) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; ben de sözlerime vefat yıl dönümü dolayısıyla Cemil Meriç'in iki cümlesiyle başlamak istiyorum; aslında, hem biraz önceki ortama hem de Türkiye'de siyaset kurumunun içerisinde bulunduğu duruma ışık tuttuğunu düşündüğüm iki cümlesi: "Polemik, peşin hükümler ve gizli çıkarların savaşıdır." diyor Cemil Meriç. Yine, bir başka sözünde de "Düşünce şüpheyle başlar. Zıt fikirlere kulaklarınızı tıkamak, kendinizi hataya mahkûm etmek değil midir?" diyor.

Evet, değerli milletvekilleri, bazen ülke gündemine sadece dile hâkim olamamanın, sadece söylediği sözün ne anlama geldiğini, nereye varacağını kestirememenin ülke gündemine damga vurduğu anlar oluyor. Geçtiğimiz günlerde bir ilahiyatçının -sonra düzeltme, özür açıklamaları yapılsa bile- devlet televizyonunda yaptığı konuşmada ibadet etmek ile etmemek ya da işte, namaz kılmak ile kılmamak üzerinden hayvan göndermesi yapması, aslında sadece onun bir dil sürçmesi değildi; ne yazık ki toplumda, toplumun bir kesiminde de karşılığı olan bir zihin dünyasının yansımasıydı. Oysa, içinde bulunduğumuz ayın galiba hepimize öğretmesi gereken, en çok da inananlara, dindarlara öğretmesi gereken bir şey var; o da, eğer dilinizi kötü sözden alıkoymaya katkı sağlamıyorsa orucun açlıktan başka hiçbir şey ifade etmediğini bizatihi Kur'an'ın kendisi söylüyor. Namazın, eğer kötülüklerden alıkoymuyorsa, yorgunluktan başka hiçbir şey ifade etmediğini Kur'an'ın kendisi söylüyor; kurbanın kanının Allah'a ulaşmadığını, sadece niyet beyanı olduğunu, paylaşma, dayanışma olduğunu bizatihi kendisi söylüyor. Dolayısıyla, galiba akademisyen de, ilahiyatçı da, siyasetçi de, herkes ağzından çıkanın ne anlama geldiğini, nereye vardığını düşünmek zorunda.

Değerli milletvekilleri, siyasette bazen polemik, oy kazandırabilir; popülist yaklaşımlar, pragmatik söylemler sizi toplum nezdinde de güçlü kılabilir, tarihin böyle dönemleri var. Ama ne yazık ki bazı ahlaki konular, bazı insan hakları değerleriyle ilgili konular var ki bu konularda kazanmak gerçekten kazanmak mıdır, karşı tarafı sözle yenmek, yıkmak gerçekten bir başarı mıdır; bunu yeniden sorgulamak gerekiyor. İşte, cezaevleri böyle bir konudur. Türkiye'nin taraf olduğu sözleşmeler var; Türkiye'nin iç hukukundan kaynaklı kurduğu komisyonlar, mekanizmalar var; Mecliste cezaevleriyle ilgili kurulmuş bir özel alt komisyon var ve bu komisyon çalışırken bu sözleşmelerin gereği olarak, bu hukukun bir parçası olarak cezaevine gittiğinde cezaevindeki mahkûmun eğer tutukluysa hangi suçtan yargılandığını ya da hükümlü ise hangi cezayı aldığını esas alarak görüşme yapmaz, ziyaret yapmaz, yapamaz. Geçmişte de nitekim, özellikle 28 Şubat döneminde, hatırlayacaksınız, birçok siyasi parti, işte, Aczmendileri de, işte, Selam örgütünü de, başka grupları da cezaevlerinde ziyaret ettiler. Dolayısıyla, bu konunun aslında bir araştırma komisyonu kurulması için bu şekilde gündemleşiyor olması bile siyaseten galiba hepimizin yüzleşmesi gereken bir tablo, bir fotoğraf.

Değerli milletvekilleri, cezaevlerinin içerisinde bulunduğu durumla ilgili Türkiye'nin Adalet Bakanlığı içerisinde kurduğu mekanizmalar ve bu mekanizmaların işleyip işlemediğine dair de aslında Meclise düzenli, rutin bilgilendirmelerin olması gerekiyor. Yani bir partinin özel çaba sarf etmesi, birkaç partinin özel olarak bu işe yoğunlaşmasının ötesinde, bu çatının bu işle ilgili özel sorumluluğu, özel yükümlülüğü var ama, ne yazık ki bu konuda savunma yaparken bile -savunma yapmak zorunda kalmak zaten başlı başına bir çelişki ama- mahkûmları, tutukluları tasnif ederek bir savunma refleksi geliştirmek zorunda kalınıyor. Yani "Ona gidilmedi, buna gidildi.", "O örgüte gidilmedi, bu örgüte gidildi." gibi savunmaların aslında kendisi, içerisine düştüğümüz durumu gösteriyor. Oysa cezaevlerinin durumu, bir ülkede toplumun aynasıdır. Yani toplumda yozlaşma, çürüme, kokuşma derinleşmişse cezaevlerinde adli tutukluların, hükümlülerin sayısı başka bir noktaya ulaşır, bugün Türkiye'de olduğu gibi. Yine siyasi tutuklular, siyasi hükümlüler sayıca bu kadar yüksek bir orana ulaşmışsa o ülkenin demokrasisiyle ilgili, o ülkenin yargısıyla ilgili, adalet sistemiyle ilgili bir tartışmayı yapmak kaçınılmaz hâle gelir. Ama galiba bugün bu konunun gündeme gelmesinin asıl sebebi, cezaevleri değil, Türkiye'deki siyaset tarzı ve hangi siyaset tarzının oy kazandırıp kazandırmadığına dair yaklaşımlardır.

Evet, siyasetçiyi hedef hâline getirebilirsiniz, rakibinizi, hasmınızı böyle yıpratabilirsiniz, hırpalayabilirsiniz; bu, kısmen, sandıkta, sokakta, toplumsal algıda bir şeyler de kazandırabilir ama şu kesin ki: Bundan ülke kaybeder, bundan ülke zarar görür ve esas itibarıyla siyaset kurumu bir kere yıprandı mı, siyaset kurumunun meşruiyeti bir kere tartışılır hâle geldi mi, artık onun hangi parti üzerinden olduğu, hangi lider üzerinden olduğu da çok önemli değildir çünkü bu, bir siyaset yapma tarzına dönüşür. Nitekim bir ana muhalefet partisi liderinin önüne mermi atılmasını kınarken bile, eleştirirken bile "ama"lı, "ancak"lı cümleler kurarsanız yarın başka partilere, başka siyasetçilere çok daha fazlası yapıldığında söylenecek söz olmaz. Aslında yakın tarihte bizim partimizin eş başkanlarına, milletvekillerine sadece mermi kovanları değil, biliyorsunuz, gaz fişekleri, hatta doğrudan ateşli silahlarla ateş açıldı güvenlik güçleri tarafından ama bu konu yeterince buranın dikkatini çekmedi, yeterince ilgi konusu olmadı. Asla bir kıyas için söylemiyorum. Demokratik protestonun sınırı ile tehdidin sınırını bu ülkede herkes ayırabilecek düzeyde, bu çatı altında da herkes bunu fark edebilecek pozisyonda. Ama siyaset kurumunu bir kere hedef hâline getirip siyasetçiyi şamar oğlanına çevirdiğinizde, sonunda ortaya çıkan tablodan şikâyetçi olmanın ne yazık ki kimseye kazandıracağı bir şey kalmaz.

Türkiye, geçmişinde, bu anlamda çok acı tecrübeler yaşadı. Galiba, çok sıkça olumlu örnek olarak aktarılan Demokrat Partili yıllardan buna dair bazı örnekleri hatırlamak gerekiyor. Hatırlayın, o zaman "Vatan Cephesi" -en azından, ders kitaplarında bile, siyaset bilimi okuyanlara bu öğretiliyor- diye bir şey kuruldu ve Demokrat Parti, toplumu ciddi bir kamplaşmaya götürerek, aslında rakibine karşı siyaseten önemli bir kazanım elde etti. Ama Vatan Cephesinin kurulması, Türkiye'ye bir şey kazandırmadığı gibi, sonunda idam gibi, siyasetçilerin siyasetten dışlanması, yasaklanması gibi süreçleri de beraberinde getirdi.

Yani, siyaset kurumunu eğer ülkeye hizmet eden, topluma hizmet eden ve muhalefeti de en az iktidar kadar değerli bir iş gören yerde görmüyorsanız, böyle okumuyorsanız "hainlik, düşmanlık, iç tehdit" gibi kavramlarla rakip partileri değerlendiriyorsanız bunun ortaya çıkartacağı toplumsal kamplaşma, toplumsal gerilim, sonunda döner, bir bütün olarak siyaset kurumunu yıpratmaya, siyaset kurumunu vurmaya başlar.

Türkiye'de, sorunların çözümünde, özellikle de çatışmalı, büyük ve kangrenleşmiş sorunların çözümünde siyaset kurumuna düşen görev, bir ortak aklı inşa etmek ve sorunlardan kaçmadan sorunlarla yüzleşmeyi bir oy kazanma, oy kaybettirme aracı gibi, argümanı gibi görmeden o işe yoğunlaşmaktır.

Türkiye, her gün kan kaybediyorken, Türkiye'de her gün insanlar hayatlarını kaybediyorken Meclisin, çözüm süreciyle ilgili polemiği bir yıpratma aracına dönüştürmeden, yeniden, elbette geçmişin yanlışlarından, eksiklerinden herkes ders çıkartarak ama en azından o dönemde insanların hayatını kaybetmiyor olmasından galiba, bir ders çıkartarak yeniden sorunların siyasi çatılarda konuşulmasını, siyasi platformlarda konuşulmasını, şiddetsiz, çatışmasız, kimsenin babalarının tabutlarına sarılmak zorunda kalmadığı bir ülkede yaşamayı hedeflemek, galiba siyasetçinin öncelikli sorumluluğu.

Herkesi saygıyla selamlıyorum. (HDP sıralarından alkışlar)