| Konu: | Ankara İli Kazan İlçesinin Adının Kahramankazan Olarak Değiştirilmesine ve Ulusal Bayram ve Genel Tatiller Hakkında Kanunda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifleri münasebetiyle |
| Yasama Yılı: | 2 |
| Birleşim: | 11 |
| Tarih: | 25.10.2016 |
HDP GRUBU ADINA AYHAN BİLGEN (Kars) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; öncelikle "Dostlar beni hatırlasın." diyen Âşık Veysel'in bugün doğum yıl dönümü. Buradan hatırlamak ve hatırlatmak istedim. Gözlerini küçük yaşta kaybeden ama gönül gözü hep açık olan ve bu ülkede farklı kimliklerin birlikte yaşamasının derin felsefesini türkülerine döken bu büyük ozanı anmak, galiba, onu hatırlamak, onu unutmamak hepimiz için bir borç.
Değerli milletvekilleri, şüphesiz, bir ülkenin "demokrasi ve özgürlük" adında bir bayramının olması onur vericidir. Yine, bir darbe girişimine karşı halkın sokağa dökülmesi, büyük bedel ödeyerek darbenin başarılı olmasını engellemesi takdir edilmesi gereken bir şeydir ama galiba, kanunla bayram ilan etmekten daha zor olan, bir bayramın ismini belirlemekten daha zor olan gerçekten o ülkenin toplumsal ilişkilerinin, yönetim biçiminin de özgürlükçü ve demokratik kılınmasıdır. Bir darbe engellendiğinde şüphesiz toplumun bütün kesimleri bundan memnuniyet duyar ve bu demokrasi için bir kazanıma dönüştürülebilir. Darbelere karşı çıkmak demokrasi için zorunlu, gerekli, olmazsa olmaz bir durumdur ama asla yeterli bir durum değildir. Yeterli olup olmadığının göstergesi de 15 Temmuz sonrasında yaşadığımız gelişmelerdir.
Değerli milletvekilleri, çok yaygın bir ifade, bir tanımlama olduğu için birkaç örnekle ifade etmeye çalışacağım. Mesela Hükûmet temsilcileri tarafından olağanüstü hâlle ilgili "OHAL vatandaşın hayatına hiçbir şekilde etki etmeyecek. Biz OHAL'i halkımız için değil, kendimiz için ilan ettik yani devlet için, bürokrasi için OHAL'i ilan ettik, halk için hiçbir şey değişmeyecek." ifadesi sıkça kullanıldı. "Vatandaşlar için değişmeyecek." hatta "Normal vatandaşlar için değişmeyecek." gibi kavramlar, ifadeler Hükûmet temsilcilerinin konuşmalarında sıkça geçiyor.
Değerli milletvekilleri, burada, Anayasa'nın sınırlarıyla sorumluluğu, yetkisi tanımlanmış bir organın, bir çatının altındayız. Miting düzenlemek, hakları için yürüyüş yapmak, basın toplantısı düzenlemek normal vatandaş olmakla çelişkili bir durum mudur? Nitekim, toplantılar, gösteri yürüyüşleri zaman zaman valilikler tarafından çok keyfî biçimde engelleniyor ve yasaklanıyor. Bir tek örnek vereyim: Metin Günday Türkiye'nin birçok hukuk fakültesinde kitapları okutulan değerli bir hocadır ve Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesindeki paneli OHAL nedeniyle iptal edilmiştir. Kamuya açık ortamlardaki etkinliklerin kasım sonuna kadar yasaklanmasıyla ilişkilendirilmiştir. Şimdi, hukuk fakültesindeki bir panel, bir hukukçunun konuşması, sunumu OHAL'le ilişkilendiriliyorsa biz galiba darbe işini sulandırmaya başlamışız demektir. Darbenin ciddiyetine, darbede ödenen bedelin ciddiyetine yakışan bir tutum, bir tavır ortaya koyma konusunda siyaset kurumumuz ve bürokrasi iyi bir sınav vermiyor demektir.
Başka çok örnek var. İnsanları, izledikleri televizyonlar dolayısıyla, üye oldukları sendikalar dolayısıyla, mensubu bulundukları toplumsal grup, cemaat, parti dolayısıyla peşinen yargılar, peşinen suçlu ilan ederseniz, aslında darbelere karşı mücadele etmiş olmazsınız. Tam tersine, toplumda kutuplaşmayı derinleştirirsiniz ve toplumsal kutuplaşmalar, toplumsal gerilimler, 12 Eylül darbesinde hepimizin çok acı biçimde deneyimlediği gibi, tecrübe ettiği gibi, tam da yeni darbelere fırsat oluşturur.
Galiba, bizi izleyenlerin büyük kısmı hatırlarlar, 12 Eylüle Türkiye'yi götüren koşullar, toplumdaki kamplaşma, çatışma; bir süre sonra, kamplaşan kesimlerin silahlandırılması, birbiriyle çatıştırılmasıdır. Bugün de silahlanmayla ilgili rakamlar bu anlamda ülkenin geleceğiyle ilgili, birlikte yaşama iradesiyle ilgili kaygı verecek düzeydedir. Almanya'nın küçük çaplı silahlar ihracatında sadece Türkiye'ye yaptığı ihracat rakamlarındaki patlamaya baktığınızda, 25'inci sıradan 8'inci sıraya çıkmış 2016 yılı içerisinde. Toplum, silahlanma ihtiyacını neden duyuyor, kime karşı duyuyor? Güvenlik güçleri bu görevi yapmıyorsa, yapmayacaksa toplum mu başının çaresine bakacak? 12 Eylül 1980 öncesinde başının çaresine bakmanın, memleketi kurtarmanın bedeli bu kadar ağır ödenmişken, bunu bir kez daha denemeye kalkmak, bir kez daha test etmeye kalkmak tam da yeni kurtarıcıların durumdan vazife çıkartmasına fırsat vermez mi?
Değerli milletvekilleri, elbette, Türkiye'de paralel yapılar kurmak, bir biçimde iktidarı, devleti zorla ele geçirmeye dair girişim ve çaba içerisinde olmak, değil cemaatlere, tarikatlara, hiçbir örgütlülüğe hukuken tanınamaz ama burada yüzleşilmesi gereken galiba Türkiye'nin yapısal sorunudur. Çok net biçimde, eğer sadece bir cemaat değil, bir tarikat değil, Türkiye'de hepimizin bildiği, bazılarımızın çok yakından takip ettiği birçok cemaat zühd ve takvadan çok ihale ve kadro peşinde koşmaya başlamışsa yani bu yapılar varlık sebeplerinin, iddialarının, toplumsal ıslahın ötesinde işlerle meşgul olmaya başlamışlarsa bu yapısal durumla yüzleşmek zorundayız.
Neden acaba insanlar devlet imkânlarına ulaşmayı, devlet imkânlarına kavuşmayı kendileri için bu kadar değerli görüyorlar ve bir topluluk tarihsel rolünü, tarihsel misyonunu bir tarafa bırakıp bu kavganın, bu yarışın tarafı oluyor ve saygınlığını, itibarını, her şeyini küçük hesaplar uğruna harcayabiliyor? Burada yapılması gereken şey çok nettir. Her türlü örgütlenmeyi şeffaflaştırarak hesap sormayı, hesap vermeyi gelir kaynaklarından kişi özgürlüklerinin düzenlenmesiyle ilgili kurallara kadar bütün alanlara yaygın hâle getirirseniz o zaman ne devleti ele geçirme hevesi, hırsı kalır ne darbe hesabıyla, planıyla on yılları bulan örgütlenme arayışları cemaatlerin, grupların, örgütlerin içerisinde taraftar bulur.
Değerli milletvekilleri, dünyada 15 Temmuz gibi acı deneyimler yaşamış başka ülkeler de var. Örneğin Arjantin hem darbe hem darbe dolayısıyla geçmişle yüzleşme konusunda en ciddi deneyime sahip ülkelerden birisi. Yine Kolombiya ve başka birçok ülkeyle ilgili Türkiye'de, neler yaşandığına dair konferanslar, paneller düzenlenmiş; ilgili ülkelerin süreçleriyle ilgili, kitap çalışmaları yapılmış ülkeler var ama bizim galiba bu saydığım örneklerde 15 Temmuz sonrası için en çok ders çıkarmamız gereken uygulamalardan birisi yargılamaların açık yapılması konusudur. Yargılamaların açık yapılması, sadece haklarında suç isnat edilen kişilerin mahkûm edilmesiyle ilgili değildir, daha çok toplumun zihninde, toplumun hafızasında böyle işlere tenezzül edenlerin algı dünyasının, ufkunun, hesabının, planının toplumda doğru okunmasıyla ilgilidir. Dolayısıyla, bu, darbelerin açık yargılanması, bundan sonra yeni darbelerin gelmesini de önleyecek önemli teminatlardan birisidir.
Tabii, başka örnekler de var; belki, Türkiye'ye daha çok benzeyen Sudan örneği var. Turabi ve General Beşir'in birlikte ülke yönetimine el koyduğu, sonra birlikte yürüyenlerin birbirlerini yarı yolda bıraktığı örneklerden birisidir Sudan örneği ve orada, elinde silahı olan, kanaat önderini tasfiye etmeyi başarmıştır ve ülke sonuç itibarıyla bölünmüştür değerli milletvekilleri, şu anda iki Sudan var. Şüphesiz sadece darbe dolayısıyla bölünmedi Sudan, başka sorunları da vardı ama Sudan "güney" ve "kuzey" diye ikiye bölündü.
Fransa ve başka örnekleri tartışmaya, konuşmaya çok vaktimiz yok ama Türkiye'nin 15 Temmuz sonrası yaşadıklarıyla ilgili çok önemli işler yapan uluslararası insan hakları örgütlerinin Türkiye'yle ilgili değerlendirmeleri var.
Dünya Adalet Projesi'nin Hukukun Üstünlüğü Endeksi var örneğin. Türkiye, izlenen 113 ülke içerisinde hukukun üstünlüğüyle ilgili kriterler açısından 99'uncu sırada sayılıyor.
Human Rights Watch (İnsan Hakları İzleme Örgütü) dünyanın yine en büyük örgütlerinden birisidir. Bu örgüt çok somut bir rapor yayınladı ve 13 tane vakayı isimleriyle birlikte raporunda zikretti işkence iddialarıyla ilgili, cezaevindeki işkence iddialarıyla ilgili. Benim burada anmaya, hatırlatmaya dilim varmayacak, işte "Eşini getiririz, anneni getiririz, burada tecavüz ederiz." gibi ifadelerin geçtiği sorgulamalar olduğuna dair somut iddialar. Bu iddialarla ilgili bir polemik yapmak için açmıyorum. Bunların gereğini yapmanın bir tek yolu vardır, bu heyetlerin gidip inceleme yapmasının önünü açarsınız ya da Meclis İnsan Hakları Komisyonu gibi başka birtakım yapıların, bu konuda eğer bir iddia varsa, bir yıpratma, bir karalama varsa bunu ortadan kaldıracak rahat çalışma ortamını sağlarsınız, kurarsınız ve bu psikolojik atmosferden çıkılır eğer gerçekten bütün bunlar iftiraysa.
Af Örgütü daha feci bir rapor yazdı yani Human Rights Watch'ın, işte "Açık çek veriliyor, koruma mekanizmaları tasfiye edildi." iddiasından daha ileri bir şeyde bulunuyor, diyor ki raporunda: "Biz raporumuzu sadece aileleri, yakınları, avukatları dinleyerek yazabildik çünkü mağdur ve iddia sahiplerinden kimseyle görüşemedik." Aslında, bu cümlenin kendisi bile baştan başa, belki raporun içeriği kadar Türkiye'yi tartışılır duruma getiren bir düzenlemedir.
Çok ayrıntıya girmeyeyim diğer raporlardan ama bir tek somut örnek var: İlk çıkan KHK'larla birlikte cezaevi izleme kurulları feshedildi. Biz burada cezaevi izleme kurullarıyla ilgili düzenleme yapılırken eleştiri yapıyorduk bu kurulların bağımsızlığı, tarafsızlığı ve ne kadar güvenilir olup olmadığıyla ilgili, o zaman siz cezaevi izleme kurullarını savunuyordunuz, çok iyi çalıştığını, verimli işler yaptığını söylüyordunuz. 15 Temmuzdan sonra ilk yapılan işlerden birisi onları feshetmek oldu.
Şimdi, bu kurulların ya önceki yaptıkları yanlıştı ya şimdiki pozisyon yanlış. Bana kalırsa ikisi de yanlış çünkü önceki pozisyonları da savunulmayacak sorunlar içeriyordu, bugünkü durum da bir vahimdir çünkü sizin 15 Temmuzdan sonra görevden aldığınız kurulların bir kısmına atamalar yapıldı biliyoruz ama bu kurulların doğru düzgün bir raporu yok, bu kadar iddiayla ilgili bir ziyaret ve kamuoyuna açıklanmış, yayınlanmış ciddi bir önerisi ya da tespiti yok.
Şimdi, bu kurullarla ilgili tartışma bile emin olun yargılanan on binlerce kişinin davalarının yarın AİHM'deki sonucunu belirleyecektir, etkileyecektir. Yani, siz bir kurulu feshettiğinizde, cezaeviyle ilgili iddiayı sadece Bakanın açıklamasıyla izah edemezsiniz.
Değerli milletvekilleri, 17-25 Aralığı darbenin miladı, dönümü olarak kabul ettiğinizde karşınızdaki tabloyu, fotoğrafı daha net okumak zorundasınız. 17-25 Aralık, evet, bir darbeye dönüştürülmek istenmiştir. 17-25 Aralık yolsuzluk iddiaları fırsat bilinerek siyasal iktidara ve bürokrasinin kimi noktalarına yönelik operasyonlar yapılmak istenmiştir bu doğru, ama öbür yanlışı örtmeye yetmez. 17-25 Aralıkla ilgili eğer 4 bakan istifa etmek zorunda kalmışsa ve Türkiye toplumunu da Türkiye devletini de Amerika Birleşik Devletleri'ndeki Reza Zarrab yargılaması dolayısıyla zor durumda bırakacak bir süreç yaşanıyorken eğer biz bununla yüzleşmezsek, o zaman yolsuzluk-darbe denklemiyle ilgili tartışmada yanlış yere düşeriz.
Değerli milletvekilleri, dünyanın her yerinde, çok net biçimde, darbelerin yolsuzlukları beslediğine inanılır, yolsuzlukların da darbecilerin elini güçlendirdiği kabul edilir. Şimdi, bu ikisi arasındaki ilişkiyi siz tersine kurarsanız yani topluma "Yolsuzlukla mücadele mi edelim, yoksa darbeye mi karşı duralım?" gibi bir denklem kurarsanız, bu işin içinden çıkamazsınız çünkü bu ikisi karşı karşıya koyulacak, birbirinin alternatifi gibi sunulacak şeyler değil, aksine, birbirini tamamlayan şeylerdir.
Şimdi, soruyu doğal olarak bir kez daha başka türlü sormak zorundayız: Ya 17-25 Aralık olmasaydı? İkinci bir soru: Keşke olmasaydı ama ya 15 Temmuz olmasaydı? O zaman bu yapılanma, şimdi görevden alınan on binlerce kişisiyle, tutuklanan binlerce kişisiyle ülke yönetiminde, ticaret odalarında, medyada, hayatın her yerinde etkili ve egemen olmaya devam edeceklerdi. O zaman, 17-25 Aralık ve 15 Temmuzun rolü ve işlevi konusunu yeniden tartışmak, soruyu başka türlü sormak zorunda değil miyiz?
Değerli milletvekilleri, darbelerle yüzleşme konusunda üç dönemi birlikte tartışmak zorundayız. Birincisi: Darbe öncesi yani darbeye giden koşullara nasıl gelindi, buna kim fırsat verdi, kim göz yumdu, kim bundan faydalanmaya çalıştı?
İkincisi: 15 Temmuz gecesi -ki bugün zaten bununla ilgili bir tartışma yapıyoruz- ama belki daha önemlisi, 15 Temmuz sonrasında olup biten yani darbenin geriye bıraktığı miras, darbeden payımıza düşen durumdur.
Bakın, bir gazeteci bugün sosyal medyada paylaştı, cümlesini aynen okuyorum: "Bugünkü lincin başını çekenlerden vaktiyle cemaatten nemalananların dosyaları da açılmalı ki neyin ne olduğu ortaya çıksın." Değerli arkadaşlar, bu cümleyi yazan Kâzım Güleçyüz, Yeni Asya gazetesinin yıllarca köşe yazarı, yayın yönetmeni olan bir isim; hepiniz biliyorsunuz ki cemaatle hiçbir ilişkisi yok, başka bir grubun, başka bir Risale-i Nur topluluğunun temsilcisi. Şimdi, bir nemalanma ve linç denklemi eğer varsa önümüzde bunu ortaya çıkarmayı ve bugün bu linç psikolojisine çok yaygın biçimde su taşıyanların aslında geçmişte de nemalanma konusunda farklı, kapalı, kirli ilişkileri olduğunu iddia ediyor, ortaya koyuyor bir gazeteci, size düşmanlık olsun diye söylemiyor. Bence, tam tersine, bu topluluk biliyorsunuz ki darbelerle ilgili, askerî vesayetle ilgili şimdiye kadar Türkiye'de yayıncılığıyla en net duran topluluklardan birisi. Demek ki bu tip iddialarla ilgili, bu tip yaklaşımlarla ilgili daha somut, daha net bir tavır koyma zorunluluğu var.
Değerli milletvekilleri, eğer 15 Temmuz gecesinin sorumlularıyla on binlerce kişiyi zorlama bağlantılarla ilişkilendirip cezalandırırsanız emin olun ki şimdiye kadarki bütün yapılan yanlış işler gibi bu yaklaşımla da toplumda sadece büyük kırılmaları, büyük ayrışmaları beraberinde getirmiş olursunuz. Eğer siz o gün, gece, en azından "Bugün görevinden alınan, bugün tutuklanan insanlar neden 15 Temmuz gecesi sokakta darbecileri destekler bir pozisyonda değillerdi?" sorusunu bile vicdanen, ahlaken kendinize sorma ihtiyacı duymuyorsanız ve bunu mağdur edebiyatı falan gibi tarif ederseniz bunun geri dönüşümü sadece öfke ve nefret olacaktır. İşinden atılan öğretmenlerin, memurların çocukları bize, size, hiçbirimize sevgiyle bakmayacaktır, umutla bakmayacaktır; aksine, yaşadığı acının öfke ve nefret duygusuyla büyüyecektir. Bu çocukların, eşlerin, yakınların, akrabaların âdeta birer suçlu gibi cezalandırılması hiçbir şekilde kabul edilebilir bir yaklaşım değildir.
Değerli milletvekilleri, darbe ve muhtıralarla ilgili bu Mecliste daha önce kurulmuş komisyonun raporları var. Ben en azından onların bir kez daha gözden geçirilmesini, başka kaynak göstermeye gerek yok ama o komisyonda çalışan Nimet Baş'ın çeşitli platformlarda söylediği sözlerin bir kez daha ele alınmasını, başka kurum örneği vermeyeyim, SETA gibi Hükûmete yakın bir kuruluşun o araştırma komisyonunun çalışmalarıyla ilgili düzenlediği toplantıların raporlarının bir kez daha okunmasını buradan hatırlatmak istiyorum, ifade etmek istiyorum çünkü içinden geçtiğimiz dönem eğer yeniden daha kanlı, daha büyük bir darbeye dönüşmesin ya da bir iç savaşa, bir toplumsal çatışmaya dönüşmesin istiyorsak üzerimize düşen, ferasetle hareket etmektir, birlikte yaşama iradesini Kazan için ne kadar önemsiyorsak Şırnak için de aynı şekilde değerli görmektir. Bu iş böyle çok uzun polemiği gerektirecek bir şey değildir. Oraya bir heyet gönderilir, talepleri, ihtiyaçları nedir, bu görülür ve bunun gereği yapılır ama bunun üzerinden polemik yapmak bile gösteriyor ki biz henüz bu olgunluğu, bu siyasi aklı geliştirecek noktada değiliz.
Herkesi saygıyla selamlıyorum. (HDP sıralarından alkışlar)
BAŞKAN - Teşekkür ederiz Sayın Bilgen.