GENEL KURUL KONUŞMASI
Konu: Türkiye Cumhuriyeti ile İsrail Devleti Arasında Tazminata İlişkin Usul Anlaşmasının Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun Tasarısı münasebetiyle
Yasama Yılı:1
Birleşim:128
Tarih:19.08.2016

MHP GRUBU ADINA MEHMET GÜNAL (Antalya) - Teşekkür ederim Sayın Başkan.

Değerli milletvekilleri, hepinizi saygıyla selamlıyorum.

Gecenin bu saatinde hâlâ dikkatini toplayan arkadaşların dikkatine de biraz bir şeyleri sunmak istiyorum.

Tabii, "Ha geldi, ha gelecek, ha anlaştık." derken İsrail'le anlaşma yapıldı. "Anlaşma" derken de söylenen 3 maddeyle ilgili değil, sadece 1'iyle ilgili bir anlaşma var. Aslında o da yarım bir anlaşma çünkü söz konusu olan tazminat konusuydu. Bu ise bir lütuf, ihsanda bulunma gibi bir anlaşma maalesef olmuş. Onun için bizim baştan konuştuğumuz anlamda bir anlaşma olduğunu söylemek mümkün değil. Önceki günlerde Sayın Dışişleri Bakanı ile Sayın Elitaş grubumuza bilgi verdi, bazı şeyleri aktardılar ama sonuç itibarıyla baktığımız zaman, nereden nereye geldiğimizi de bu hususta değerlendirmek gerekiyor arkadaşlar ki, gündüz de söyledim, o zaman ancak bu hataları yapmayabiliriz, aza indirebiliriz ve daha millî bir dış politika izleme şansımız olur.

Peki, nasıl buraya geldik? Yani, bu anlaşmayı biz neden yapıyoruz? Bunun çıkış noktası neydi? Geriye doğru dönüp baktığımız zaman, Mavi Marmara olayının yaşanmasındaki temel şey, onların söyledikleri limana götürmemiş olmamızdan kaynaklanan bir müdahaleydi hatırlarsanız. Yani o anda onların söylediği şeyi eğer onların söylediği şekilde yapmış olsaydık böyle bir sonuçla karşılaşmayacaktık. Peki, şimdi ne yapıyoruz, şu an itibarıyla? Yine İsrail'in denetiminden geçilerek Aşdod'a göndereceğiz. Peki ne olacak? Yine ablukayı tanımış olmuyor muyuz? Ben pek anlamadım. Eğer farklı bir şey varsa, bizim anlamadığımız yerde arkadaşlar bilgilendirirse. Bakın, Mavi Marmara olayının yaşanmasının nedeni o gün o geminin o limana yanaşmamasıydı. Yani onların söylediği şekilde yardımı götürseydik sorun olmayacaktı. Ne dendi? "Devam edin." dendi. Peki, şimdi "Anlaştık." diyoruz, ablukayı kaldırdık. Nereden gidecek yardımlar? Ben merak ediyorum. Aynı şekilde o gün bu olayın yaşanmasına neden olan, onların gösterdiği yerden ve onların denetimiyle yardımı göndereceğiz. Peki, o zaman niye bu kayıpları yaşadık, onların hilafına hareket ettik? Bunların tartışılması lazım.

Özür dilendi. Uluslararası literatürde "özür" dendiği zaman bunun bir beyanla olması lazım. Tamam, o günün şartlarında telefonla arayarak, araya Amerikan yetkililerinin girmesiyle bir telefon diplomasisi olmuş o ayrı ama "resmî özür" dediğimiz zaman farklı şekilde çalışıyor. Tamam, bunu da bir yumuşama olarak kabul edelim. Evet, bunlar ilişkilerin düzelmesi açısından önemlidir ama ben doğru takdim etmemiz gerektiğini söylüyorum değerli arkadaşlar.

Ortada elle tutulur bir tane somut şey var, o da "tazminat anlaşması" dediğiniz ama hiçbir yerinde tazminat olmayan bir şey. Gündüz de söyledim, Dışişleri Komisyonunda görüşmeler sırasında Sayın Ekmeleddin İhsanoğlu açıkça ifade etmiş, tutanaklara baktım. Yani İngilizce tabiriyle baktığımız zaman "indemnity" dediğimiz "tazminat"ı değil "compensation" tarzı bir... "Telafi" diyoruz iktisatta biz ona. Yani bir lütuf aslında. "Tazminat" dediğimiz hukuki bir tabir. Ha, bu da, efendim, olmuştur, vatandaşlarımızın zararı karşılanır o ayrı bir şey ama neyi yaptığımızı doğru tanımlamamız gerekiyor, onun için söylüyorum, sanki böyle "Çok büyük bir şey yaptık, her şeyi çözdük." gibi değil. "Bir adım attık, yumuşama sağladık, belli bir noktaya getirdik." demek başka bir şey, "Biz söylediğimiz 3 şartı da yaptırdık." demek başka bir şey. Ha, burada neden bunu söylüyorsunuz onu da söyleyeyim: Hep söylediğim, ifrat tefrite kaçıldığı için dış politikada, söylerken iç politikaya yönelik sert söylemler söylemek hoşunuza gidince sonra bunun ceremesini millet çekiyor, sonra geri dönerken de böyle bir sürü şey anlatmak zorunda kalınıyor. Oysaki kurumsal bir dış politika millî bir şekilde uygulansa, ilgili kurumlara danışılarak bunlar yapılsa böyle bir şeye düşmeyiz.

Yani, devletin başı olarak Cumhurbaşkanı ayrıdır, onun sözcüsü, genel sekreteri ayrıdır; Dışişleri Bakanlığı ayrıdır. Ben bazen üzülüyorum çünkü henüz daha Dışişlerinden bir açıklama gelmeden İbrahim Kalın pat diye bir açıklama yapıyor. Yani, sonra bu sefer telafi edemiyoruz. Sayın Cumhurbaşkanı açıklama yaptırıyor, arkasından bu sefer geliyor, önce... Yani, neler söyledi Sayın Erdoğan? Sonra sıkışınca "Bana mı sordunuz da gittiniz!" demek zorunda kalıyorsunuz. İkisi de yanlış; baştan söylenen de yanlış, sonraki de yanlış. İki gündür söyledim, ne "Kardeşim Esed" kısmında ailecek toplantı yapmak doğru ne de "Düşman Esed" doğru; ikisi de yanlış. Türkiye'nin çıkarları neyi gerektiriyorsa o anda gerekli müzakereleri yaparız, bizim lehimize neyse o noktada uzlaşabiliriz.

İktisatta bizim "pareto optimumu" dediğimiz bir şey vardır, ben diplomatlara onu anlatırım yani iki tarafın da lehine olacak şekilde değişim devam eder, o değişim noktalarının oluşturduğu çizgilerde de biz "pareto optimumunu" tarif ederiz. Taraflardan en az birinin kaybetmiyor olması gerekiyor diğeri kazanırken. Bir taraf zarar etmeye başladı mı o değişim durur. Biz de dış politikayı bu anlayışla yapmak zorundayız. Aksi takdirde ne olur? Sürekli olarak zikzaklarla bu sefer hem inanılırlığımızı kaybediyoruz hem ağırlığımızı dış politikada kaybediyoruz, gittiğimiz zaman da anlatamıyoruz. Yani, aynen geçen gün, önceki haftalarda darbe sonrası gelişmeleri anlatmak üzere değişik ülkelere giden arkadaşlarımızın gözlemleri, sadece benim değil, Londra heyetinde ben gözlemledim ama diğer ülkelere giden arkadaşlarımla da görüştüm. O zaman bizim dinlenirliğimiz, ağırlığımız kayboluyor, ülke olarak inandırıcılığımız kayboluyor. Onları kaybetmemek lazım, söylediğimiz lafın da ağırlığının olması lazım.

Hakikaten şimdi buraya bakıyoruz, gerçek anlamda deniz ambargosu kalkmamış, buradan anlaşılan bu. Yardım malzemelerinin Aşdod'a indirilmesini ve izin verilecek malzemelerin Gazze'ye aktarılmasını teklif etmişti, yine oraya gönderiyoruz. Peki, sonrasında şimdi ne olacak? Sadece, bu anlaşmayla beraber değerli arkadaşlar, biz onların verdiği parayı alacağız, tazminat yerine de bir lütufta bulunacaklar, o lütfu alıp zarar görenlerin yakınlarından dava açmış olanlara o parayı dağıtacağız. Karşılığında ne yapacağız? Karşılığında da onların açtıkları davaları buradan yasa yoluyla iptal edeceğiz. Yani bunlar normal şartlarda şimdiye kadar çok büyük sayı olmadığı için rızayla yapılması gereken şeylerdi aslında. Neden burada anlaşma geliyor? Şimdi biz niye bununla uğraşıyoruz? Normal şartlarda tazminatı vermeleri için bir anlaşmaya gerek var mı? Uluslararası anlamda bilmiyorum ama davaları iptal etmek ve açılacak davaları önlemek için her zaman yaptığınız gibi... Dün kabul ettik, kamulaştırmayla ilgili hususlar vardı, onlarla ilgili de yine vatandaşın dava açma hakkını -en temel haklardan bir tanesidir- elinden alıyoruz. Dolayısıyla bunlara gerek kalmadan, ikili ilişkilerle, gerçek anlamda yapacağımız şeylerle bu düzenlenebilir, önlenebilirdi. Yani uluslararası anlaşma dediğimiz zaman diğerleriyle ilgili bir şey yok, ablukayla ilgili bir şey yok, diğer ilişkilerle ilgili olan anlaşmalar olabilir ama burada sadece yapılan; "tazminat" dedikleri bir lütuf karşılığında davadan vazgeçmek, başka bir şey yok. Onun için bizim dış politikanın kalıcı dostluklarla ya da kalıcı düşmanlıklarla yürütülemeyeceğini, onun için de eylemlerimize ve söylemlerimize bu işi yürüten insanların dikkat etmesi gerektiğini hep akılda tutmamız lazım. Aksi takdirde sürekli olarak ileri geri yapmak zorunda kalırız.

Bir defa daha hatırlatıyorum aynı şeyleri: Şu anda Suriye'de düştüğümüz durum gibi, Mısır'la ilgili ilişkilerimiz gibi, aynı şekilde Libya'daki durumumuz gibi bir hafta sonra ters tarafa gitmek zorunda kalabiliyoruz. Bizim Milliyetçi Hareket Partisi olarak kaygımız budur. İnşallah, bir millî dış politika uygulamak üzere bu başlatılan... "Parlamenter diplomasi" diyoruz artık ona, yurt dışında değişik ülkelerde gördük diye onun için söyledim. Parlamento olarak ağırlığımız başka oluyor. Maalesef, Hükûmet sözcüsü olarak sizlerin tek başına söylediği eskisi kadar dinlenmiyor. Burada da o kredibilite kaybı sürekli olarak ileri geri konuşmamızdan kaynaklanıyor çünkü söylediğimizin sürekli arkasında duramıyoruz, o zaman da onlar farklı bakmaya başlıyor. Biz MHP olarak her zaman "Millî çıkarlarımıza göre, önce ülkem ve milletim, sonra partim, sonra ben." anlayışına göre politika yürütüyoruz, özellikle de dış politika konusunda içerideki çekincelerimizi -bütün toplantılarda da arkadaşlarımız buna dikkat ederler- ayrı tutuyoruz ama burada biz bizeyken bazı şeyleri dillendirmemiz gerekiyor. Ülkemizin bütün komşularıyla, çıkarı olan bütün ülkelerle karşılıklı çıkar çerçevesinde ilişkilerini yürütmesi; İsrail, Rusya dâhil olmak üzere ilişkilerini düzeltmesi sevindiricidir ama bunu yaparken de o geçmişteki hatalarımızdan ders almamız ve bundan sonra bunları yaşamamak üzere dikkatli olmamız gerekiyor. Ben bunun bize bir ders çıkaracağımız bir olay olması gerektiğini düşünüyorum.

Bu vesileyle yeniden yüce heyetinizi saygıyla selamlıyorum.

O insanların zararının tazmin edilmesi önemlidir. Adı "tazminat" değil, belki biraz daha alttan almak zorunda kaldık ama bir daha da böyle şeylere, yeniden zikzak yaşayacağımız olaylara ve fecaatlere yol açmayalım diyor, gecenin bu saatinde de hepinizi saygıyla selamlıyorum.

Sağ olun, var olun. (MHP ve CHP sıralarından alkışlar)