| Konu: | CHP Grubu önerisi münasebetiyle |
| Yasama Yılı: | 1 |
| Birleşim: | 127 |
| Tarih: | 18.08.2016 |
AYHAN BİLGEN (Kars) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; her şeyden önce, hâlâ kaybetmediğimiz insani değerlerimiz, hâlâ tüketmediğimiz, bitirmediğimiz onurumuz galiba yaşadıklarımız karşısında bizi daha sorumlu, daha dikkatli olmaya mecbur ediyor. Hiçbirimizin gelecek, ikbal kaygısı, korumaya çalıştıklarımız, makamlarımız, planlarımız, statülerimiz, bir çocuğun gözyaşını telafi edecek kadar değerli değil, 5 yaşında hayatını kaybeden, 70 yaşında hayatını kaybeden insanları geri getirecek kadar değerli değil. Dolayısıyla, üzerinde konuştuğumuz, üzerinde tartıştığımız meseleyle ilgili yaklaşım farklarımız ne olursa olsun, önerilerimiz, eleştirilerimiz ne olursa olsun bir çözüm arama niyeti, bir çare bulma iradesi ortaya koymak zorundayız.
Değerli milletvekilleri, konuşmakta, tarif etmekte zorlandığımız acılar yaşıyoruz ve bir acı yaşadığınızda, bir yeriniz acıdığında, yüreğiniz yandığında, bu konuda bir daha o acıyı yaşamamak için, bir daha canınız yanmasın diye çare ararsınız. Meşhur sözdür, biliyorsunuz: "Mümin feraset sahibidir ve aynı yerden 2 kez ısırılmaz." Eğer biz barışa inanıyorsak, insanca yaşayabileceğimizi, bu ülkeyi birlikte paylaşabileceğimizi düşünüyorsak, çözüme de, bu kısır döngüden çıkabileceğimize de inanmamız gerekiyor ama en az inanmak kadar çözüm yolunu bilmek, çözüm için kafa yormak ve sorumluluktan da kaçmamak gerekiyor.
Değerli milletvekilleri, barış sadece silahların susması değildir, sadece kanın durması, gözyaşının durması değildir. Elbette, barış için bu şarttır, zorunludur ama yeterli değildir. Dünyada, hatta Türkiye tarihinde kanın durduğu, çatışmanın, kaosun olmadığı kimi dönemler vardır ki biz onları "barış dönemi" diye tarif etmeyiz; sadece, barışa evrilebilir, kalıcı, gerçek barışa, kabul edilebilir barışa, adil barışa evrilebilir bir ön şart olarak görürüz. Bu, elbette, çok değerlidir, önemlidir ve bugün Türkiye bunu bile kaybetmiştir. Ama, içinde bulunduğumuz dönemden çıkmak ve gerçekten kalıcı bir barışı tesis etmek konusunda nereden başlamalıyız, ne yapmalıyız, kimin üzerine nasıl bir sorumluluk düşüyor, galiba herkesin eteğindeki taşı ortaya koyması, bildiğini hiçbir hesap yapmadan, hiçbir kaygı, kişisel plan içerisine girmeden bütün çıplaklığıyla ortaya koyması gerekiyor.
Değerli milletvekilleri, elbette, bu konu da bir uzmanlık konusu. Ülkemizde de üniversitelerde çatışma çözümleriyle ilgili yüksek lisans programları var tıpkı dünyada olduğu gibi. Böyle sorunları dünyada yaşayan ülkeler nasıl çözmüşler, çatışmayı nasıl bitirmişler, barışı nasıl tesis etmişler, silahsızlanma ile demokratikleşmeyi birlikte nasıl gerçekleştirmek mümkün, buna dair tezler yazılıyor, araştırmalar yapılıyor. Ama, işin teorik tarafını bir kenara bırakalım, biliyorum ki her partinin içinde gerek bürokrasi deneyimi dolayısıyla gerekse doğrudan doğruya halkın gerçekliğini bildiği için bu sorunun nasıl çözülemeyeceğini bilen çok sayıda isim var. Eğer bu sorunun nasıl çözülemeyeceği konusunda hepimiz bildiğimiz gerçekleri kendi parti çıkarlarımızın üzerinde bir yere oturtup ifade edersek, ortaya koyarsak ben sağduyuyu ve ortak aklı kurabileceğimize, geliştirebileceğimize inanıyorum.
Hatırlayalım, bundan iki yıl önce, değerli milletvekilleri, bir diyalog süreci vardı ve 2 parti bu sürecin tarafıydı. Bu sürece eleştiri yapanlara, hangi niyetle ve nereden eleştiri yapılırsa yapılsın şöyle tarifler yapılıyordu: "Kandan beslenenler yani çözüm istemeyenler, çatışmanın bitmesi için irade ortaya koymayanlar." diye tarifler yapılıyordu. Şimdi geldiğimiz noktada aynı soruyu bir kez daha soralım: Eğer gerçekten çözüm siyaset kurumundaysa, çözüm diyalogla mümkünse ve birbirimizi suçlamadan, birbirimizi itham etmeden çözümü bu çatı altında arayacaksak, herkesin, hepimizin nerede yanlış yaptık, nerede eksik yaptık, nerede yapmamız gerekeni yapmaktan kaçındık, bununla yüzleşmemiz gerekiyor. Dört beş yıl önce de başka ithamlar vardı, başka tarifler, başka kurgular yapılıyordu, başka beklentiler ifade ediliyordu. Nasıl birkaç gündür, hatta bugün sabah bile, Elâzığ'daki eylemden sonra, Elâzığ'daki patlamadan sonra bile analiz olsun diye birileri televizyon ekranlarına çıkıp işte "FETÖ bitti, dolayısıyla FETÖ'den istihbarat alan bu yapı da bitiyor, onun için saldırıyor." diye bizim buna inanmamızı, bizim bununla tatmin olmamızı, böylece bu işe dair daha ciddi, daha esastan bir çalışmayı, yoğunlaşmayı yapmamızı aslında engelleyen söylemler geliştiriliyorsa, bugün nasıl bu geliştiriliyorsa, hatırlayın, beş yıl önce de Ergenekon, Balyoz davalarından sonra o süreçte birileri diyordu ki: "Bu sorunun sorumlusu, bu işin sorumlusu, KCK operasyonlarını yapan, FETÖ'dür ya da Ergenekonculardır, Balyozculardır. Dolayısıyla, onlar tutuklanıyor, onlar yargılanıyor. Bu sorun zaten kökten çözülecek." Demek ki şimdiye kadarki tespitlerimiz doğru değilmiş, yeterli değilmiş ki hâlâ bombalar patlıyor, hâlâ çocuklar ölüyor, hâlâ anneler, babalar çocuklarının ölüm haberlerini almak zorunda kalıyor.
Değerli milletvekilleri, elbette zor bir konu ama ne olursa olsun, bizim bu zorluğu aşabileceğimize dair bir inancı önce geliştirmemiz, güçlendirmemiz gerekiyor. Eğer umutsuzluk, karamsarlık bizi sarmışsa yani bu ülkenin kaçınılmaz olarak bir felakete sürükleneceğine -belki daha önce buradan birkaç kez ifade ettim- darbeden daha kötü olan bir iç savaşa sürüklenme tehlikemizi fark etmeden, görmeden, aymazlık içerisinde hareket edeceğimize eğer teslim olmuşsak, bunu kaçınılmaz bir durum, bir kader, bir makus talih gibi görmeye başlamışsak elbette yapılacak bir şey yok. Ama, artık, güvenlik politikalarıyla yüzleşmek ve bu politikanın ne kadar gerçekten güvenliğe hizmet edip etmediği konusunda ciddi bir sorgulamayı gerçekleştirmek zorundayız.
Dünyada bu konuda iki yol var -çok kabaca tarif ediyorum- değerli milletvekilleri. Bu yollardan birisi, bildiğimiz, çok duyduğumuz, alıştığımız söylem; "kökünü kazıma" söylemi. Yani, sivil toplumu, sendikayı, gazeteyi, akademiyi, siyasi partiyi, belediyeyi, milletvekilini, herkesi aynı şiddet torbasının içerisine koyup hepsini birden bitirme iddiasıdır.
İkinci bir yöntem daha var; o yöntem de tam tersine, mümkün olduğu kadar şiddetin koşullarını ortadan kaldıracak, şiddete götüren nedenleri bitirecek bir demokratikleşme iradesini, insan haklarını, hukuk devletini egemen kılmak ve şiddetin ortamını aslında sonlandırmaktır. Şimdi, biz hangisini uyguluyoruz? Otuz yıldır neyi deniyoruz? Zaman zaman başka arayışlar, başka tartışmalar ve "Nasıl olmaz?" üzerinden bazı ortaklaşmalarla kimi alternatif girişimler olsa da daha çok neyi deniyoruz ortada ve denediğimiz yöntemle bu işin çözülmediğini hâlâ öğrenmemiş olmanın hâlâ aynı şeyi denemeye kalkmanın bedelini bu ülkenin çocukları, bu ülkenin sivil, masum insanları niye ödemek zorunda kalsınlar?
Değerli milletvekilleri, elbette çözüme dair de söylenecek çok şey var ama ben sadece birkaç noktaya değinerek sözlerimi bitireceğim. Anayasa işini böyle kotarılacak, kurtarılacak bir iş gibi görmek yerine, gerçekten yeni bir kurucu irade, yeni bir birlikte yaşama aklını egemen kılma işi olarak görmek zorundayız.
Suriye konusunu, sadece Esad'la uzlaşarak durumu kurtarma değil, bölgede barışın egemen olmasının bir yolu, yöntemi olarak görmek ve birlikte yaşamaya mecbur olduğumuz halklarla barışmayı içimize sindirmek zorundayız.
Değerli milletvekilleri, bugün yaşadığımız, yaşanılan acının son bulması için buranın sorumluluk alması gerekiyor ve Meclisin de görevden kaçmak...
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)
AYHAN BİLGEN (Devamla) - ...durumu kurtarmak değil, gerçekten inisiyatifle hareket etmesi gerekiyor.
Herkesi saygıyla selamlıyorum. (HDP sıralarından alkışlar)