| Konu: | Birleşmiş Milletler Geçici Görev Gücü bünyesinde Türk Silahlı Kuvvetlerinin 5 Eylül 2016 tarihinden itibaren bir yıl daha UNIFIL harekâtına iştirak etmesi hususunda Anayasa'nın 92'nci maddesi uyarınca Hükûmete izin verilmesine dair Başbakanlık tezkeresi (3/802) münasebetiyle |
| Yasama Yılı: | 1 |
| Birleşim: | 107 |
| Tarih: | 27.06.2016 |
HDP GRUBU ADINA AYHAN BİLGEN (Kars) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; üzerinde konuştuğumuz tezkerenin on yıllık bir tarihi var ve on yıl önce bu tezkere gündeme geldiğinde Hükûmet hangi gerekçeyle bu tezkerenin kabul edilmesi gerektiğini o gün iddia etmiş, ona biraz baktım; ilginç gerekçeler var.
Mesela birisi, Ulusa Sesleniş konuşmasında Sayın Erdoğan diyor ki: "Orta Doğu'da adil bir barışın gerçekleşmesi için bu yapının içerisinde yer almalıyız." Başka gerekçeleri de var; diyor ki: "Büyük devlet olmanın gereği Birleşmiş Milletlerin bu geçici barış gücünde olmayı gerektiriyor." Çok neden var ama bu nedenlere baktığınızda, üzerinden geçen on yılın ardından bu gerekçelerin ne kadarı gerçekleşmiş, ne kadarı pratikte anlam bulmuş, ne kadarı hiçbir işlev görmemiş... Galiba her yıl aynı işi yaptığınızda bir dönüp muhasebesini yaparsınız.
Bir kere, tezkerelerle ilgili bir genel itirazı, bütün hukukçuların, uluslararası hukukçuların yaptığı genel itirazı burada ifade etmek istiyorum. Tezkerelerde kullanılan ifade, "milletlerarası hukukun meşru saydığı hâller" ifadesi tamamen felsefi bir değerlendirmedir, hukuki bir değerlendirme değildir. Meşruiyet, neye göre meşruiyet, hangi çerçevede bir meşruiyet? Bir kere, bu, her sene aynı metni, neredeyse harf hataları, imla hataları dâhil olmak üzere Meclise aynı tezkereyi gönderme alışkanlığından bu Parlamentonun vazgeçmesi gerekiyor. Burası bir noter değil, önüne geleni "Geçen senekiyle aynıysa, demek ki hiçbir şey değişmemiştir." deyip onaylayacak bir makam değil. Bir yılda Orta Doğu'da dünya dolusu değişiklik yaşanıyor ama ben sadece son dört yıl gelen tezkerelere baktım, yani muhtemelen öncekiler de bundan farklı değil, bırakın yeni bir cümle kurmayı, yeni bir gerekçe ortaya koymayı, tezkerenin devam etmesi gerektiğine dair bir yeni iddiayı, burayı ikna etmek için hiç olmazsa, burada muhalefet partilerini, tek tek bütün milletvekillerini ikna etmek için yeni bir cümle kurmayı, yani cümlelerin sırası bile değişmiyor.
Şimdi, dünya bu kadar değişiyorken, bölgede bütün dengeler bu kadar değişiyorken, her aktörün rolü, pozisyonu bu kadar değişiyorken aynı cümleyi kes-kopyala, sadece alttaki imza değişerek, sadece Başbakanın imzası değişerek -Başbakan değiştiği için doğal olarak imzası değişerek- Meclise göndermenin kendisi dış politika açısından, uluslararası güvenlik, uluslararası mekanizmalara katılım açısından son derece ciddiyetsiz bir yaklaşım. Yani bu ülkede Başbakanlık, yeni durumla ilgili yeni bir değerlendirme yapma imkânından mı mahrum? Şunun için bu tezkerede istenilen hedefe ulaşılamamıştır: "Yeniden bir yıl daha bu tezkerenin süresi uzatılmalıdır." diyebilir pekâlâ. Bunu deme ihtiyacı bile duyulmadan her sene aynı metin yeniden, tekrar Başbakanlık tezkeresi olarak Meclise, Genel Kurula gönderiliyor.
Değerli arkadaşlar, her yıl için bunun analizini yapmak, bunun tartışmasını yapmak ve bu süre zarfında gerçekten bu yapının neye yarayıp yaramadığını, Orta Doğu'da ne kadar barışa, istikrara hizmet edip etmediğini sorgulamak zorundayız. En azından, halk adına burada oturan bizler, onun çıkarlarını savunma adına siyaset yapan bizler sorgulamak zorundayız.
Birleşmiş Milletlerin Lübnan'da askerî güç bulundurmasının tarihi çok daha eski. 1978'den bu yana orada Birleşmiş Milletler Gücü var ama ben arka planı bir tarafa bırakıyorum, sadece 2006 krizini yani bugün 10'uncu kez uzatılması istenen tezkerenin arka planına dair bazı kısa hatırlatmaları yapmak istiyorum. O günlerde Filistin sahillerinde siviller, Filistinli kadınlar, çocuklar denize girerken İsrail uçakları tarafından bir saldırı gerçekleşti, sivil Filistinliler hayatını kaybetti, Hamas ateşkesi bitirdi. Bildiğiniz, işte, katyuşa füzeleriyle saldırı oldu. Bunun üzerine İsrail de saldırıda bulundu ve o çatışmaya Lübnan Hizbullahı dâhil oldu.
Aslında bu tezkerenin çıkma sebebi, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin bu kararı alma nedeni çok net biçimde İsrail'in o dönemde işgal ettiği Güney Lübnan'dan çekilmesinin koşulu olarak oraya Birleşmiş Milletler askerlerinin yerleştirilmesini talep etmesidir. Yani İsrail'i müdafaa, İsrail'in güvenliğini garanti altına alma konusunda Lübnan Hizbullahı'ndan kaynaklanacak bir saldırıyı engellemek için Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi karar aldı, Türkiye de bu Güvenlik Konseyinde yer aldı. Demin gerekçelerini söyledim, hepsini tek tek tartışmaya açmaya gerek yok ama bir tanesi ilginç. İşte, büyük devlet olma iddiası, Birleşmiş Milletlerin geçici barış gücüne asker vermenin gerekçesi olarak sayılıyor ve bir başka önemli gerekçeyle birlikte ele aldığımızda -o cümleleri hatırlayın- işte "Fransızlar gidiyor, İtalyanlar gidiyor, biz gitmeyelim mi? Müslüman askerler orada bulunmasın mı?" gerekçesiyle birlikte düşündüğünüzde bakıyorsunuz... Peki, hangi Müslüman ülkeler Lübnan'daki geçici barış gücüne asker göndermiş? Malezya ve Bangladeş'in dışında benim bildiğim ülke yok, ki sayıları da, 20-30 civarında ülkeden gönderilen sayı da zaten çok düşük, komik miktarda asker gönderiliyor. Esas itibarıyla, İtalya'nın, Fransa'nın komuta ettiği bir güçten söz ediyoruz.
Şimdi, büyük devlet olmayı eğer Birleşmiş Milletler içerisinde bir yere operasyonel ya da insani yardım gerekçesiyle asker göndermeyle ilişkilendiriyorsanız, galiba dünyanın en büyük ülkesi Bangladeş. Çünkü Birleşmiş Milletler ne zaman asker istemişse Bangladeş bir dediğini ikiletmemiş ve hemen asker göndermiş. Ama hepimiz biliyoruz ki Bangladeş öyle uluslararası arenada çok büyük devlet olarak falan anılmıyor.
Çok sıkça duyduğumuz bir ifade var, işte, dünyanın 5'ten büyük olduğu gerekçesi. Bu cümle eğer gerçekten inandığımız, samimiyetle bir değer atfettiğimiz cümleyse o zaman oturup yeniden bakmamız gerekiyor; neden Orta Doğu kendi sorunlarını kendi içinde çözemiyor, kendi güvenlik mekanizmalarını kuramıyor ve ancak Birleşmiş Milletlerden bir karar çıkarsa, ancak Güvenlik Konseyi bir askerî planlamaya giderse ve gayet tabii, Birleşmiş Milletlerdeki karar mekanizmasındaki etkili devletler isterse, onaylarsa İslam ülkeleri de sadece kendi iç kamuoylarını ikna etme görevini yapıyorlar.
Şimdi, pekâlâ görüyoruz ki aslında dünya 5'ten küçükmüş. Dünya 5'ten küçük olmasaydı biz on yıl boyunca önümüze gönderilen aynı metni tekraren buradan onaylayıp geçirmez; Orta Doğu nereye gidiyor, Lübnan'da ne olup bitiyor, Suriye'deki savaşta kimin ne kadar dahli var, gerçekten orada bir güvenli bölge oluşturulabildi mi; bütün bunları sorgulardık galiba.
Değerli arkadaşlar, herkes biliyor, bütün dünya biliyor ki Suriye'deki savaşın taraflarından birisi Lübnan. E, şimdi, siz orada kalıcı barışı tesis etmek bir yana, neredeyse Suriye'de büyük bir istikrarsızlığa neden olan politikaların tarafı olmuşsunuz. Dolayısıyla da aslında en başından beri, on yıldan bu yana her sene görüşüldüğünde tekrarlanan gerekçelerin hepsi boşa çıkmıştır, hepsi anlamsızlaşmıştır, işlevsizleşmiştir.
Burada galiba üzerinde yoğunlaşılması gereken, sorgulanması gereken, sadece oraya temsilî sayıda, insani yardım amacıyla ya da ihtiyaç duyulduğunda çatışmaya müdahale amacıyla asker gönderip göndermeme meselesinin ötesinde, Türkiye'nin dış politikasının, Türkiye'nin Orta Doğu politikasının gerçekten adil bir barışa, gerçekten kalıcı bir istikrara hizmet edip etmeyeceği konusudur.
Değerli arkadaşlar, bugün -aslında ilginç bir tesadüf- İsrail'le ilgili anlaşma, en azından, iki ülkenin başbakanı tarafından kamuoyuna deklare edildi. İki açıklama ardı ardına yapıldı ama açıklamalara baktığınızda, arada ciddi farkların olduğunu çok net görüyorsunuz. İsrail basınının Türkiye kamuoyuna da yansıyan boyutlarından yani "Konuyu İsrail kamuoyu hangi açıdan ele alıyor, nereden değerlendiriyor, nereden önemsiyor?" diye baktığınızda iki şey görüyorsunuz: Birisi, İsrail gazının Batı'ya Türkiye üzerinden satılması konusu. Galiba Netanyahu'nun birkaç gün önce bu anlaşmayla ilgili, henüz kamuoyuna deklare edilmeden "muazzam" ifadesini kullanmasının sebebi de bu. Yani, gayet kârlı, ticari bir iş yapıldığı ortada.
Zaten, aslında, bugün Başbakan defaten "normalleşme" kelimesini kullansa da aslında ticari ilişkiler o anlamda hiç anormalleşmemiş çünkü altı yıl içerisinde 2 milyar dolar olan ticaret hacmi 6 milyar dolara çıkmış yani yüzde 300 artmış. Şimdi, düşünün ki bir ülkeyle ticaret hacminiz yüzde 300 artıyor olacak ve siz, o dönemi anormal olarak tarif edeceksiniz, şimdi normalleşme iddiasında bulunacaksınız.
İsrail kamuoyunun ilgilendiği bir boyut daha var, o da daha önceki Lübnan savaşında hayatını kaybeden İsrailli askerlerin hem cenazelerine ulaşılması konusu hem de Türkiye'den, özellikle de Hamas vesilesiyle oraya yönelik, bundan sonra, tehdit içeren çalışmaların, faaliyetlerin yürümemesi konusu.
Şimdi, konunun bütün taraflarına baktığınızda görüyorsunuz ki aslında, ortada, galiba, çok net bir Türkiye kamuoyunun yanıltılması, eksik bilgiyle manipüle edilmesi var. Açıklama yapan, örneğin Hamas Dış İlişkiler Sorumlusu Usame Hamdan, bu anlaşmayı tarif ederken "mutlak bir şer" ifadesini kullanıyor. Şimdi, Türkiye kamuoyu ikna edilirken de Hamas'ın başka bir pozisyon aldığı, alacağına dair açıklamalar kamuoyuna yansıtılıyor.
Yine, bugüne kadar özellikle İsrail'in doğrudan doğruya Arap ülkeleriyle ticaret yaptığında, Müslüman kamuoyunun Arap devletlerine duyduğu tepkiyi bastırmak için Türkiye üzerinden dolaylı ticaret yaptığını İsrail gazetelerinin hemen hemen hepsi yazıyor. Şimdi, Arap kamuoyu çok değerli. Arap ülkelerinde demokrasi yok ama buna rağmen Arap yönetimleri, krallıklar, şeyhlikler kendi kamuoylarındaki İsrail aleyhtarı duyarlılığı önemsiyorlar ve bu işi Türkiye üzerinden gizli yapmayı tercih ediyorlar. Türkiye bir Parlamentoya sahip, demokratik bir rejime sahip ve demokratik kamuoyu tepkisinin ülke karar süreçlerine, yönetim süreçlerine etkisi olduğu varsayılıyor -eğer demokratik bir rejimse- ama Türkiye kendi kamuoyundan bu gerçekleri gizleyerek ülkeyi yönetmeyi tercih ediyor.
Değerli arkadaşlar, İsrail ile Türkiye arasındaki ilişkiler elbette Türkiye ile Suriye arasındaki ilişkileri, Türkiye ile Rusya arasındaki ilişkileri, Türkiye-Lübnan ilişkilerini, Türkiye-İran ilişkilerini, hatta Türkiye-Batı ilişkilerini şekillendirecek kadar önemli ama eğer siz kamuoyuna anlaşmanın metnini bile doğru aktarmıyorsanız büyük bir tarihî sorumluluk altında kalırsınız. "Abluka kaldırıldı, ambargo kaldırıldı." gibi ifadeler kullanılıyor. Ablukanın kaldırılmadığını, sadece bir limandan insani yardım ulaştırılmasına fırsat verileceğini çok net biçimde aslında hem dünya basını yazıyor hem İsrail Başbakanı ifade ediyor.
Şimdi, Filistin sorununun elbette önemli boyutlarından birisi Gazze'ye insani yardımın ulaşmasıdır, buna söylenecek hiçbir söz yok ama "Abluka kalkmadı, ambargo devam ediyor, biz sadece o limandan deniz yoluyla insani yardım ulaştıracağız." diyerek hiç olmazsa kendi kamuoyunuza karşı, altı yıldır İsrail karşıtı söylem kullanılarak, İsrail karşıtı dil kullanılarak maniple edilen kamuoyuna yönelik doğru, dürüst bir tavrı koyma sorumluluğu siyasetin üzerindedir.
Eğer, daha birkaç gün önce Filistinlilere ait bir televizyon kanalı İsrail tarafından yasaklanmış, uydu yayını yapması engellenmişse, Filistin'de çok ciddi seyahat özgürlüğü sorunları devam ediyorsa, Gazze'de ticaret yapma imkânları sıfırlanmışsa siz sadece insani yardımla Filistin sorununun çözümüne ciddi bir katkı sunamazsınız. Elbette bu çok değerlidir ama her şeyi katkısı kadar, her şeyi belirleyici gücü kadar tarif etmek zorundasınız. Burada nasıl insani yardımın gönderilmesine hiçbir siyasi parti itiraz etmeyecekse ve her siyasi parti nasıl bunu olumlu bir gelişme olarak yorumlayacak ve destekleyecekse sizin de en azından, ablukanın devam ettiğini, ambargonun devam ettiğini, İsrail'in bu anlamda bu anlaşmayla Gazze'ye yönelik tutumunda ciddi hiçbir değişiklik yapmayacağını kamuoyuyla paylaşmanız gerekir diye düşünüyoruz.
Filistin sorununun, aslında, büyük oranda bir uluslararası yargılama sorunu olduğunu, özellikle bu anlaşmayla birlikte fiilen görmezlikten gelmiş oluyoruz. Çünkü, Mavi Marmara'da hayatını kaybedenlerin yakınlarının elbette kişisel tercihleridir, mali bir tazminat karşılığında davalarından vazgeçebilirler de, sonuçta o kişilerle ilgilidir ama o kişileri aşan, o insanların yakınlarıyla ilgili, akrabalarıyla, çocuklarıyla ilgili duyarlılığın ötesinde bir anlamı var bunun. İsrail, uluslararası hukuka aykırı davranmış, Birleşmiş Milletler tarafından defalarca bu nedenle kınanmış, eleştirilmiş bir ülkedir. Şimdi, siz davaları çekerek, Türkiye mahkemelerindeki ya da uluslararası mahkemelerdeki davalarda geri adım atarak aslında İsrail'in hukuksuzluğunu da bir biçimde tescillemiş oluyorsunuz. Galiba, en başa döndüğümüzde, ne yazık ki Orta Doğu'nun o en kötü kaderiyle karşı karşıya kalıyoruz. Orta Doğu'da devletler, İsrail aleyhtarlığını sadece kendi kamuoylarını manipüle etmek için, sadece içeride muhalefeti bastırmak için kullanırlar. Bunu tek tek her ülke için saymaya gerek yok ama bu, yaygın bir dış politika alışkanlığıdır çünkü içeride ne zaman bir itiraz olursa, ne zaman bir muhalefet gelişirse bu Arap ülkeleri, kendi kamuoylarını İsrail tehdidiyle terbiye etmeyi, korkutmayı ve onların ciddi radikal değişim taleplerini bastırmayı böylece başarırlar. Yani, aslında Orta Doğu'daki otoriter rejimlerin İsrail korkusuna ihtiyacı vardır. İsrail korkusu, başka bir sürü şeyi halının altına süpürmeye hizmet eder. Ne yazık ki galiba Türkiye de son altı yıl boyunca en azından slogan düzeyinde yürütülen siyasetle bu Arap ülkelerinden demokratik kültür açısından bir adım ileride olmadığını bir kez daha ispatlamış oldu, göstermiş oldu.
Evet, kamuoyunun duyarlılığı var; Filistin konusuyla, Filistin halkının davasıyla dayanışma duyarlılığı var, kimse Türkiye'den İsrail'e savaş açmasını falan beklemiyor ama hiç olmazsa uluslararası platformlarda, bugünkü anlaşmayla ilgili yapılan açıklamalarda olduğu gibi, Birleşmiş Milletler ve NATO gibi platformlarda ülkelerin çıkarları aleyhinde tavır almama konusundaki taahhüdün galiba buradan çok net biçimde açıklanması gerekiyor.
İsrail'in Birleşmiş Milletler nezdindeki konumunu biraz önce ifade ettim. NATO'daki konumu da bundan çok ileride değil, daha iyi değil. Oysa, NATO'da İsrail'in bugüne kadar elde ettiği bütün kazanımlara kolaylık gösteren Türkiye oldu. Şimdi, acaba Birleşmiş Milletler ve NATO'da Türkiye'nin çıkarlarına mı İsrail yardımcı olacak bugünden itibaren yoksa tersine, İsrail'in çıkarlarına mı Türkiye yardımcı olacak?
Eldeki imkânlara, karşılaşılan risklere, sorun alanlarına baktığınızda tablo çok açık: Türkiye bu iki platformda da eli -resmî olarak en azından- İsrail'den daha güçlü bir ülke. İsrail'in elinde resmî olmayan başka kozlar, ilişkiler, diplomatik imkânlar olduğunu elbette hepimiz biliyoruz ama eğer böyleyse o zaman bunu kamuoyuna açıklamak ve Türkiye toplumunun sadece hamasetle, sadece İsrail karşıtlığı yapılarak, sadece slogan üzerinden siyaset yapılarak kandırılmasından öte reel politik hiçbir değişikliğin, hiçbir gelişmenin söz konusu olmadığını da bilmek galiba Türkiye kamuoyunun hakkı.
Bu, özellikle davalarla ilgili durumun bu anlaşma kapsamında bir biçimde devre dışı bırakılıyor olmasının bir süre sonra başka sonuçları olacak elbette. Bunları zamanla hep birlikte göreceğiz, hep birlikte yaşayacağız çünkü uluslararası platformlarda eğer çok büyük anlam yüklediğiniz davalar, sembolik davalar geri çekilirse onun, sadece teknik, sadece hukuki sonuçları olmaz, onun siyasi sonuçları da olur ve siz, İsrail'in sivil hedefleri vurması, insani yardım götüren -eğer öyleyse Mavi Marmara, bunu iddia ediyorsak, bunu savunuyorsak- Mavi Marmara'ya yönelik müdahalesinin -ki iç kamuoyunda altı yıldır çok yoğun tartışılan bir konu- bunun, artık hiçbir şekilde, başka konular gündeme geldiğinde de bir referans kabul edilip savunulmasını, tartışılmasını sağlayamazsınız. Bundan sonrasında, İsrail başka sivil hedefleri de vurduğunda, başka insani yardım konvoylarını vurduğunda da Türkiye'nin söyleyebilecek bir çift sözü olmayacaktır.
Bu gerekçeyle, ben, sadece Birleşmiş Milletler Geçici Barış Gücü'ne, yeniden, bir rutin olarak burada "evet" oyu vererek asker göndermeye devam etmenin ötesinde, Orta Doğu politikalarının ciddi biçimde gözden geçirilmesinin, Türkiye'nin de çıkarları açısından, bölge halklarının da, Orta Doğu'nun da çıkarları açısından zorunlu olduğunu ifade ederek sözlerimi bitiriyorum.
Herkesi saygıyla selamlıyorum. (HDP sıralarından alkışlar)